28 Şubat 2009 Cumartesi

Küçülme rakamları nasıl yorumlanmalı?



Resesyon endişeleri giderek artıyor. Ülkeler küçüldükçe stres her yanı sarıyor.

ABD, 2008 yılının son çeyreği için küçülme rakamını %6,2 olarak revize etti. Rasyonel bir bakış açısıyla nasıl yorumlanmalı acaba?

Aynı dönemde İngiltere’deki küçülme oranı %1,5. Ekonomik açıdan en istenmeyen durumlardan biri küçülme.

Japonya’da yıllık küçülme oranı %12,7. Ülkedeki mal ve hizmetlerin değerlerinin bir yıl içinde bu kadar azalması, kırılganlığı da arttıracaktır hiç şüphesiz.

Almanya 4. çeyrekte %2,1 ve İsveç %4,9 oranında küçülme gösterdi. Liste uzayıp gidiyor...

Tablo gerçekten karamsarlık verici. Ucuz ve bol para politikalarının uygulana geldiği 2000’li yıllar boyunca, yüksek hızlarla büyüyen global ekonominin nasıl büyüdüğü hiçbir zaman sorgulanmadı. Bu nedenle bugün yayınlanan bu rakamlar, sıradan insanlar için hala yeteri kadar anlamlı değil. Ekonomilerin yıllardır nasıl yüksek büyüme oranları tutturduğu sorusuna, küçük bir hikaye ile yanıt aramaya çalışalım.

Hikayemizin iki kahramanından biri Balon ailesi olsun. Orta sınıf bir aile. Bir şirkette çalışan anne ve babanın aylık kazancı toplamda 4.000 TL. Ailemizin okula giden 2 de çocuğu olduğunu düşünelim.

Balon ailesi, düşen faizler ve kolaylaşan kredi olanaklarını öne çıkaran reklamlardan etkilenerek, bir ev almaya karar verir. 200.000 TL tutarındaki evin 50.000 TL’lik kısmı yıllardır biriktirdikleri parayla, kalanı ise banka kredisiyle finanse edilir ve hayallerini kurdukları eve sahip olurlar. Evin fiyatı, ailenin yıllık gelirinin 4 katından daha fazladır ama bu çok mühim değildir. Çünkü evin değeri daha bir yıl geçmeden 220.000 TL’ye yükselmiştir ve giderek artan hızla yükselmeye devam etmektedir. Balon ailesi bu durumdan son derece mutludur. Sanki evde kendilerinden başka kazanan biri daha vardır. Her yıl en az 20.000 TL, üstelik vergi bile ödemeden.

150.000 TL tutarındaki kredi biraz yüksek olsa da faiz oranlarının düşük olması endişeleri azaltmaktadır. Gelir ve giderlerin dengelenmesinde bazı güçlükler olsa da, yaşam kalitelerinden ödün vermek istemeyen Balon ailesi, bu açıkları kredi kartlarını rahatça kullanarak gidermektedir. Tatil, yeni model mallar ve sosyal ihtiyaçlar için kullanılan kredi kartları, her ay 2.000 TL’ye yakın bir borç daha ilave etmektedir Balon ailesinin bilançosuna. Ama sorun yoktur. Kredi imkanları boldur ve küçük sıkıntılar yeni kredilerle kolayca aşılmaktadır.

Yıllar böyle akıp giderken, evin reisi uzun süredir hayalini kurduğu son model arabayı almak ister. Nasıl olsa evin değeri artmaktadır. Üstelik arabayı satan kuruluş krediyi de vermektedir. Arabanın fatura fiyatı olan 40.000 TL tutarında bir kredi daha kullanılır ve araba satın alınır.

Bir süre sonra ödemeler Balon ailesini zorlamaya başlar. Gelirler sabit olduğu için aradaki fark kredi kartlarıyla kapatılmaya çalışılır…

Balon ailesinin yan komşusu Durgun ailesidir. Başarılı buldukları Balon ailesine daima derin bir saygı beslemektedir Durgun ailesi. Yaşam kalitelerini arttırmalarını hayranlıkla izleseler de, son model arabayı aldıkları zaman, Bay Durgun biraz kıskançlık da duymamış değildir. Ne de olsa kendisi de o arabaya hayrandır.

Durgun ailesi Balon ailesinden daha az gelire sahip olsa da daima bir miktar tasarruf yapabilmektedir. Konut kredileri hariç hiç borçları yoktur. Evlerini Balon ailesiyle aynı zamanda almışlardır ve düzenli ödemektedirler. Kemerleri sıkıdır ve kendileri için güzel günlerin geleceğinin hayallerini kurmaktadırlar…

Peki, sizce bu ailelerden hangisi daha varlıklıdır?

Cevap büyük ölçüde son on yıllık ekonomik genişlemenin neresinde durduğunuza bağlı. Fakat ortada tek bir gerçek var. Balon ailesi, son on yıllık ekonomik büyümenin yapı taşı ve motorudur. Yüksek büyüme hızları, yüksek harcama eğilimleriyle günümüze kadar taşınmıştır. Şimdi soruyoruz:

“Büyüme bunun neresinde?..”

27 Şubat 2009 Cuma

Eurozone üzerindeki dağılma senaryoları


Avrupa Birliği dağılmanın eşiğinde!

Birçok insan birliğin kaderinin belirsiz olduğunda kararlı. Düşüncenin arkasındaki teori, tek bir para birimi ile çok sayıda ekonomiyi yönetmenin zorluğu. Örneğin Yunanistan ve İtalya kendi para birimlerine sahip olsalar, piyasalarını rahatlatmak için daha fazla likidite enjekte edebileceklerdi. Fakat bugün sadece Almanya’nın izin verdiği ölçüde bunu yapabiliyorlar.

Krizin her gün biraz daha derinleştiği Avrupa’da beklentiler giderek sönükleşiyor. Hayman Advisors LP adlı finans kuruluşunun, birliğin para sisteminin çökeceği senaryosu üzerine pozisyon aldığını açıklaması karamsarlığı daha da arttırdı. Hayman Advisors LP, kriz başlamadan önce, subprime piyasasının yıkılacağı üzerine aldığı pozisyonla 500 milyon $ kazanarak finans çevrelerinde büyük sükse yapmıştı.

Şirketin global piyasalardan sorumlu yöneticisi Richard Howard, Almanya’nın kendi ekonomisini düzeltmeyi tercih edeceğini, Avusturya, İtalya, İspanya gibi birliğin sıkıntılı ülkelerinden uzak duracağını öngörüyor. Senaryoya göre, eğer bu ülkelerden biri, kendi borçlarını ödeyemeyip tahakkuka düşerse, Almanya euro’yu terk edebilir. Bu da çözülmeyi tetikler.

Peki, birliğin tahakkuk ihtimali yüksek ülkelerine gerekli yardım gelmez mi? Parasal birliğin dağılmasında kilit nokta burası. Bu ihtimal şimdilik herkes tarafından düşük bulunuyor. Fakat Almanya’da seçim yılına girilmiş olması, birliğin önceliklerinin ikinci plana atılma ihtimalini güçlendiriyor. Societe Generale, “Almanya seçim nedeniyle yardım planına karşı gelebilir” derken, ABN Amro, “Avrupa’nın Subprime krizi başlıyor” şeklinde yorumlarda bulunuyor.

Richard Howard, bu senaryo paralelinde alınan pozisyonun parasal tutarını belirtmezken, sadece şu yorumu yaptı: “Subprime balonunun patlayacağına da kimse inanmıyordu, ama patladı. Şu an aynı şeyleri eurozone için söylüyoruz.”

“Bankaların kamulaştırılmasından sonra sıra ülkelerde!” başlıklı yazımızda, birliğin, ekonomisi bozulan ülkelere gereken desteği vereceğini anlatmıştık. Fakat R.Howard gibi düşünen yatırımcılar, yaşanan krizin, düzelmeye başlamadan önce derinleşmesini sürdüreceğini ve Almanya, Fransa gibi güçlü ülkelerin, İspanya ve Yunanistan gibi kırılganlığı yüksek ülkelere yardım etmekte tereddüt edeceğine inanıyorlar.

Neler olacağını yakında göreceğiz.

26 Şubat 2009 Perşembe

Tarihin en büyük banka zararı!



Birçok yönüyle 1929 Ekonomik Buhranı’ndan sonraki en büyük finansal felaket olarak nitelendirilen subprime krizi bugün, İngiltere kurumsal tarihinin en büyük zararını yaratarak yeni bir aşamaya girdi. 282 yıllık Royal Bank of Scotland (RBS), 2008 yılı içinde 24.1 milyar pound (34.3 milyar $) zarar ettiğini açıkladı.

İkinci kamulaştırma dalgası üzerindeki kararsızlık bulutlarını kaldıran RBS’nin zararının 15 milyar pound’dan fazlası, Hollanda merkezli ABN Ambro’nun, krizin başlamasından 3 ay önce satın alınması sonrası oluşan şerefiye değer düşüklüğünden kaynaklandığı belirtiliyor. 70 milyar Euro’ya satın alınan ABN Ambro’nun piyasa değerindeki düşüşün RBS’nin mali tablolarına aktarılması, 325 milyar pound’luk sorunlu varlık (toksik) için Hazine garantisinin yolda olduğu haberlerini yeniden gündeme taşıdı.

Pervasız ve düşüncesiz RBS yönetimi, aldığı sorumsuz riskler nedeniyle bu tarihi yüz kızartıcı sonucu yarattı. Şirketin %70 hissesinin devlet tarafından kamulaştırılması ve kontrolün ele geçirilmesinden sonra tüm yönetim zaten tasfiye edilmişti. Fakat şu anda en iyi müşteriler dahil kredilerin durdurulacağı açıklandı. Tam bir global eziyet. Bu sonucu yarattığı düşünülen kişi ise Sir Fred Goodwin.

Banka CEO’ları içinde en karizmatiklerden biri olarak tasvir edilen Sir F.Goodwin için belirlenen emekli ikramiyesi bile verilmeden kovuldu. Düşmancıl bir bankacılık modeliyle ardı ardına banka satın alarak RBS’yi büyüttü. NatWest, Coutts, Adam&Co, Direct Line, Ulster Bank, Churchill&Citizens ve konsorsiyumla alınan ABN Amro. Ve birkaç ay sonra patlayan RBS balonu ve kovulan Sir Fred Goodwin.

İngiltere’de alışılmadık şeyler olmaya devam ediyor. Sistematik kriz tüm önlemlere rağmen her gün biraz daha genişliyor. Bakalım nerede duracak.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Japonya çöküyor mu?


Genelde Çin’deki bozulma üzerine odaklanılması, Japonya’nın çöküşünün gözden kaçırılmasına neden oluyor.

