31 Mart 2012 Cumartesi

Bhopal faciası ve Subprime krizinin benzerliği

Bhopal. Bu ismi duyunca hala içini korku kaplayan dünyada milyarlarca insan bulunuyor. Birçokları için ise, halkla ilişkiler çarkları çok iyi işletildiği için fazla bir şey ifade etmeyen bir isimdir Bhopal.

3 Aralık 1984 tarihinde dünyanın en büyük çevre felaketi Hindistan’ın Bhopal şehrinde yaşandı. Union Carbide adlı firmanın böcek ilacı üreten fabrikasında meydana gelen kazada, 40 ton metil isosiyanat (MIC) gazının dışarı atılması sonucu 18.000 kişi öldü, 300.000’den fazla kişi ise zehirlendi ya da sakat kaldı. Bölgede bugün bile doğan çocuklar hala hastalıklı ve sakat doğmaya devam etmektedir. Greenpeace’in kazadan 20 yıl sonra yaptığı ölçümlerde, toprakta normalin 6 milyon katı toksik olduğu tespit edilmiştir. Tam bir trajedi.

Kaza sonrası yapılan araştırmalarda MIC tankına giren suyun MIC ile etkileşimi sonucu başlayan ısınma ve sonrasında tankta yükselen basınç güvenlik subaplarını patlatıp bacadan havaya yayıldı. Fabrika yetkililerinin patlamadan saatler sonra haberlerinin olması ve sızan maddenin basit bir gözyaşı gazı türevi olduğunu söylemesi tedbirsizliğin açık bir göstergesiydi. Oysa kaza olur olmaz gerekli duyurular yapılsa bir kişi bile ölmeyebilirdi. Çünkü insanların yapmaları gereken sadece gözlerine ıslak bir bez örtmekti.

Ertesi gün haber kanalları konuyu manşetlerine taşımışlardı. Hepsinde farklı bir trajedi tanımı vardı. Kaza, facia, felaket, kriz, sabotaj, komplo, soykırım ve daha birçok tanımlama. Peki, siz olsaydınız hangisini seçerdiniz?

Yukarıdaki değerlendirmelerin hepsi aslında ortak bir paydada kesişiyor: İnsan faktörü. Bhopal faciası her nasıl tanımlanırsa tanımlansın insanlar tarafından yaratılan bir faciadır. Tıpkı diğer birçok faciada ve 2007 finansal krizinde olduğu gibi.

Bhopal faciasından binlerce insanı koruyacak yöntem son derece basitti. Islak bir bezle gözleri korumak yeterli olabilecekti. Ama bu uyarı yapılmamıştı. 2007 finansal krizine götüren subprime krediler denilen ödeme gücü olmayanlara verilen krediler de böyle bir tedbirsizlikle verilmişti. Subprime kredilerde başlayan geri ödeme problemi önce gay¬rimenkul şirketlerini etkilemişti. Buradaki sıkışıklık çok geçmeden kredi kuruluşlarına yansımıştı. Müşterilerin geri ödeme probleminin daha da büyümesi hem kredi kuruluşlarını hem de kredi kullanan müşterileri iflasa zorlamıştı. Finansal kuruluşlardaki çöküşün mortgage bazlı menkul kıymetlerde yarattığı değer kaybı kısa sürede tüm piyasaları etkilemişti. Hisse senetleri, evler ve mortgage bazlı varlıkların değer kaybı insanları yeni varlıkları satın almaktan uzakta tutarak tüketici harcamalarını durdurmuş tu. Ardından işten çıkarmalar gelmiş ve dünya büyük bir global resesyonun içine girmişti.

2007 finansal krizinin tetikleyicisi subprime kredilerdi. Dünya borç stokunun %1’inden azını oluşturan subpri¬me konut kredileri. Bugün finansal kuruluşların keşke vermeseydik dedikleri subprime krediler. Düzenleyici kuruluşların mortgage şirketlerine “vermeyin” demesi gereken krediler

Dünyanın ilk bestseller’ını belki sen de okumuşsundur?..