Dünyanın ikinci büyük milli gelirini yaratan Japonya, finansal krizin iyice derinleştiği şu günlerde uçurumun eşiğine gelmiş durumda. Uzun süredir güçlü ihracatı ve giderek sönükleşen iç talebiyle iki tekerlek üzerinde yol alan Japonya, şimdilerde oldukça negatif bir gidişat sergiliyor. Güçlü yen ve azalan ihracat küçülme hızını giderek arttırıyor. Japon ekonomisi nereye gidiyor?

Resesyonun şiddetine dayanamayan ihracattaki büyük gerileme, global krizin en büyük kurbanını yaratmak üzere. Dış piyasalara olan aşırı bağımlılık, ekonominin kırılganlığını arttırıyor. Son on yıldır ihracatla maskelenen iç talep yetmezliği küçülmeyi hızlandırıyor. Özellikle araba, makine, elektronik ve yarı iletken endüstrilerine karşı azalan talep en önemli belirleyiciler olarak öne çıkıyor.

Bugün açıklanan rakamlar ürkütücü boyutta. Dış ticaret açığı Ocak ayında 9.9 milyar $ olarak gerçekleşti. İhracatın önceki yılın aynı ayına göre azalış oranı %45.7 gibi katastrofik bir rakam. Analistler Cuma günü açıklanacak fabrika üretimi verilerinde %10 düşüş öngörüyor. Kurumsal devler Sony, Nissan, Hitachi ve Toyota’nın binlerce işçi çıkarmasıyla II. Dünya Savaşı yıllarına yükselen işsizlik rakamı ise diğer bir önemli tehlike.

Güçlenen yen, Japon ihracatçıları strese sokuyor. Bu da rekabeti oldukça zorlaştırıyor. ABD ve Avrupa Birliği gibi iki büyük alıcının düşük iç talepleri, Japon mallara karşı ilgiyi azaltıyor. ABD’ye ihracat %53 düşerken, toplam araba ihracatı %81 geriledi. Global talepteki daralmanın şişirdiği stoklar, fabrikaları atıl vaziyette bekler hale getirmiş durumda. 2008 yılındaki %12,7 oranındaki küçülme ise son 35 yılın en kötü performansı.

Geçen hafta açıklanan sıfır faizli bono planlarından sonra Ekonomi bakanı Yosana, Tokyo borsasını canlandırmak üzere yeni bir önlem alacağını açıkladı. Hisse senetlerindeki düşüşün önüne geçmek için bir fon kurulacak. Fonun görevi borsadan hisse senedi satın almak olacak. ABD ve İngiltere’deki de facto kamulaştırmanın farklı bir modeli denilebilir. Akla hayale gelmeyecek en alışılmadık önlemlerle çözüm arayışı gün geçtikçe artıyor.

İkinci yılını dolduran kriz herkesi en güçlü silahıyla vurmaya devam ediyor. Japon ekonomisi de buna katılmış durumda. Bir zamanlar büyük gıptayla izlenen Japon ihracatı şimdi ülkenin geleceğini tehdit ediyor.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Goodbye Dubai!

90’lı yılların popüler oyunu Simcity’i hatırlayanlar olacaktır. Sıfırdan bir şehir inşa edip yönetebilme yeteneğinizi ölçen, türünün ilk örneklerinden bir simülasyon oyunuydu. Bir zamanlar çok revaçta olmasına rağmen artık eski cazibesinde değil.

Seksenlerden sonra ucuz ve bol para ile inşa edilen global finansal sistem, subprime’ın ateşlemesiyle bir anda global bir felakete dönüştü. Balonlar ardı ardına patlarken, varlıklar hızlı bir şekilde erimeye başladı. Hisse senetleri, bonolar, mortgage, bankalar derken, “yüzyılın Simcity balonu Dubai” de patlamak üzere.

Bankaların “de facto kamulaştırması”nın son durak olmaya yetmeyeceği, gerekirse aynı modelin ülkeler için de uygulanabileceği yönündeki Avrupa Birliği kaynaklı haberlerden, “Bankaların kamulaştırılmasından sonra sıra ülkelerde!” başlıklı yazımızda bahsetmiştik. Hafta sonu körfezden gelen haberler tam da bu yönde.

Global ekonominin genişleme dönemlerinde, devasa yapıları ve finansal hizmetler sektöründeki limitsiz büyümeyle çağdaşlık sembolü haline gelen “hiper-kapitalist Dubai”, şimdilerde finansal türbülansın evrensel sembolü olma yolunda. Birleşik Arap Emirliği(BAE), dün yaptığı açıklamayla, 20 milyar dolarlık yardıma hazırlandığını duyurdu.

Uluslar arası piyasalardan sağladığı kredilerle büyüyen serbest bölge modelli Dubai, bu yıl içinde vadesi dolacak kredilerinin endişesini taşıyor. Donmuş kredi pazarları nedeniyle borçlanma imkanları daralan Dubai, BAE’den 10 milyar dolarlık ilk dilimi kullanmış durumda. %4 sabit faizli ve 5 yıl vadeli kredi ile yükümlülükler için gerekli likiditenin bir bölümü sağlanmış olacak.

Analistler ve yatırımcılar, özellikle şehrin lüks konut piyasasının donuk hale gelmesi sonrasında, tüm bu borçların ödenip ödenemeyeceği konusunda endişeliler. Bir zamanların yüksekten uçan şehri, şimdilerde yarım kalmış binalarla dolu bir inşaat alanı görüntüsünde. Vadesi gelen 3.8 milyar $ tutarındaki bir kredinin, birkaç çok uluslu bankanın katıldığı konsorsiyum tarafından yenilendiği ama daha fazla kredi için “hayır!” dendiği Dubai’li yetkililer tarafından geçtiğimiz günlerde açıklanmıştı. kumun üzerine inşa edilen zenginlik çökmek üzere.

Petrol geliri yeterli seviyelerde olmayan, BAE’nin yedi emirliğinden biri olan Dubai, son dönemlere kadar BAE’den yeterli desteği alıyordu. Fakat emirliklerin iş hayatında birbirleriyle olan rekabetleri, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden Abu Dabi’den gelen yardımı durdurmuş gözüküyor. Üstelik BAE’nin verdiği krediler karşılığı, Dubai’nin büyük şirketlerinden hisse aldığı söylentileri giderek artıyor. 20 milyar $’lık paketin kapsamı ise şimdilik açıklanmıyor.

Dubai’deki ev fiyatları %50 düşmüş durumda. Satışlar düştükçe milyar dolarlık projeler erteleniyor. Bankalar, inşaat firmalarına krediyi çoktan kesmişler. Yapılamayan ödemeler mevcut projelerin hayata geçirilmesini erteliyor. 100 $ seviyelerinden 40 $’ın altına gerileyen petrol fiyatları Dubai’de ekonomik fırtınayı körüklüyor. Son iki yıl içinde üretilen 100.000’in üstünde ev satılmayı bekliyor ama alıcı yok. Her gün 1.500’ün üzerinde insan işten çıkarılıyor. Dubai havaalanında terkedilmiş halde bırakılan, ülkeden kaçan yabancılara ait borcu ödenmemiş 3.000 araba. Simcity’de bile bundan kötüsünü yapmak herhalde daha zordur.

Hiçbir katma değer yaratmayan bu şehir üçüncü dünya zenginlerinin oyun alanı görüntüsünü kaybetmek üzere. Petrol ülkesi olması nedeniyle, küresel finansal kriz kurbanları için duyulan acıyla karışık sempatiden küçük bir pay bile almadan.

Newsweek dergisinin geçen hafta attığı manşetle son noktayı koyalım: “Goodbye, Dubai!”

22 Şubat 2009 Pazar

Bankaların kamulaştırılmasından sonra sıra ülkelerde!

Amerika’da başlayıp kısa zamanda tüm finansal piyasalara yayılan küresel mali kriz giderek etkisini arttırıyor. 2008 yılı sonuna kadar ABD’de derinleşen kriz, 2009 yılı başından itibaren Avrupa’da şiddetini göstermeye başladı. İngiltere ile birlikte tüm kıta Avrupa’sı uçurumun kenarına gelmiş gibi görünüyor. Üstelik finans sektörü boyutunu çoktan aşmış halde. Kriz Avrupa’da sektörler üstü, hatta ekonomiler üstü bir hal almış durumda.

Geçen hafta dünya basınında yer alan bazı haberlerde, Avrupa Birliği’nin iki büyük gücü Almanya ve Fransa’nın sadece bankaları değil, bankaların yer aldığı ülkeleri komple kamulaştırmayı düşünmeye zorlanabileceği yazıldı. Resesyonun ağırlığı altında ezilen birlik ülkeleri “de facto kamulaştırma”nın kurbanı olmak üzere.

Konunun politik ve sosyal açılımlarını her zaman olduğu gibi uzmanlarına bırakarak, finansal yönü üstünde durmaya çalışalım. Bu fikri ileri süren kişi Almanya Ekonomi Bakanı P.Steinbruesck. Bakan, 16 birlik ülkesinin bazılarında sıkıntıların arttığını ve yardıma ihtiyacı olduklarını belirtiyor.

Fransız yetkililer ise piyasa reaksiyonlarından endişeliler. Özellikle İrlanda, Yunanistan ve İspanya hükümetlerinin ihraç ettiği hazine bonolarını alan yatırımcıların tahakkuk riskine karşı satın aldıkları kredi tahakkuk swap’larının (credit default swap-CDS) maliyetlerinin artması, bonoların faizlerini de arttırmaya başladı. Rekor seviyelere ulaşan CDS giderleri, bono spread’lerini bu ülkeler açısından karşılanamaz düzeylere çıkarıyor.

Avrupa Birliği uzmanları, geçen yıl Eylül ayında, Lehman Brothers’ın çökmesiyle meydana gelen tahribatın bir benzerinin Avrupa bono piyasaları için de olabileceğinde endişeliler. Avrupa Merkez Bankası (ECB) yönetim kurulu üyesi L.B.Smaghi, piyasalardaki güvensizliğin ülkelere güvensizlik haline dönüştüğünü vurguluyor. Böyle bir durumda, İrlanda’nın ya da Yunanistan’ın tahakkuka düşmesinin karşılığı piyasalarda anlamını bulur şeklindeki bir yaklaşımın beraberinde daha büyük riskler getireceği açıktır. Üstelik serbest piyasa çözer düşüncesinin Lehman’da sonuç vermediği gibi denenmiş bir örnek dururken.

İşte bu noktada birliğin iki büyük lokomotifi Almanya ve Fransa’nın korkusu, kamu açıklarının artması sonucunda bu ülkelerin bonolarından uzak durulması. Böyle bir durumun bölgesel krizin fitilini yakacağından endişeleniliyor.

Finansal analistler, böyle bir durumda birliğin küçük ülkelerinin kamulaştırılmasının hayati önemde olduğunu söylüyorlar. Sistemin bir tarafının çökmesine izin verilmesi, bir süre sonra tamamının çökmesi anlamına gelecektir.

Finansal krizin başlamasıyla, hükümetlerden bankalara yapılan likidite pompalamasının 1.5 trilyon doları bulması, birliğin kamu açıklarının yeni bir balona dönüşmesine neden oldu. Bununla birlikte bankalarda, 16.3 trilyon poundluk toksik varlığın olduğu söylentileri, endişeleri daha da arttırıyor.

Kriz, her gün yeni bir evreye giriyor. Yapılan tüm müdahaleler ateşi daha da körüklüyor. Ekonomik kriz doğru şekilde yönetilemezse tarihin en büyük sosyal krizine döneceği konusu şimdiden dile getirilmeye başlandı bile.

21 Şubat 2009 Cumartesi

16.3 trilyon pound sorunlu varlık!

Herkesin en çok merak ettiği soru krizin ne zaman biteceği. Bunun cevabını geçtiğimiz günlerde The Telegraph gazetesi oldukça çarpıcı bir şekilde dünyaya duyurdu. Finansal sektör ağırlığında derinleşen krizin, sadece bu sektör kuruluşlarına olan zararı şu ana kadar 1 trilyon doları geçmiş durumda. Gazeteye göre Avrupa bankaları 16.3 trilyon poundluk sorunlu varlık(toksik) portföyü üzerinde oturuyor. 17 sayfalık gizli bir Brüksel dokümanına dayandırılan habere göre, bu gizli zararlar realize edilmediği sürece kriz devam eder, edildiğinde ise yeni bir Avrupa Birliği krizi başlar.

16.3 trilyon pound yani 23.5 trilyon dolarlık sorunlu varlık!.. Hayal sınırlarının bile ötesinde.

Böyle bir zararın realize edilmesi tek bir anlam taşıyor. Tüm bu bankaların kamulaştırılması. Peki, böyle büyük bir zarar absorbe edilebilir mi?

Bu gizli belgeyi gördüğünü söyleyen The Telegraph’a göre, böyle büyük bir maliyetin karşılanmasının mümkün gözükmediği ve bunun da mukayeseli olarak birliğin toplam milli gelirinden kolayca anlaşılabileceği raporda vurgulanıyor. Birliğin 2008 yılı milli gelirinin 18,9 trilyon dolar olduğu göz önünde tutulursa, böyle bir kamulaştırmanın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı açıkça anlaşılıyor.

17 sayfalık gizli belgenin, üye ilkelerin ekonomi bakanları tarafından 10 Şubat tarihinde görüşüldüğü söyleniyor. Liderler, ikinci kamulaştırma dalgasının Avrupa Birliği üzerindeki endişe ve güvensizliği arttıracağı yönünde kaygılılar. Özellikle İspanya, Yunanistan, İrlanda, İtalya ve İngiltere üzerinde ciddi bir yatırımcı baskısı oluşacağı ve bunun da ülkelerin kırılganlıklarını arttıracak yönde etki yapacağında hemfikirler. Riske paralel olarak performansları giderek kötüleşen bu ülkelerin hazine bonolarına olan yatırımlarda, yatırımcıların diğer ülkelere göre yüksek faiz talep ettikleri zaten biliniyor. Faiz oranlarının artması, bu ülkeler için bütçe açıklarının artması anlamını taşıyor. Yatırımcı güvensizliği de devam etiği sürece Avrupa Birliği’nin de krizi gireceği açık gibi gözüküyor.

Komisyon yetkililerinin tahminlerine göre, sorunlu varlıklar, Avrupa Birliği bankalarının toplam varlık büyüklüğünün %44’ünü oluşturuyor. Sorunlu varlıkların dağılımı ise, ticari portföy 12.3 trilyon, alımsatım amaçlı portföy 4 trilyon pound olarak hesaplanıyor. Toplamda 16.3 trilyon pound.

17 sayfalık gizli bir doküman olup olmadığı henüz belli değil. Yazıyı yayınlayan The Telegraph, birkaç gün sonra yazıyı yayından kaldırarak aynı URL’ye farklı bir metin koydu. Fakat yazı yayınlandıktan sonra Avrupa bankaları borsalarda gerilemeye başladı. Euro’da ise önemli bir değişim henüz görülmüyor.

Kaldıraçlı felaket Avrupa bankalarını da sarmış durumda. Hükümetler cari açığı, merkez bankaları para basmayı hızlandırırken kaçacak deliklerin sayısı iyice azaldı.

19 Şubat 2009 Perşembe

İsviçre iflasa doğru!


Krizin neresindeyiz?.. Daha ne kadar derinleşecek?.. Neleri kaybedebiliriz?..

İki gün önce başladığımız dizinin ilk yazısında Japonya’nın, ikincisin de ise İngiltere’nin ekonomik çöküşlerinin odak noktalarını ortaya koyarak yukarıdaki soruların yanıtını okuyuculara bırakmıştık. Bugün aynı bakış açısıyla, İsviçre ekonomisindeki kara bulutlara neonlarımızı yakacağız.

Ülkenin önemli ekonomistleri, küresel mali krizin doğu Avrupa ülkelerinde şiddetini arttırması İsviçre’yi iflas riski ile burun buruna getirecek uyarısını şimdiden yapmaya başladılar bile. Cari fazla veren ülkelerin başında gelen İsviçre iflas korkusunu neden yaşıyor? Ekonominin temel kırılganlıkları nerede?

Ekonomist Arthur Schmidt’e göre en büyük tehdit, İngiltere örneğindeki gibi bankacılık sektörü kaynaklı. İsviçre bankaları doğu Avrupa ülkelerine milyarlarca euro kredi verdiler. Şu anda bu krediler tahmin edildiği üzere geri ödenemiyor.

Hırvatistan, Polanya ve Macaristan gibi ülkelerde kriz öncesi İsviçre frankı en cazibeli para birimiydi. Faiz oranının kuna, zloti ve forint’e göre çok düşük olması, gerek hane halkı gerekse küçük ve orta boy işletmelerin kullandıkları banka kredilerini, frank veya franka endeksli şekilde seçmelerine neden oldu. Hızla büyüyen ekonomilerin yükseliş dönemlerinde büyük bir balona dönüşen frank bazlı krediler, Macaristan’da tüm kredilerin %31’ini oluşturuyor. Aynı oran bireysel tüketici kredilerinde %60. Yani başka bir deyişle, ücreti forint üzerinden olan ve bir bankadan kredi kullanan Macar halkının %60’ı, farklı bir ülkenin para birimi olan frank üzerinden borçlanmış. Ülkemizdeki karşılığıyla döviz kredisi kullanmış.

Müşteriler krizde
Kurların ve faizlerin düşük olduğu dönemlerdeki para bolluğunun finansal krizle birlikte sona ermesi, bankalara borçlu olan müşterilerdeki stresin ilk işaretiydi. Ardından yerel para birimlerinin franka karşı ağır değer kayıpları geldi. Eylül ayı sonunda 100 Polonya zlotisi ile 46 frank alınırken, bugün 30 frank alınabiliyor. %35 olan kurdaki değer kaybı aynı zamanda kredi borçlarının son beş ay içinde %35 artması anlamına geliyor. Buna bir de yükselen kredi faizleri eklenince geri ödemeler üstesinden gelinemez bir hal alıyor. Şimdi asıl konumuza geri dönelim ve şu soruyu soralım. Doğu Avrupa ülkelerindeki bu sıkıntılar İsviçre’yi nasıl etkiliyor?

İsviçre bankaları ve offshore temsilcilikleri, doğu Avrupa bankalarına frank üzerinden krediler açtılar. Doğu Avrupa bankaları da bu paraları kendi müşterilerine konut veya nakit kredi olarak verdiler. Bu kredilerin faiz oranının yerel para birimlerine göre düşük olması en büyük cazibeleriydi. Kurdaki değişim makul seviyelerde devam ettiği sürece model başarılı oldu. Daha çok insan daha fazla frank endeksli kredi kullandı. Ama sistem şu anda işlemiyor. Küresel kriz tüm piyasalar gibi doğu Avrupa’yı da vurmuş durumda. Macar forinti son bir haftada develuasyon nedeniyle %35’e yakın değer kaybetti. Daha somut bir ifadeyle, Macaristan’ın İsviçre’ye olan borcu %35 arttı. Bu durum diğer doğu Avrupa ülkelerinde de farklı değil.

İsviçre’yi ne bekliyor?
Bank for International Settlements(BIS) rakamlarına göre piyasadaki frank kredilerin toplam tutarı 675 milyar dolar. Bunların 150 milyar doları İsviçre, 80 milyar doları İngiltere, 430 milyar doları offshore kaynaklı. Bu kredilerin şu an ne kadarının battığı bilinemiyor ama %20 gibi düşük düzeylerde bile İsviçre bankalarının çok büyük zararlar yazacakları ortada. Şiddetin daha büyük olması halinde ise bankaların kamulaştırılması en yakın ihtimal.

İsviçre bankalarının görmezden geldikleri riskler ve kar hırsı, düzenleyici otoritelerin de ihmali eklenince bugünkü balonu yarattı. Şeffaflığın hala yetersiz olduğu İsviçre bankacılık sistemindeki toplam zararın çok yakında ülkenin milli gelirini aşacağı düşünülüyor. Bu da İsviçre’nin İzlanda gibi iflas edebileceği anlamını taşıyor. Hemen ardından gelecek frankın devaluasyonu ve ülke ratinginin düşürülmesi ise ülke de tam bir travma etkisi yaratabilir. Bunun sonucunda ise olacak tek şey para biriminin değiştirilerek euro’ya geçilmesi.

Tüm bu olumsuzlukların çok yakın olduğunu gösteren en önemli gelişme ise Şubat başında geldi. İsviçre merkez bankası politika değişikliğine giderek, ilk kez dolar cinsinden borçlanacağını duyurdu. Böyle bir değişimin nedeni konusunda tatmin edici bir cevap henüz verilmiş değil. Sanırız ağır bir döviz krizi kapıda.

18 Şubat 2009 Çarşamba

İflasın eşiğindeki ülke: İngiltere


Krizin neresindeyiz?.. Daha ne kadar derinleşecek?.. Neleri kaybedebiliriz?..

Dün bu soruların cevabını, Japonya ekonomisine kısa bir bakışla okuyucuların takdirine bırakmıştık. Bugün aynı yaklaşımla, bu kez İngiltere’nin durumunu kısaca anlatarak yanıtlara ulaşmaya çalışalım.

Sayıları her gün artan ekonomist, gazeteci, iş adamı ve yatırımcı İngiltere’nin İzlanda stili bir iflasla karşı karşıya kalacağını söylüyor. Fakat henüz hiçbir İngiliz yayın kuruluşu bu konuda haber yapmaya yanaşmıyor.

İngiltere’nin teknik iflas diye tabir edilen borçlarını ödeyeme durumuna düşmesine neden olacak en önemli gösterge bütçe açığı. Analistler, 150 milyar pound’luk bütçe açığının finansmanı için önümüzdeki beş yıl içinde 450 milyar pound borç alınmasının gerekli olduğunu söylüyor. Bu, ülkenin IMF yardımına en son zorlandığı 1976 yılından beri yaşadığı en büyük açık.