Thomas Paine, 1776 yılında, Sağduyu (Comman Sense) adlı kitabını çıkardığında onu kimse tanımıyordu. “Amerika Birleşik Devletleri” ve “asgari ücret” gibi bugün hala kullanılan kavramların mucidi bu büyük filozofun kitabı Amerika’da iki ay içinde 150.000 adede yakın satmıştı. Demografik etkenler göz önüne alındığında bugün bir kitabın aynı başarıyı elde etmesi için iki ayda 8 milyon satması gerekiyor. Bu şu an için imkansız ötesi gibi görünmektedir. Öyleyse uygarlık tarihinin ilk best-seller’ı sayılan “Sağduyu” bu kadar fazla nasıl satabilmişti.

Rivayetlere göre Thomas Paine’in kitabını okuma yazma bilmeyenler bile almıştı. Peki ama neden?

Bu konuda kesin araştırmalar bulunmamakla birlikte kanımca kitabın büyük başarısının altında, bitkin Amerikan kolonilerine sunduğu özgürlük, birleşme ve refah düşüncesi vardır. Çünkü insanlar sahip olmadıkları bu değerlere büyük bir özlem ve hayal duyuyorlardı ve “Sağduyu” adlı kitap bunu onlara sunan bir sembol gibiydi.

Bu düşünceme 19.yüzyılın büyük düşünürü John Stuart Mill'in "Özgürlük Üstüne" adlı kitabını yazmadan önce düşündüklerini dayanak olarak eklemek yerinde olacaktır: "Özgürlük karşıtı fikirler giderek yayılıyor. Neredeyse bütün toplumsal reformcular özgürlüklere karşı. Sadece kitabın adı bile kitabı sattırmaya yeter..."

Hepimizin her an ihtiyaç duyduğu bir şeydir sağduyu. Her ne kadar Descartes, “Sağduyu, dünyada herkese en fazla eşit olarak dağıtılmış olan bir şeydir. Çünkü herkes ona yeter derecede sahip olduğuna inanır. Hatta başka yeteneklerin taksiminden kolay kolay memnun olmayan insanlar bile sıra sağduyuya gelince sahip olduklarından daha fazlasına ihtiyaç göstermezler.” dese de sağduyu finansal hayatın da en önemli gereklerinden biridir.

Thomas Paine’in kitabında vaat ettiği zenginliği, 2007 finansal krizine götüren konut kredilerinde de görmekteyiz. 2000’li yıllardan sonra, “düşük faiz-ucuz kredi” politikalarının yarattığı sanal zenginlik dünyası, eski Amerika kolonileri gibi büyüme hayaliyle yaşayan sıradan insanları bile etkisi altına almıştı. Dünyanın her köşesine yayılmış milyarlarca insan bir mortgage alarak zengin olabileceğinin hayaline kapılmıştı.

Bu alelade ve geçiştirilmesi gereken bir hayal değildir. İnsanlar hikayelerle yaşar. Sosyal araştırmalar, tıpkı Thomas Paine’ın anlattığı “Sağduyu” hikayesindeki parlak düşünce ve vaatlerin, insan davranışlarını motive ettiğini ve soyut hesaplamalardan öteye ölçülebilir davranış değişiklikleri yarattığını ortaya koymaktadır. Hatta araştırmalar, ekonomik sonuçlar doğuran davranışların önemli bölümünün kulaktan kulağa anlatılan ekonomik ve finansal yönü olan hikayeler tarafından şekillendirildiğini göstermektedir. Başarı hikayeleri, insanların yeni şeyler başarmasındaki en güçlü motivatördür. Çünkü hikayeler insanların güven duygusunu tazeler.

2007 finansal krizinde anlatılan hikaye, ev fiyatlarının daima yük¬seleceği hikayesiydi. Bu, sıradan insanların kolayca kabul edebileceği türdendi. Çünkü insanlara, bu sanallığın gerçek olduğunu inandıra¬cak bir sembol sunuyordu: Bir ev sahibi olmak!