Bankacılık sisteminin neredeyse çökme noktasına gelmesi, merkez bankasının faizleri, kurulduğu 1693 yılından beri en düşük seviye olan %1 seviyesine çekmesi sonrasında beklenen yumuşamanın önüne geçti. Artık tek çare IMF yardımı.

İngiltere’de yıllar içinde meydana gelen çarpık finansal yapı artık taşınamaz seviyelerde. Hane halkının borçları, gelirlerinden %165 daha fazla. Düzenleyici kurumlar bunun halkın sorunu olduğunda diretse de, finansal sistemdeki aşırılığın bu noktalara getirdiği ortada. Evin satış bedelinin %120’si oranında verilen mortgage’lerin bunda hiç suçu yok m? Borç, kimyasal silahlar kadar tehlikeli bir araç artık.

İngiltere 2008 yılı içinde %2,8 küçüldü. Bütçe açığının milli gelire oranı %8-10 arasında. Dış borcun milli gelire oranı %40 seviyelerinden %60 seviyelerine yükselirken yardım paketinin büyüklüğünün milli gelire oranı sadece %1. Aynı oran Çin’de %14. Banka iflaslarıyla mücadele için harcanan paranın milli gelire oranı ise %7. İngiltere’nin nakit stoğunun kalmadığı ortada. Tüm bu rakamlar iflas çizgisine yaklaşmayı hızlandırıyor.

Yunanistan ve İspanya’nın 3A ülke ratingini kaybetmesinden sonra sıra şimdi de İngiltere’de. Özellikle Royal Bank of Scotland’ın (RBS) %70 hissesinin kamulaştırılmasından sonra bu olasılığın ağır bastığı otoriteler tarafından kabul ediliyor.

İngiliz merkez bankası Bank of England (BOE), ülkenin içine girdiği bu resesyondan çıkmak için, ekonominin kuramsal varsayımlarına rağmen para basmaya başlayacaklarını bugün açıkladı. Enflasyon tehdidi şu aşamada kredi ve mortgage balonları gibi görmezden gelinecek.

Ev satışlarının 1978’ten beri en düşük seviyeye gelmesi bu konuda da önlem arayışlarını arttırdı. Ekonomik çöküşün altında yatan problemin varlık fiyatlarının düşmesi olarak görülmesi, farklı yaklaşımları gündeme taşıyor. Şu an en baskın düşünce, merkez bankasının para basarak ev satın almaya başlaması. Böylece ekonomiye enjekte edilecek para konut pazarını canlandırırken, aynı zamanda deflasyonun da önüne geçecek.

Senaryoların hangisinin uygulanacağını yakında göreceğiz. Ama kesin olan bir şey var ki, sadece güven üzerine kurulan bu finansal sistemin, uçurumun kenarına getirdiği son ülkenin İngiltere olmayacağı.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Ekonomik büyüme neden önemlidir?



Japon ekonomisi son 35 yılın en büyük düşüşünü yaşıyor. Amerika ve Avrupa’da derinleşen krizin ülke ihracatını olumsuz etkilemesi, ekonominin 2008 yılı içinde %12,7 küçülmesine neden oldu. Beklentiler 2009 yılının ilk çeyreğinde de negatif yönde.

Resesyon ve işsizliğin giderek artması endişeleri de arttırıyor. Peki, ülkelerin ekonomik büyümesi bireyler açısından neden önemlidir? Bu can alıcı sorunun cevabına geçmeden ekonomik büyümenin ne olduğunu kısaca özetleyelim.

Ekonomik büyüme nedir?

Gayri safi milli hasıladaki yıllık artışa ekonomik büyüme deniyor. Yani bir ülkede bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarıyla toplam değerindeki dönemler içindeki artış.

Ekonomi nasıl büyür?

Gayri safi milli gelirin bir yıldan diğerine artış göstermesi, tüketicilerin harcadıkları paranın artmasıyla yakın ilişkilidir. Eğer insanlar daha çok harcarlarsa, şirketler daha çok mal satarlar ve bu da onları daha fazla üretmek için kamçılandırır. Bireyler, şirketler, hükümetler veya yabancı ülkelerdeki insanların o ülke mallarına karşı olan istekleri talebi artıracağından, üretim de artacak ve ekonomi büyüyecektir.

Şu anda dünyadaki en büyük tehlike, harcamaların azalmasındaki güçlü trend olarak görülmektedir. Bankaların kredileri azaltması/durdurması, insanların harcama yapma konusundaki şüphelerini arttırıyor. Harcamaların düşmesi bir bakıma resesyonun gerçek tanımı anlamına geliyor.

Ama harcamaların artması sürdürülebilir ekonomik büyümeyi her zaman getirmez. Eğer bir ülkenin ekonomik kapasitesinin üzerinde harcama yapılırsa, bu enflasyonun körüklenmesi ve ekonominin patlama noktasına getirilmesinden başka bir şeye hizmet etmeyecektir.

Sürdürülebilir büyüme yani büyümenin yıllar itibariyle devam ettirilmesi için anahtar elementler yatırım ve verimliliktir. Mühendislerin yeni ürünler ve verimli yöntemler geliştirmesi, halkın da doğru alanlara yatırım yapması, uzun dönemli büyümenin en etkili reçetesidir.

Ekonomik büyüme neden herkesi zengin etmez?

Hükümetler için ekonomik büyüme çok önemlidir. Vatandaşlar yükselen işsizlik ve düşen gelirler nedeniyle endişelenmeye başladıklarında, politikacılar da yeniden seçilme endişesi yaşarlar. Bu nedenle ekonomik büyümeyi sürekli kılmak isterler. Eğer yaşam standartları giderek artarsa, nüfus artar; artan nüfus da üretim ve tüketimi yeniden arttırarak uzun dönemli büyüme sağlamış olur.

Peki sürdürülebilir büyümeyle, zenginler fakirleştirilmeden fakirliğin hafifletilmesi mümkün olur mu? Şüphesiz bu belli bir noktaya kadar mümkündür ama sınırsız değildir. Çünkü bunu engelleyen çok önemli bir kısıt vardır ekonomik büyümenin içinde. İşçi ücretleri artmaya başlayınca yani zenginlik fakirlere doğru dağılmaya başladığında, muhafazakar zenginler, vergilerin yüksek olması nedeniyle yatırım yapamadıklarını bahane ederek kendi üzerlerindeki vergiyi azaltırken ücretliler üzerindeki vergiyi arttıracak, böylece büyümenin paylaşılmasındaki paralelliğin önüne geçeceklerdir.

Görüldüğü gibi ekonomik büyüme, ekonominin gizli eli tarafından ustaca yaratılmış bir kavram. İki yönünün keskinliği de birbirinin aynı.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Varlık enflasyonu: Görmezden gelinen fenomen

Basit bir çıkarımla başlayalım. Aşağıdaki ekonomik konsept sizce ne kadar doğru?

“Ev fiyatları bu yıl %30 arttı.”
“Ev fiyatlarındaki değişim enflasyon sepeti içinde yer almıyor.”
“Mal ve hizmetlerin fiyatı bu yıl artmadığı için enflasyon artmadı.”

Enflasyonun hesaplanma şekli her zaman tartışılır bulunmuştur. Özellikle de varlıkların enflasyon hesabına katılmaması. Hisse senetleri, bonolar ve türev ürünler gibi finansal varlıkların yanında gayrimenkul ve sermaye malları hiçbir zaman enflasyon hesaplamalarına dahil edilmemektedir. Büyüme rakamları üzerinde yapılan araştırmalarda, global büyümenin büyük ölçüde varlık enflasyonundan kaynaklandığı görülmektedir. Tıpkı varlık fiyatlarındaki artışın insanları zengin etmesi gibi.

Girişte verdiğimiz ekonomik konsepte yeniden dönerek üçüncü önermeye farklı bir açılım yapalım. Geçen yıl yerli malı bir t-shirt’ü 10 liraya satın alırken, bu yıl Çin malı olanını 10 liraya almış olalım. Bu gerçekte enflasyonun artmadığı şeklinde mi yorumlanmalı?

Ekonomik ölçümlerin tamamı, para politikaları ve kredi mekanizmalarıyla çarpıtılmış durumda. Rakamları mukayese etme yeteneğine sahip olanlar, ekonominin büyüdüğünü ve giderek zenginleşildiğini düşünüyorlar. Ya yanılıyorlarsa? Ekmeğin fiyatının yükselmesi enflasyon ise, gayrimenkul fiyatlarının artması neden “değer artışı” oluyor? Ya da neden ekmeğin fiyat artışı değer artışı olarak kabul edilmiyor? Belki ekmek satın alınıp yeniden pişirerek galeta yapılacak. Buna “yatırım” diyemez miyiz? Artan milli gelir ve hisse senedi fiyatları enflasyon sayılamaz mı?..

Görüldüğü gibi bugünün global ekonomik sisteminde en büyük problem kredi genişlemesinin yarattığı varlık enflasyonu. Varlık enflasyonu kavramı genelde cümle içinde kullanılmasına alışılılan bir ifade değildir. Yerine faiz oranlarındaki düşüş, emtia fiyatlarındaki azalma gibi kavramlar kullanılır.

Varlık enflasyonu nedir?

Varlık enflasyonunu, varlık fiyatlarındaki artışı gösteren bir fenomen diye tanımlıyor Wikipedia. Yani şaşkınlık verici bir durum olarak nitelendiriyor. Çünkü merkez bankaları, enflasyon olarak sıradan mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki değişimleri politika konusu yaparken, varlık enflasyonuna önem vermemektedirler. Ama maalesef taraflar arasındaki finansal işlemler sonucunda ortaya çıkan ve dünya ekonomisini uçurumun eşiğine getiren varlık enflasyonunun hesaplanabilir olması, önemli bir gereklilik olarak görünmektedir.

Varlık enflasyonunun bilinen en yaygın örneği ev fiyatları. Düşen faizler yükselen ev fiyatlarından yararlanmak isteyen insanları konut kredisi almaya itti. Hane gelirlerinin önemli kısmı ev taksiti ödemeye ayrıldı. Fakat balonun patlamasıyla düşen ev fiyatları önce potansiyel varlığı silip süpürdü. Tüketici fiyatları yani enflasyon artmadığı halde, kullanılabilir gelir oldukça azaldı. Böyle bir durumda varlık enflasyonunun iyi olduğunu söylemek ne kadar mümkün?

Varlık enflasyon ekonomisi nedir?