Bu gerçek, fiyatların daima yükseleceği pembe düşünü bir anda herkese inandırmıştı. Bir ev satın almak hayaliyle mortgage alan insanlar böylece balona ilk havayı üfleyenler olmuşlardı. Başlangıçta düşündükleri şey bu şişmenin gerçek ve kalıcı olduğuydu. Bir evin fiyatının artmasından daha doğal ne olabilirdi ki? Fakat bu algılamanın gerçek olmadığı kısa zamanda çok acı bir şekilde anlaşılmıştı. Mortgage krediler bestseller olmuştu olmasına ama tüm servetlerini, hayallerini gerçekleştirmek adına bir mortgage alarak ortaya koyanların birçoğu bir anda her şeylerini kaybetme noktasına gelmiştir.

Thomas Paine’ı bestseller yapan “Sağduyu”, bugün finansal sistem içinde varlığıyla değil, vaat ettikleriyle yeni finansal bestseller’lar yaratmaya devam etmektedir. Neden olmasın, dünyanın ilk best-seller'ını belki sen de okumuşsundur.

30 Mart 2012 Cuma

Mona Lisa'yı sen yapsaydın?..

La Jaconde. Ya da bilinen adıyla Mona Lisa. Uygarlık tarihinin en büyük sanatsal yapıtlarından biri. İkinci milenyumun en önemli insanı kabul edilen Leonardo da Vinci’nin 16.yüzyılda yaptığı yağlıboya bir tablo. Taşıdığı gizemler ile paha biçilemeyen dünyanın en önemli sanat varlıklarından biri. Mona Lisa, yüzündeki belirsizlik, kompozisyondaki anıtsallık, atmosferdeki ilginçlik ile yeniden yapılması imkansız bir tablo. Bu nedenle de baha biçilemiyor. Peki, aynısından bir tane daha yapılmış olsaydı Mona Lisa yine baha biçilemez bir harika olarak kabul edilebilir miydi?

Bu tuhaf sorunun yanıtını yazının sonuna bırakarak karar verme sistemimizin değerlendirme işlemlerinde nasıl bir yanılsamaya uğradığını ortaya koymaya çalışalım. Kararların önemli bir kısmı belirsizliğin yüksek olduğu şartlar altında verilir. Bu nedenle çoğu zaman kararlar sezgisel ve rasyonel olmayan değerlendirmeler sonucunda oluşturulur. Yapılan araştırmalar insanların, kararlarını olasılık, sıklık veya değer konusundaki bilinmezlikleri, odaklandıkları bir bilgi ile kıyaslayarak verdiklerini ortaya koymaktadır. Daha açık bir ifadeyle söylersek, hayatta hiçbir şey bir konu hakkında düşünürken o konudan daha önemli değildir.

Fiyatlarını arttırmak isteyen bir telekomünikasyon şirketinin şöyle bir ilan verdiğini görseniz ne düşünürsünüz: “İletişim ücretlerine ayda %10 zam yaptığımız konusundaki haberler tamamen asılsızdır. Zam oranımız sadece %2’dir.” Şüphesiz haberi okuyan birçok kişi zam oranının %10 olmaması nedeniyle rahat bir nefes alacaktır. Şirketin keyfi tutarlılığı tüketicileri kolayca manipüle etmiştir. %10 oranına odaklanan kişiler %2 zammı %10 ile kıyaslayarak rasyonel bir sonuca ulaştıklarını düşüneceklerdir.

Ev almak isteyen birçok kişi eğer daha önce yaşadıkları evin mutfağı küçükse büyük mutfaklı evi almayı daha çok isteyecektir. Her iki örnekten de anlaşılacağı üzere insanlar, yargısal kararlarında bazı faktörlere diğerlerine göre yüksek değer atfetmek gibi bir hataya sıklıkla düşerler.

2007 finansal krizi sonrasında ABD halkı, odaklanma hatasına sürekli düşülmesini, ekonomiyi yönetenlerin, tarihsel perspektifte gereken dersleri almamış olmasını oldukça içerlemişti. Krizin önceden hissedilerek gereken önlemlerin alınması durumunda tahribatın daha az olacağı ortak kanıydı. Fakat insan doğasının kolayca evrilemeyeceğine artık herkes inanmaya başlamıştı. Amerikalılar şöyle düşünüyorlardı: “1941 yılında, Japonya’nın Pearl Harbor’a saldırması öncesinde de birçok sinyal vardı. Japonların tüm hazırlıkları biliniyordu. Ama bu uyarılar tıpkı 2007 finansal krizi öncesinde olduğu gibi ciddiye alınmamıştı. Yerleşmiş an¬layışlar, belirsiz risklere karşı etkili önlemler almanın zorluğu ve maliyeti, dış kaynaklardan gelen verilerin bir araya getirilip analiz edilmesi mekanizmalarının oluşmamış olması, tıpkı o günkü gibi 2007 öncesinde de en temel yetersizlik olarak varlığını sürdürmekteydi. Düşüncelerine en fazla değer verilen, bilgi ve zeka yönünden en önde gelen gözlemciler, sinyalleri tek taraflı yorumlayarak, Japonya’nın Amerika’ya saldıramayacağını, çünkü kazanma şanslarının çok zayıf olduğunu söylüyorlardı. Bu tek ta¬raflı bakış açısından, Japon kültürü hakkında fazla şey bilmedikleri ortadaydı. Çünkü Japonların rasyonel bir kaybetme senaryosundan daha fazla onura önem verdiklerini hesaplayamamışlardı.”

ABD’nin, Japonların kazanamayacakları bir saldırıyı gerçekleştirmek istemeyecekleri düşüncesine demir atarak diğer bilgileri görmezden gelmesi, savaş tarihinin en acı olaylarından biriyle sonuçlanmıştı. Odaklanma hatasının, ihtimallerin değerlendirilmesindeki tek yönlülüğün aşılamaması durumunda ortaya çıktığı daima hatırlanmalıdır.

Şimdi girişte sorduğumuz soruya dönelim. Mona Lisa taşıdığı gizemler ile paha biçilmez bir tablodur. Ama paha biçilmezliğinin arkasındaki en önemli unsur tek olmasıdır. Başka bir Mona Lisa yoktur ve insanların odaklandıkları temel değer biçme mantığı bu argüman üzerine kuruludur. Peki ya aynı tablodan Leonardo’nun öğrencisi olarak siz de bir tane yapmış olsaydınız?..

1 Ocak 2012 tarihinde sanat tarihinin en tuhaf ve şaşırtıcı keşiflerinden biri yapılır. İspanya’daki Prada Müzesinde Mona Lisa’nın bir benzeri bulunur. Leonardo’nun stüdyosunda, gerçek Mona Lisa ile aynı anda yapılan bu tabloyu Leonardo’nun bir öğrencisi yapmıştır. Kopya Mona Lisa ile gerçek Mona Lisa birbirine inanılmaz derecede benzemektedir. Boya kalınlığı, kullanılan renkler ve tablo üzerindeki değişiklikler tıpatıp aynıdır. Hatta bundan daha ilginci orijinal Mona Lisa’nın arka planındaki ustalık bu tabloda daha belirgin ve çarpıcıdır. Öte yandan orijinal tablonun yüzeyinin temizlenmiyor olması Mona Lisa’yı soluk bir ortaçağ kadını yaparken bu tabloda yaşadığı ana götüren parlak bir genç kız haline dönüşmüştür. Sonuç; uzmanlara göre her iki tabloda aynı anda yapılmış ve eşit sanatsal ustalıktadır.

Sanat dünyası adeta şok olmuştu. Dünyanın en ünlü resmine karşı duyulan inanç bir anda değişmişti. Yüzyıllardır Mona Lisa hakkında üretilen sayısız duygusal teoriler bir anda rafa kaldırılmıştı. Otoritelerin odaklandıkları tüm değerler bir anda altüst olmuştu.