Yukarıdaki örneği biraz daha genişleterek, “reel ekonomi” ile “varlık enflasyon ekonomisi” arasındaki farklara daha yakından bakalım. Reel ekonomi, insanların günlük hayatlarındaki gelir ve harcamaları ifade eder. Eğer ekonomide büyüme varsa, gelirler ve fiyatlar artış eğilimi gösterir. Artan talep neticesinde de işletmeler sermaye harcamalarını arttırırlar. Ekonomi iyice ısındığında yani yeterince büyüdüğünde, merkez bankalarının sıkı para politikalarıyla bir yavaşlama (resesyon) gelir. Resesyon, sistemi temizleyerek yeni genişlemelere uygun ortamı hazırlar. Bu tipik ekonomi çevrimidir.

Varlık enflasyon ekonomisinde ise durum tamamen farklıdır. Varlık fiyatları arttıkça likidite yaratılır. Yani bankalar kredi vererek “yoktan para varetme” mekanizmalarını çalıştırlar. Bir yatırımcının 50.000 lira kredi kullanarak, 100.000 liralık bir ev satın aldığını düşünelim. Kolay para politikası devam ettiği sürece yani kredi kanalları açıksa, evin fiyatının bir süre sonra 200.000 liraya yükselmesi normal bir durumdur. Bu durumda yatırımcı evini satıp kredi borcunu kapattıktan sonra elinde 150.000 lira para kalacaktır. Başlangıçtaki 50.000 lirası ile 100.000 lira kazanmış olacaktır. Yani 2 katlı bir kaldıraç etkisi yaratmış demektir.

Eğer elindeki bu parayla yeniden ev almak isterse, arz talep gereği fiyatlar artacaktır. Bu da daha fazla kredi kullanmayı gerektirecektir. Risk ve borçlanma artarken ekonomik çevrim de balon patlayıncaya kadar devam edecektir.

Varlık enflasyonunda likiditenin etkisi

Varlık enflasyonu yukarıda anlatıldığı kadar basit bir süreç değildir. Şimdi hikayeyi biraz daha zorlaştıralım.

Deniz kenarında bir ev almayı düşündüğümüzü varsayalım. Satılık sadece 3 ev olduğunu biliyoruz. Çünkü deniz kenarındaki evler fazla sayıda olmadığı için geri kalanlar, ilk sahiplerinin veya çok zenginlerin elindedir ve olağanüstü şartlar oluşmadığı sürece evlerini satmayı düşünmeyeceklerdir. Böyle bir evi, fiyatı ne olursa olsun almayı düşünen bir Rus işadamının piyasaya girdiğini kabul edelim. Üç evden birinin satış fiyatının iki katını rahatça ödeyebilecek güçtedir. Satıcı bu fırsatı değerlendirir ve 1 milyon liralık evi 2 milyon liraya Rus işadamına satar. Bu alışverişin sonucunda, satılık olan diğer iki evin sahipleri evlerinin fiyatlarını derhal iki katına çıkaracaklardır. Bunun sonucunda bu evlerin alıcıları da borçlanma miktarlarını teknik olarak iki katına yükselteceklerdir.

Halihazırda pazarda satılmayı bekleyen 2 ev daha vardır. Bir inşaat firması sahibi ve bir petrol şeyhinin yeni kurdukları ortaklıkları için bir işyeri aradıklarını düşünelim. Böyle bir rekabet savaşında kalan iki evden birinin fiyatının, Rus işadamının ödediği fiyatın %100 üzerine çıkması normal bir durumdur. Yani deniz kenarındaki evlerin fiyatı 4 milyon liraya yükselecektir.

Likiditenin dağılımı neden paralellik göstermiyor?

Gerçek dünyada sadece deniz kenarındaki evler gibi birçok varlık balonu oluşmuştur. Bunun önlenmesi mümkün gözükmemektedir. Fakat dikkat edilmesi geren önemli bir husus vardır. Balonun oluşturduğu likiditenin dağılımı tüm taraflara aynı paralelde olmamaktadır.

Küçük bir adada yaşayan iki kabilenin olduğunu düşünelim. Nüfusun %99’unu oluşturan “Çalışkanlar” ve nüfusun %1’ini oluşturan “Zekiler”. Aynı anda adaya yerleşen bu kabileler başlangıçta çok az sermayeye sahiptirler. Her iki kabile de başlangıçta çok çalışır, sanayi ve ticarette büyük bir işbirliğine girerler. Fakat zekiler kabilesi iyi eğitimli, yetenekli ve tutumlu olmanın yanında hırslı ve ticari ahlaktan yoksundur. Bu nedenle kısa zamanda çalışkanlardan daha fazla servete sahip olurlar. Nüfusun %1’ini oluşturan bu kabile çok geçmeden adadaki işlerin tamamını yönetir hale gelir. Akıllı oldukları için kazandıkları servetin bir bölümünü çalışkanlar kabilesinin liderlerine dağıtırlar. Böylece adadaki tüm hükümet ve askeri güçleri kontrol altına alırlar.

Sistem bir süre mükemmel şekilde işler. Çalışkanlar arasındaki birkaç akıllı kişi bu zenginlikten kendilerinin de pay alması gerektiğini söyler. Adadaki varlıkların fiyatı giderek artığı için daha fazla para ödemektedirler. Nedeni açıktır. Varlıkların tamamı zekilerin ve çalışkanlar içindeki elitlerin elindedir ve onlar da bu varlıkları düşük fiyatlardan satmak istememektedirler. Sistemdeki çıtırtılar artmaktadır. Çünkü zenginlik giderek daha az insanın elinde toplanır olmuştur. (Tıpkı bugünkü dünya gibi. Halkın %10’unun zenginliğin %70’ini elinde tutması.)

İşlerin sıkışmaya başladığı anda zekiler, çalışkanları mutlu ve kendilerini daha da zengin edecek yeni bir zenginlik yolu bulurlar: Globalizasyon. Ada dış ticareti keşfeder ve yabancı yatırımlara koyulur. Düşük maliyetlerle başka adalarda yapılan yatırımlar sonucu üretilen mallar ithal edilerek çalışkanlar kabilesine daha ucuza satılmaya başlanır. Böylece çalışkanlar kabilesi görece ve hayali bir zenginliğin içine girer. Fakat asıl zenginlik zekilerin elinde kalmaya devam eder.

Bu yeni sistem de bir süre başarıyla işler. Halk malları ucuza aldığı için mutludur ama bir şeyi fark eder: Adadaki işler başka ülkelere gittiği için ücretler düşmektedir. Zenginlik hala zekilerin elinde ve varlık fiyatları da hala artmaktadır.

Böyle devam eden hikayenin bugün hangi noktaya geldiği ortadadır. Varlık fiyatları artarken paranın değeri azalmış ve varlık enflasyonu çalışkanlar kabilesi için zenginlik yaratamamıştır.

Varlık enflasyonu zenginlik yaratma değil, bir fiyat ayarlama prosesi olarak işlemiştir.

13 Şubat 2009 Cuma

Saatli bomba türev ürünler



Finansal erime tüm dünyayı sararken, en ateşli savunucuların bile geçerli bir mazeret bulamadıkları Wall Street’in gizli saatli bombası türev ürünler üzerine endişeler giderek artıyor. Yaratıcılarının bile detaylarında saklı olan riskleri ve gizli doğalarını tam anlamadıkları bu kompleks finansal kontratlar neden yaratıldı? Son derece akıllı olduğu düşünülen yaratıcılarını bile nasıl şaşkına çevirdi? Bomba ne zaman patlayacak? Ardı arkası gelmeyen bu sorulara yeniden yanıt bulmaya çalışalım.

Türev ürün nedir?
En basit algılamayla, bir çeşit bahis ya da kumardır denilebilir. Bugün belirlenen bir fiyattan alınıp ya da satılan kontratların, belli vadeler sonunda el değiştirmesi olarak da tanımlanabilir. Varant denilen hisse senedi opsiyanları ve emtia ile ilgili future kontratlar gibi tamamen zararsız kabul edilen çeşitleri de mevcuttur. Mesela bir çiftçi, 3 ay içinde hasat edeceği buğdayını, bugün belli bir fiyattan bir tahıl alıcısına satabilir. Bu sözleşme, çiftçiye fiyatı bugünden sabitleme imkanı verirken, tahıl alıcısına da ileride fiyatlar yükselse bile, daha düşük bir fiyattan buğday alma garantisi verir. Böylece her iki taraf belirsizlik ve riski elimine etmiş olur. Fakat son yıllarda, son derece karmaşık formda türev ürünler finansal sistemin her köşesini istila etmiştir.

Nedir bu yeni türev ürünler?
Bunlara kredi türevleri deniyor. Borçlunun tahakkuka düşme ihtimaline karşı bir tür sigorta gibi dizayn ediliyorlar. 1990’larda kullanılmaya başlayan bu enstrumanlar, 11 Eylül krizinin sonrasında, FED başkanı Alan Greenspan tarafından faizlerin %6.5’ten %1’e indirilmesiyle oldukça popülerlik kazandı. Paranın ve borçlanmanın son derece kolaylaştığı bu günlerde, krediler hayatın her alanına yayılmaya başlamıştı. Çok geçmeden de menkul kıymetleştirme geldi. İşte o anda Lehman Brothers, AIG ve Merrill Lynch gibi dev finansal kuruluşlar, menkul kıymetleri satın alan yatırımcıları tahakkuklara karşı korumak için kredi türevlerini üretmeye koyuldular.

Neden yeni türevler bu kadar vazgeçilmez oldu?
Bu karmaşık türevlerin piyasanın üzerinde getiri sağlaması, risklerinin küçümsenmesine neden oldu. Yatırımcılar 3A ratingli menkul kıymetler aldıklarını düşünüyorlardı. Satıcılar ise ev fiyatlarının ilelebet yükseleceğinden emindi. Ve tüm taraflar kaybedilecek hiçbir şey göremiyordu. Finansal kuruluşlar kredi tahakkuk swaplarını, yüksek primler karşılığı satmayı sürdürdüler. Dünya sigorta devi AIG bile bu pazara hiç düşünmeden girdi. Kurumun türev ürünler yöneticisi J.Cassano’nun geçen yılki açıklaması aynen şöyleydi: “Küstahlık olarak algılanmasın ama, kredi türevleri pazarında 1 dolar bile kaybetmemiz çok zor.”

Buffett neden uyardı?
Dünyanın en ünlü yatırımcılarından Warren Buffet’ın 2003 yılındaki “finansal kitle imha silahları” benzetmesi kredi türevleri için ilk önemli uyarıydı. Finansal düzenleyicilerin kontrol edememenin ötesinde, izleme bile yapamadıkları bu katrilyon dolarlık gizli kumarhane, global sistemin sağlığını ciddi olarak tehdit etmeye başlamıştı. AIG, Lehman Brothers ve Bear Stearns trilyon dolarlık işlem hacimlerine ulaşmıştı. Pazar bulutların üstünde uçuyordu.