İşte, finansal sistem içerisinde verilen kararlarda da bu odaklanmanın yarattığı olumsuzluklar ve kayıplar er ya da geç hissedilir. En doğru karar, en iyi analizlerle verilse bile bir gerçek asla gözden kaçırılmamalıdır: Mona Lisa’yı yapan sen bile olabilirsin!

29 Mart 2012 Perşembe

Dayanıklı tüketim malları nedir?

Her gün biraz daha küreselleşen finansal sistem sıradan insanın hayatına yeni kavramlar sokmaya devam ediyor. Bunlardan son günlerde oldukça sık duyduğumuz biri de dayanıklı tüketim malları siparişleridir. Dün gazetelerde şöyle bir haber vardı. “ABD’de dayanıklı tüketim malları siparişleri Şubat ayında artış gösterdi.” Dayanıklı tüketim malları önemli olduğuna göre şu iki sorunun cevabını vermek yerinde olacaktır. Dayanıklı tüketim malları nedir ve ekonomi için neden önemlidir?

Dayanıklı tüketim malları isminden de anlaşılacağı üzere kolayca bozulmayan ve uzun süre dayanabilen mallardır. Yani satın alındıklarında en az birkaç yıl kullanılan mallardır. Buzdolabı, çamaşır makinası, fırından başlayarak uçak, tren, arabaya kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılırlar. Ama yıllarca giydiğimiz kazak dayanıklı tüketim malları arasında sayılmaz. Çünkü tekstil ürünleri bu kategoriye girmez. Tekstil ürünleriyle birlikte kozmetik ürünleri, gıda, kağıt ve plastik malzemeler gibi ürünler de dayanıklı tüketim malı olarak sayılmaz.

Dayanıklı tüketim mallarının genel karakteristiklerinden biri de bu malların daha pahalı mallar olmasıdır. Bu nedenle insanlar veya şirketler bu malları alım kararlarını erteleyebilirler. Acıktığınız zaman fazla düşünmeden bir restorana girip bir şeyler yiyebilirsiniz. Fakat bir otomobil almak istediğinizde biraz düşünürsünüz. Çünkü bu tamamen ekonomik durumunuzla ilgili bir konudur ve eğer mali durumunuz uygun değilse bu kararınızı erteleyebilirsiniz.

İşte dayanıklı tüketim malları siparişi verisi bu ertelemelerin yapılıp yapılmadığını gösterir. Eğer endeks yükseliyorsa insanlar dayanıklı tüketim malı alım kararlarını ertelemiyorlar anlamına gelir. Bu da bu malları üreten fabrikaların çalıştığı, işçilerin ücretlerini aldığı sonucunu doğurur. Yani ekonominin istenen şekilde gittiğinin sembolüdür aslında dayanıklı tüketim malları.

Finans insanı yalancı yapar mı?

İnsanlar verdikleri kararlarda farkında olmadan hataya yönlenseler de zihinlerindeki çelişkileri bir dengeye oturtmaya son derece istekli ve meyillidirler. Eğer bu otomatik dengeleme işleminde bir yetersizlik olursa bundan rahatsızlık duyarlar ve çeşitli dengeleme yöntemleri bularak bu durumdan kurtulmaya çalışırlar. İnanç, yargı, davranış ve kararlardaki tutarsızlıktan kaynaklanan uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için tutum ve davranışlara uygun bilgiye yönelme eğilimi sosyal psikolojide bilişsel uyumsuzluk (cognative dissonance) olarak tanımlanmaktadır. Bize benzeyen insanlardan hoşlanmamak, kendi mizacımızdan da hoşlanmıyor olmak gibi ağır bir muhasebenin altına sokacaktır ki; bu oldukça rahatsız edici bir durum olduğundan, insanlar kendilerine benzeyen tiplerden genellikle hoşlanırlar. Ya da alıp hiç kullanmadığımız kablosuz kulaklık cihazını, ödediğimiz yüksek bedel nedeniyle son derece faydalı bulmamız gibi.