Peki, ne oldu da işler bozuldu?
Ev fiyatlarının düşmesi, faizlerin yükselmesi kredi geri ödemelerinde aksamalar yarattı. Ev piyasasındaki bozulma bir anda türev ürün satışlarına sıçradı. Aniden yükselen tahakkuklar, bankacı ve yatırımcıları zengin eden türev ürünlerin değerini düşürdü. Menkul kıymetleri garanti eden AIG, Lehman ve Bear Stearns, verdikleri garantinin yükümlülüğünü yerine getiremedi. Olabilecek en kötü senaryo yatırım bankaları ve sigorta şirketlerinin çökmesine neden oldu. Hükümetlerin kurtarma çabalarına rağmen bankaların elindeki türevler, henüz en kötü senaryonun yaşanmadığını gösteriyor.

Çok değil daha bir yıl önce 1 dolarlık zararın bile imkansız görüldüğü türev ürünler, global ekonomiyi çökme noktasına getirmiş durumdu. Bakalım asıl patlama ne zaman gelecek?

11 Şubat 2009 Çarşamba

Bir whistleblowing skandalı

Jeffrey Wigand’ın gerçek hayat hikayesini anlatan The Insider filmini hatırlayanlar olacaktır. Çalıştığı sigara şirketindeki üst düzey yöneticilerin, bilinçli olarak, kimyasal yöntemlerle muhteviyatı değiştirilen nikotinin içine, kansere neden olan ve bağımlılığı arttıran maddeler koyduklarını itiraf eden Jeffrey Wigand, bu filmle tarihe geçmişti.

Etkileri derin olan bu büyük skandalı 1993 yılında ortaya çıkaran doktor Jeffrey Wigand, ekonomi tarihinin en önemli itirafçılarından biriydi. Whistleblowing denilen ve ülkemizde de birçok şirketin insan kaynakları politikası içinde uygulama alanı bulan bu itiraf mekanizması, çalışanların kurum içinde karşılaştıkları suistimal ve benzeri olayları, üst yönetime direk olarak bildirme imkanı sağlıyor. Çalışanların bu ihbarlarda kimlikleri gizli tutulurken, özlük hakları da koruma altına alınıyor.

Finansal krizin enkaza çevirdiği ekonomik sistemin tüm parçaları gibi, whistleblowing de ağır yara alacak gibi gözüküyor. Bugün İngiltere’den gelen yeni bir skandal haberi, bu fikri fazlasıyla destekliyor.

2000’li yıllardan sonra ortaya çıkan, “hırs” duygusunu en tepeye koyan ve ne olursa olsun hırslı insanları istihdam etmeye öncelik veren İnsan Kaynakları modeli, bugün artık açık bir şekilde iflas etmiştir. Beraberinde komple bir global ekonomiyi de iflasa sürükleyerek.

Bankacıların kör hırslarının çökme noktasına getirdiği İngiliz bankacılık sistemi, bugün yeni bir skandalla çalkalandı. Başbakan Gordon Brown’un baş danışmanlarından Sir James Crosby, batışın eşiğindeyken geçen ay Lloyds TSB’ye satılan HBOS’un CEO’luğunu yaptığı dönemde, bankanın “tehlikeli satış politikaları” nedeniyle yönetim kurulunu uyaran risk yöneticilerinden Paul Moore’u işten attığının ortaya çıkması nedeniyle istifa etti.

Hikaye kısaca şöyle. 2002-2005 yılları arasında HBOS’un risk yönetiminden sorumlu Paul Moore, bankanın faaliyetlerinin riskli olduğunu ve geleceğini tehdit ettiğini fark eder. Banka yönetiminin maliyeti ne olursa olsun büyüme isteğinin, agresif satış politikaları ile birleşmesinin bankayı uçuruma sürüklediği, tüm risk yönetim ekibi tarafından sezilmektedir. Paul Moore, icradaki bu ölümcül yanlışlığın, şirketin sağlığı üzerinde ciddi riskler yaratacağını yönetim kuruluna bildirir. Sürdürülebilir olmayan kredi balonu üzerine kumar oynamanın intihar olduğunu ayrıntılarıyla anlatır. Aldığı cevap şaşırtıcıdır. CEO Sir James Crosby tarafından görevine son verilir ve yerine bankacılık ve risk yönetiminde tecrübesi olmayan başka bir yönetici atanır.

Tabi yasal haklarını kullanan Moore tazminat almaya hak kazanır ama bankanın çökmesinin ardından bu olayın dün itibariyle gündeme taşınması, hikayeyi başa sardırır. Moore açıklamalarında şöyle diyor:

“Bankanın çok hızlı gittiğini düşünüyordum. Bankanın ve müşterilerin korunmadığı açıktı. Bankanın satış kültürü, bankanın sistem ve kontrol politikalarıyla hiçbir denge ve uyum içermiyordu. Banka yöneticileri, subprime denilen alt segmentteki müşterilere verilen kredilerin artmasından dolayı herhangi bir endişe taşımıyorlardı. Şirket yönetiminin önemli konulardaki kararlarının tamamının hatalı olması, bankanın çöküşünün altında yatan temel etkendir. Bankacılıktan anlamayan risk yöneticileri bile bir şeyi iyi bilirler: İşi, yeterli geliri ve varlığı olmayanlara verilen krediler büyük risk taşır. Eğer bir varlığı satın almak için, o varlık değerinde bir kredi verirseniz ve kredinin teminatı olarak, o varlığı yeterli görür ve varlığın fiyatının daima artacağını düşünürseniz, delirmeye çok yakınsınız demektir. Bunları görmek için bilim adamı ya da ekonomist olmaya ihtiyacınız yok. Biraz sağduyu yeterli. Gözünü para hırsı, güç ve gurur bürümemiş herkes, bir problem olduğunu rahatça görebilirdi. Peki, neden uzmanlar bunu göremedi?.. Hepsi de biliyordu fakat onlara susmaları için para veriliyordu. Onlar da konuşmaya korkuyorlardı.”

Moore’un sözleri krizin manifestosu gibi.

Whistleblowing mekanizmasının, çalışanlar arasındaki kıskançlık ve öfke gibi kısır konuları gündeme getiren verimsiz bir politika olduğu, hayati konuların, herkes açısından hayati olması nedeniyle, itirafçının hayatına mal olarak sonuçlanacağı, bu olayla bir kere daha ortaya çıkmıştır. Moore, son gelişmelerden sonra köşe bucak kaçan yönetim kurulu üyelerini anımsatarak, “kralın yeni giysileri” gibi herkes hala neyin yanlış gittiğini soruyor, diyor: “Oysa kral çıplak!”

10 Şubat 2009 Salı

Debt/Equity Swap - Dış Borç/Yatırım Takası nedir?

Giderek derinleşen finansal kriz, şirketleri, alışılmadık davranışlara sevkediyor. Dünyanın en büyük rulman üreticilerinden Alman Schaeffler Group, lastik üreticisi Continental’i geçen yıl Ağustos ayında satın almasından sonra girdiği büyük krizi bir türlü atlatamadı. Satın almanın yarattığı 14 milyar $ tutarındaki borcun, sıkılaşan kredi piyasaları nedeniyle konsolide edilememesi ve beklenen devlet yardımının da gelmemesi, şirketi debt-equity swap denilen dış borç-yatırım takası seçeneğine yöneltti. Öncelikle debt-equity swap’ın ne olduğunu anlamaya çalışalım.

Dış borç-yatırım takası nedir?
Finansal yapılanmaya karar veren şirketlerin, uzun vadede mali yapılarını güçlendirmek için uygulayacakları yöntemlerden biri debt-equity swap ihraç etmektir. Dış borç-yatırım takası sürecinde, tüm tahvil yatırımcılarına, sahip oldukları tahvilleri, aynı şirketin hisse senetleri ile değişme hakkı verilir.

Basit bir örnekle açıklamak gerekirse; bir yatırımcının elinde, ABC şirketine ait 1.000 liralık tahvil olduğunu düşünelim. Şirket yeniden yapılanma politikaları doğrultusunda, tahvil yatırımcılarına, tahvillerini hisse senetleri ile değişmeyi önersin. Değişim oranı da 1:1 olarak kabul edilsin. Eğer tahvil sahipleri bu öneriyi kabul ederse, 1.000 lira nominal değerli tahvillerini vererek 1.000 liralık hisse senedi almış olurlar.

Şirket bu takası yapmakta sonuna kadar kararlıysa, anlaşma şartlarını iyileştirerek, değişim oranını 1:1,5 olarak da belirleyebilir. Bu durumda tahvil sahipleri, 1.000 liralık tahvil karşılığı, 1.500 liralık hisse senedi almış olurlar. Yani bu takastan nominal olarak 500 lira kazanmış olurlar. Şirket ise, vadesi gelen ve gelecek dönemlerdeki faiz yükümlülüklerini iptal ederek, yatırımcılara olan nakit transferlerini durdurmuş olur. Başka bir deyişle iflastan kurtulur.

Schaeffler Group’u böyle bir işleme zorlayan neden, tahvillerden kaynaklanan kupon veya nominal değer ödemelerini gerçekleştirebilecekleri nakde sahip olmamaları. Royal Bank of Scotland’ın liderliğindeki kreditör bankalar, şirket sahibi Maria-Elisabeth Schaeffler’i, elindeki hisseleri tahvil sahiplerine bedelsiz olarak dağıtmaya zorluyor. Eğer Schaeffler bu baskılara dayanamayıp elindeki hisseleri havaya saçılan para misali tahvil sahiplerinin üzerine atarsa, sanırız finansal krizin yarattığı en dramatik sonuçlardan biriyle daha karşı karşıya kalmış olacağız.

Schaeffler’in kaderi bankaların elinde. Tahviller ve kredilerin ödenmemesi bankalara, şirkete el koyma hakkı veriyor. Fakat bankaların kendi varlıklarını bile satamıyor olmaları, şirketin kontrolünü ele geçirme konusunda onları kararsızlığa itiyor.

RBS’nin yanı sıra UBS, Commerzbank, Dresdner Kleinwort, Landesbank ve UniCredit, Continental’in satın alınmasında kullanılan kredinin 13 milyar $’dan fazla kısmını temin ettiler. Aslında Schaeffler, başta bu satın almayı hiç düşünmemişti. Türev enstrümanlarla şirketteki küçük hissesini kuramaya çalışıyordu. Fakat Lehman Brothers’ın çökmesi, Continental yatırımcılarını paniğe sevketti. Hissedarlar, şirketin hisselerinin %30’unu Schaeffler’in kucağına bırakıverdi bir anda. Kısa bir süre içinde, Schaeffler, bedelini nasıl ödeyeceğini düşünmeden şirketin %90’dan fazlasını ele geçirdi.

Bu dev satın almanın ekonomi açısından önemli bir yanı var. Schaeffler, kendisinin üç katı büyüklüğündeki bir şirketi, tamamen yabancı kaynak kullanarak satın alarak nasıl bir düşmancıl tutum sergilediğini göstermenin yanında, ekonomik krizi bu noktaya getiren “hırs” duygusunun da en çarpıcı örneklerinden birini ortaya koymuştur.

Alman Merckle’den sonra, bakalım dünyanın en büyük 2. oto tedarikçisinin sahibi Schaeffler ailesi, çöken otomotiv sektörünün altından çıkabilecek mi?

9 Şubat 2009 Pazartesi

Nakit para artık kral değil!


Dünya, merkez bankalarının faizleri sıfıra doğru çekme coşkusunu, büyük bir merak ve dikkatle izliyor. Sıfır faizli dünya, yatırımcıları, paralarını mevduat, likit varlıklar ve hazine bonolarından çekme yönünde cesaretlendirirken, hisse senedi ve özel sektör bonoları gibi riskli yatırım araçlarına yönlendiriyor. Hatta merkez bankaları, parasal gevşeme politikaları doğrultusunda, hisse senedi, kredi ve mortgage bazlı menkul kıymetler satın alarak, yatırımcılara bu piyasaları yeniden özendiriyor ve uzun vadede, riskli varlıkları eritmeyi amaçlıyor.

Vadeli hesaplarından giderek daha düşük bir gelir elde eden mevduat sahipleri ise oldukça karışık duygular içindeler. Mevduata, bankaların bu kadar ihtiyaç duydukları bir dönemde, faizlerin sıfıra doğru gerilemesi kolay anlaşılacak bir durum değil.

Sıfıra doğru faiz yarışının lideri şu an ABD hükümeti. Borçlanma oranları sıfır düzeyine çekilmiş durumdu. Onu %0,1 ile Japonya, %1 ile İngiltere ve %2 ile Avrupa Birliği izliyor. Risk primi en yüksek ülkeler bile, bu yarışa irrasyonel bir acelecilikle katılmış haldeler. Sanırız Cash is King (nakit para kraldır) dönemi yavaş yavaş tarih oluyor. Artık “Cash is not King” (nakit para kral değil)

Cash is King nedir?
İş hayatı analizlerinde sık kullanılan bir klişedir cash is king. Nakit akışlarının, finansal zindelik için önemini vurgular. Yeteri kadar nakit paranın, kısa dönemli operasyonlar, fırsatlar ve yatırımlar için ne kadar önemli olduğunu ifade eder. Basit bir örnekle önemini anlatmaya çalışalım.

Bir şirketin bilançosunda, alacaklar kaleminin çok yüksek olduğunu düşünelim. İşletme sermayesi olarak kabul edebileceğimiz bu varlıklar, aynı zamanda şirketin likidite oranlarını da yükseltecektir. Fakat bu yüksek alacak düzeyi, her çeşit satın alım, işçi ücretleri ve genel işletme giderleri için gerekli nakdi sağlamaya belirli bir anda katkı yapamayacaktır. Kısa bir süre içinde bu alacakların nakde döndürülememesi durumunda da, işletme sermayesi varlığına rağmen, şirket teknik olarak iflas haliyle karşı karşıya kalacaktır. Bu nedenle her zaman “ nakit para kraldır.”

Nakit para, cebimizdeki para olarak algılanmamalı. Vadeli hesaplardan hazine bonolarına kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan sabit getirili enstrümanlar, son birkaç yıl içerisinde yatırımcılara büyük getiriler sağladılar. Güvenli bir liman olma özelliği de taşıyan bu ürünler, aynı zamanda nakit paranın saklandığı bir yer de oldu. Bankacılık anlamında nakit para, bu düşük riskli alanlardaki paraları ifade ediyor.

Peki, neden nakit para hala kral değildir?
Faiz oranlarındaki gerileme, FED’in uyguladığı nakit para yatırımların getirilerini düşürerek, hisse senetleri ve şirket bonoları gibi riskli alanlara yatırımı teşvik edip, bu piyasalara likidite ve güven kazandırmaktan başka bir şey değildir. Risksiz yatırımın getirisinin olmayacağı, sadece riskli yatırımların getiri elde etme ihtimali taşıdığı düşüncesi, yeni bir global finansal politika olarak uygulanmaya başlıyor.

Vadeli hesap riskli bir enstrümandır!

Yıllardır yatırımlarını riskten korumak için vadeli hesapları seçen insanlar, artık bir şeyin farkında olmaları gerekiyor. Bu süreçte, sabit getirili menkul kıymetler, başta hazine bonoları ve vadeli hesaplar artık riskli yatırımlar gibi durmaktadır. Şu anki faiz oranı politikalarıyla bu alanlarda yatırım yapmak, reel olarak para kaybetmekten başka bir şey değildir. Çünkü sıfıra yaklaşan faiz oranları, paranın zaman değerini görmezden gelirken, nakit parayı sadece acil durumlar için bulundurulabilecek bir ürün haline dönüştürmektedir.

Paradan para kazanma dönemi yerini yavaş yavaş, “riskli yatırımlar dışında tutulan paradan para kaybetme dönemine” bırakıyor. Faiz götürüsüne hazırlıklı olmalıyız.

5 Şubat 2009 Perşembe

Bankacılar ne kadar kazanmalı?



Finansal kurumların kar ve bonus dağıtma dönemleri yaklaşıyor. Yüksek bonusları oldukça çok seven bankacılar, özellikle de üst düzey yöneticiler, şimdiden heyecanlanmaya başladılar bile. 2008 yılında bonuslar düşecek olsa da, sektörün acıklı performansıyla kıyaslandığında yüksek olacağı kesin.

Bankacıları verilen kar payları gerçekten yüksek mi?

Rakam ekonomistleri şunu savunuyor: “Finans, daima “yüksek beceri-yüksek getiri” ilişkisini gözeten bir sektördür. Bu nedenle bankacılar, her zaman iyi eğitimli olmalı ve ortalama işçilerden daha yüksek kazanmalıdır. Bu aynı zamanda insan kaynaklarının verimli kullanıldığını gösterir.”

Bankacıların tezi ise şöyle: “Ücretlerimiz, ekonomiye olan katkımız düşünüldüğünde düşük seviyede.”

Piyasa aktörlerinin bakış açısı: “Piyasalar yükselişe geçtiğinde, finansal sektördeki ücretlerde artmalı. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok.”

Teknoloji hipotezi: “Madem bankacılar tüm getirilerini bilgisayarlar aracılığıyla sağlıyorlar, neden öyleyse bu kadar çok kazanıyorlar?”

Tüm bunlar sadece birkaç bakış açısı. Farkları, hepsinin birbiriyle ilişkisiz olması, benzerlikleri ise hiçbirinin tamamen doğru olmaması.

Finansal kurumların ardı ardına devletleştirilmesi, gözleri fenomen haline dönen finansal sektör ücretlerine çevirdi. ABD’de yapılan araştırmalarda, 80’li yıllardan sonra bankacılık ile diğer sektörler arasındaki ücret farkının giderek açılmaya başladığı görülmüştür. 2000’li yılların başında ortalama bankacı ücretleri, diğer sektörlerin %60 üzerinde bulunmuştur. Bu fark, ücreti belirleyen faktörlerle birlikte değerlendirildiğinde %40 fazladır ve en son 1929 yılında yaşanmış bir durumdur.

Bankacılara ne kadar ödenmeli?

Ekonomistlerin düşüncesi şöyle: Bankacılara az ücret ödendiğini varsayalım. Şüphesiz bu ahlaki açıdan arzu edilir bir durum olacaktır. Fakat ekonomik verimlilik açısından oldukça zararlı sonuçlar doğurması muhtemeldir. Yetenekli insanların daha fazla çalışma şevkini kırarken, finansal inovasyonun azalmasına neden olacaktır.

Bugünlerde, keşke böyle olsaydı diye düşünenlerin sayısı bir hayli fazladır herhalde.

Mezuniyet öncesi cazibe

Bugün iyi okullarda okuyan öğrencilerin, henüz mezun olmadan, finansal şirketler tarafından kışkırtıldıkları gerçeği ortadadır. Yüksek ücretler ve yüksek mevkiler vaat edilerek büyük bir cazibe balonu yaratılmaktadır. Fakat kriz bir kere daha göstermiştir ki, bu yüksek IQ’lu işgücü verimli şekilde kullanılamamaktadır. İtiraf etmek gerekir ki, finansal sektör yatırımcılar, girişimciler ve merkez bankaları zincirinde bir ara halkadır. Fakat ekonominin gerçek istek ve ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Bununla birlikte, yaşanan global finansal krizin mimarı, aşırı kreditizasyon ve mortgage balonu yaratan bankalar olarak kabul edilmektedir. Son zamanlarda yaşanan olaylara baktığımızda, finansal sektör CEO’ların göründüğü gibi üst düzey kişiler olmaktan çok, zihinsel handikap taşıyan kişiler olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle bankacı ücretlerinin azalması, yetenekli ve iyi eğitimli genç jenerasyonun diğer sektörlere katılmasını hızlandıracaktır. Bu da yaratıcı enerjinin sosyal yararını yükseltecektir.

3 Şubat 2009 Salı

Gölge bankacılık sistemi

Finansal kriz derinleştikçe, kredilerini geri ödeyemeyenlerin sayısı da artıyor. Konut kredilerini ödeyemeyenler ise evsiz kalmak tehdidiyle karşı karşıya. Hükümetlerin, ev sahiplerini koruma yönlü politikalar geliştirmesi, krizin derinleşmemesi için önemli bir iyileştirme çabası olarak algılanıyor. Peki, doğru mu algılanıyor?

Hükümetlerin, ev sahiplerini koruma politikaları, mortgage sahipleri olarak anlaşılıyor. Ama bu büyük bir yanılgı. Mortgage kanunlarına göre, evlerin gerçek sahibi bankalar olduğu için (ipotek nedeniyle), kurtarılacak ev sahipleri de onlar olacak tabiki. Ne büyük bir ahlaki çöküş.

Bu noktaya gelmemize neden olan gölge bankacılık sistemi, bakalım bundan sonra bizi ne tarafa götürecek?

Bir mortgage ile başlayarak, gölge bankacılık sisteminin aşama aşama nasıl işlediğini ve bizi bu noktaya nasıl getirdiğini bir kere daha özetleyelim.

Aşama 1: Bankaların, gelirleriyle bu kredileri ödeme ihtimali olmayanlara (subprime), konut kredisi vermeleriyle kısır döngü başlamış olur. Ama geri ödenmeme pek mühim bir konu değildir. Çünkü krediler, fiyatı sürekli yükselen gayrimenkul ipoteğiyle teminatlandırılmış durumdadır. Dileyene önceleri küçük ödemeler yaparak, belirli dönemlerde yapılacak ana ödemelerle (balon), kredi alma imkanı da tanınır. Nasıl olsa konutların fiyatı daima yükselecek ve ödenmeyen anaparalar ve faiz sorun olmayacaktır.

Aşama 2: Daha sonra bankalar bu kredileri, bono benzeri menkul kıymetlere dönüştürürler. Aceleye gelmiş bir paketleme görüntüsüyle, iyi ve kötü ödemeli krediler aynı pakete konuverir. Bu karışımın tahakkuk riskinin az olduğu hesaplanır ve rating şirketleri tarafından (Moody’s, Standart&Poors ve Fitch) 3A ile tescillenir. Rating şirketlerinin ücretleri de paketleten banka tarafından ödenir.

Aşama 3: Bu menkul kıymetler içindeki tahakkuk riskini izole etmek ve ivedilikle kar elde edebilmek için, bankalar, özel bir yapı oluştururlar. SIV (structured investment vehicle) denilen bu birimler, kendilerini yaratan bankalardan ayrı olarak hareket ederler. Kısa vadeli kredi alıp yaratıcı bankalarına verirler. Karşılığında da, bankaların yarattığı uzun dönemli menkul kıymetlerin hak ve yükümlülüklerini alırlar. Mortgage ve gayrimenkul teminatlı bonolar, SIV’ler tarafından satın alınır bir bakıma. Böylece bu menkul kıymetler, bankaların mali tablolarından uzaklaştırılırken, hatırı sayılır bir kar da elde edilir. SIV’ler, bu menkul kıymetlerin getirilerini toplayarak, aldıkları kısa vadeli kredilerin faizlerini öderler. Ödeyemeseler de sorun değildir. Bankalar, SIV’lerin arkasındadır nasıl olsa. Konut kredisi alanlar, taksitlerini düzenli olarak ödedikleri sürece herkes mutludur. SIV’ler ödemelerini yapmakta ve ev fiyatları da hala artmaktadır.

Aşama 4: İşleyen teşebbüs, bir süre sonra SIV’leri hisse senedi ve bono ihraç etmeye yönlendirir. Bunları daha güvenli ve satılabilir kılmak için de, “monoline” denilen ve tüm ödemeleri garanti eden bir garantörden yardım alınır. Evrensel mükemmellik ratingi olan 3A bile monoline’lara yeterli görülmemiş ve 4A ratingi özel olarak üretilmiştir. Yani SIV’lerin hisse senetleri ve bonoları, kainatın en garantili menkul kıymetleri olarak satışa çıkmıştır.

Aşama 5: SIV’ler ve monoline’ler, birbirlerine karşı olan yükümlülüklerini, çok özel kontratlara bağlarlar. Tezgah üstü denilen organize olmayan piyasalarda işlem gören bu ürünler, efsanevi kredi tahakkuk swaplarından (credit default swap) başkası değildir. Bugünkü tutarıyla 70 trilyon $’lık piyasa.

Aşama 6: Yukarıdaki anlatılan ürünlerin hepsi aslında kredi türevleridir. Yani bağlı olduğu varlığa ilintili ürünlerdir. Fakat tutarları, garip bir şekilde, bu varlıkların kat kat fazlası hale gelmiştir.

Aşama 7: Gayrimenkul fiyatlarının giderek gerilemesiyle herkes, gölge bankacılık sistemini acı şekilde anlamış oluyor. SIV’ler ve yaratıcı bankaları yükümlülüklerini ödeyemiyor. Monoline’lar yeterli sermayeye sahip olmadıkları için, bu borçları onlar da ödeyemiyor. Kredi tahakkuk swap’ı sahipleri muhataplarını bulamaz haldeler. Ev sahipleri, ödemlerini yapamadıkları için evlerini boşaltmak zorundalar. Bankalar evler için alıcı arıyor. Bulunan alıcıların ev için verdikleri tutar, kredi borcunu ödemeye yetmiyor. Bankalar ve yatırım bankaları, bilançolarındaki varlıkları piyasa değerlerine indirmekle meşguller. Kısaca herkes birbirini uçuruma doğru sürüklüyor.

Sanırız gölge bankacılık sisteminin ne olduğunu anlatabilmişizdir.


Gölge bankacılık sistemi ile ilgili ayrıntılı bilgiye Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti adlı kitabımdan ulaşılabilir...

1 Şubat 2009 Pazar

Para nasıl yaratılır?

1 Ocak 2009 tarihli Kısmi Karşılık (Fractional Reserve) Bankacılığı başlıklı yazımızda, bankacılık sisteminin nasıl para ürettiğini anlatmaya çalışmıştık. Bugün bu konuyu biraz daha detaylandırarak, paranın karmaşık yapısını ve para hakkındaki yanlış anlamaları yeniden açıklayacağız.

Para nedir?
Öncelikle paranın tanımıyla başlayalım.

Yanlış algılama 1: para en önemli değerdir.

Bu doğru değildir. Çünkü para tamamıyla soyut bir muhasebe kavramıdır. Bir deste para, bir deste para değerindedir. Ama değerin kendisi değil, onu ifade eden bir araçtır.

Başka bir ifadeyle, para basit bir datadır (bilgi). İnsana, kendi evreni içinde yönetme yeteneği veren bir data. Planladığı ve arzuladığı şeyleri yapmasına yardımcı olan bir araç.

Muhasebe kavramı olarak ise, ne kadar alınıp/satıldığını ya da sisteme ne kadar enjekte edilip/çekildiğini gösteren bir konsept olarak tanımlanabilir.

Yanlış algılama 2: Çalışarak ya da satarak para yaratılmaz.

Ticari bankalar ve merkez bankaları hariç hiç kimse para yaratamaz. Emek karşılığı yaratılan para, zaten mevcut olan paranın transferinden başka bir şey değildir. Yani insanlar, başkalarından bulunan paranın bir kısmını almak için çalışırlar.

Yanlış algılama 3: Para altınla ilişkilidir.

Bugün dünyada hiçbir merkez bankası, parasını altınla ilişkilendirebilecek kadar fazla altın stoğuna sahip değildir. Bu nedenle altının çıpa olarak kullanılması uygulamasına 70’li yıllardan sonra son verilmiş ve dalgalı kur sistemleri benimsenmiştir. Bugün ülkeler arası para transferlerinin sadece %2’si ekonomiyle ilgilidir. Sistem global bir casino’ya dönmüştür.

Altına konvertibl paranın yokluğu, para ve kredi arzını güçlendirmiştir. Bugün paranın gerçekte ne ifade ettiği şüphelidir. Bir değer saklama aracı olmaktan çıkmış, kredi ve borçları ölçen bir muhasebe aracı haline gelmiştir.

Kısacası bugün artık paranın, altın veya herhangi bir kıymete değil, sadece parasal sisteme duyulan güvene endeksli olduğu söylenebilir.

Yanlış algılama 4: Para basılarak yaratılır.

Günümüz ekonomik sisteminde, para basan hükümet neredeyse kalmamıştır. Para arzının tamamına yakını, artık bankalar tarafından kredi vererek oluşturulmaktadır. Toplam paranın çok küçük bir kısmını oluşturan piyasadaki nakit para ise, merkez bankalarının basarak yarattığı tüm paradır.

Para nasıl yaratılır?
Bu yanlış algılamaları düzelttikten sonra, paranın yaratılma mekanizmasına geçebiliriz.

Para iki şekilde yaratılır. Birincisi fiziki (kağıt) para dediğimiz, merkez bankaları tarafından üretilen gerçek para. Açık Piyasa İşlemleri adlı prosesle, merkez bankaları bastıkları para ile hükümetin ihraç ettiği menkul kıymetleri satın alırlar. Peki merkez bankaları bu parayı ne karşılığı basmışlardır. İşte bu “out of thin air” denilen yoktan var etme işlemidir. Çünkü merkez bankalarının bir bütçeleri yoktur. Paraya ihtiyacı oldukları zaman basma hakları vardır.

Kağıt paranın üretilmesi aşamasından sonra ikinci aşama gelir. Bankalar mevduat olarak topladıkları paranın 10 katını, yoktan var edilen para olarak piyasaya sürerler. Bankaların ürettiği para, matematiksel olarak, merkez bankalarının bastığı paranın 10 katıdır diyebiliriz. Bu süreç, tamamen bankalar tarafından verilen kredilerle yürütülür. Yani insanlar ev, araba veya günlük ihtiyaçları için kredi almaya gittiklerinde, bankalar imzalattıkları formlar ve bilgisayarlarına girdikleri kodlar ile bu parayı yaratırlar. Bu sadece banka olmanın verdiği bir ayrıcalıktır.

Bankalar neden para yaratırlar?
Bankaların bu sihirli para yaratma süreçlerinde, halkın hiçbir inisiyatifi bulunmamaktadır. Sadece bankalar ve Merkez bankalarının Açık Piyasa Komiteleri, paranın ne kadar ve hangi amaçları gerçekleştirmek için üretileceğine karar vermektedir. Bu kararlar tamamen halka kapalıdır. Kredi kullanabileceklerin ne kadar krediyi geri ödeyebilecekleri ve ne kadar faiz ödeyebilecekleri, para üretmenin en temel amaçları olarak görünmektedir. Bu amaçların, başka bir ifadeyle, bankalarının karlılıklarını ilgilendiren amaçlar olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Yani ne kadar çok kredi verilirse, bankalar ve parasal sistem açısından o kadar iyi sonuçlar elde edilecektir.

Paranın, toplumun arzu ettiği şeyler için yaratıldığı algılaması da doğru değildir. Gerçekte para, hiç de istenmeyen amaçlar için yaratılmaktadır. Doğal varlıklarda aşırı tahribat yaratan nükleer santrallerden altın madenlerine birçok alan için, büyük miktarda paranın gerekli olduğu ve böyle projelerin, verilen kredileri faiziyle birlikte geri getireceği düşünülmektedir.

Yine paranın, halkın refahını sağlayan eğitim, sağlık gibi hizmetler için yaratılmaması da ilginçtir. Çünkü bu hizmetler, hiçbir zaman bankalara faiz getirisi sağlamayacakları için vergi döngüsü içinde yer alan parayla yerine getirilmektedir. Bu nedenle bir ekonomideki para arzı ve yaratılan sosyal değer arasında ters korelasyon oluşmaktadır. Basit bir örnekle ifade etmek gerekirse, bir ekonomide kredi arzı arttığı zaman, bir öğretmenin maaşı düşük seviyesini korurken, bir aracı kurum broker’ı lüks bir hayat sürebilecek kadar kazanabilmektedir. Bunu sosyal tahribat olarak yorumlamak sanırız hatalı bir düşünce olmayacaktır.

Para gerçeği

Birçok ekonomist ve para uzmanına göre, bugünkü ekonomik sistemde para, borç anlamına gelmektedir. Eğer hiç kimse bankalardan kredi almazsa ve tüm krediler geri ödenirse, para olmayacaktır. Çünkü gerçek değere sahip olan şey, kredi olarak alınan para değil, karşılığında teminat olarak verilenlerdir.


Paranın yaratılması ile ilgili ayrıntılı bilgilere Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti adlı kitabımdan ulaşılabilir...