Bilişsel uyumsuzluğun klasik tanımı Ezop’un Tilki ile Üzümler hikayesinde ortaya konur. Acıkmış halde gezinen bir tilki, yüksek bir çardaktan salınan üzümleri görünce gizlice bağa girer ve üzümleri koparabilmek için yukarı doğru sıçramaya başlar. Fakat üzümler o kadar yukarıdadır ki bir türlü üzümlere yetişemez ve sonunda pes eder. Yavaş yavaş ve bitkin bir halde oradan uzaklaşırken bir taraftan da kendi kendine söylenmektedir: “Bu üzümlerin hepsi zaten koruk; eminim ki çok ekşidirler. İyi ki yememişim.”

Kişinin düşünce ve davranışlarındaki uyumsuzluğu dengeleme eğilimini gösteren iki deney konuyu biraz daha anlamlı ve açıklayıcı kılacaktır. Birinci deneyde deneklere oldukça sıkıcı ve gereksiz bir iş yaptırılır. Belli bir süreyi vida sıkarak geçirirler ve sonrasında deneyi tamamladıkları söylenir. Ama aslında deney burada başlamaktadır. Deneklere salondan çıkarken, görevlinin bugün gelmediği ve dışarıda bekleyen ve sizden sonra salona girecek olan adayı, deneyin çok zevkli bir deney olduğunu anlatan birkaç cümle söyleyerek salona göndermeleri rica edilir. Bunun karşılığında da deneye katıldıkları için biraz para verilir. Deneklerin bazılarına 20 dolar verilirken bazılarına 1 dolar verilir. Denekler sınıf dışında bekleyen kişiye, deneyin ne kadar güzel ve eğlenceli olduğunu anlatarak sınıfa gönderirler. Ayrılırken de kendilerinden dağıtılan formu doldurmaları istenir. Formda deneyi nasıl buldukları sorulmaktadır ve deneyin can alıcı kısmı burasıdır. Bu soruya; 20 dolar alan denekler, deneyin çok kötü bir deney olduğu cevabını verirken, 1 dolar alan denekler iyi ve eğlendirici bir deney olduğu yanıtını verirler. Deneyi gerçekleştirenler çıkan sonuçlara oldukça şaşırırlar.

İkinci deneyde ise öğrencilerden, bozulan eğitim koşullarını protesto etmek için polise karşı gösteri yapmaları istenir. Polis ise göstericilere belli ölçüde mukavemet gösterecektir. Daha sonra öğrencilerden polisin mukavemet göstermekte neden haklı olduğunu anlatan bir makale yazmaları istenir. Makale karşılığı öğrencilerden bazılarına 20 dolar ödenirken, bazılarına 1 dolar ödenir. Daha sonra tüm deneklere yeniden kimin haklı olduğu sorulur. 20 dolar ödenen denekler polisin değil öğrencilerin haklı olduğunu söylerken, 1 dolar ödenen denekler polisin haklı olduğunu söylerler. Sonuçlar yine şaşırtıcıdır.

Deneylerin her ikisi de temelde davranışlar ile düşünceler arasındaki uyumsuzluğu açıkça göstermektedir. İlkinde son derece sıkıcı bir deney diğer adaylara zevkliymiş gibi anlatılmıştı. İkincisinde ise öğrenciler yaptıkları gösteride haklı olduğu halde yazdıkları makalede polisi haklı göstermişlerdi. Peki bu noktada, para alanlar ile almayanların davranış farklılığını nasıl açıklamalıyız?

Aslında her iki grup, hem çok para alanlar hem de az alanlar, düşünceleri ile davranışları arasındaki uyumsuzluğun farkındadırlar. İlk deneye bakarsak her iki denek grubu da vida sıkmanın sıkıcı bir iş olduğunu ve dışarıya çıkınca tam tersini söylediklerini biliyorlar. Ama sadece kendilerine 20 dolar ödenenler daha sonra bu uyumsuzluğu açıklıyor. Çünkü kendilerine yeteri kadar para ödendiği için bu düşünce ve davranış uyumsuzluğuna katlandıklarını düşünüyorlar. Az para alanlar ise bu uyumsuzluğu devam ettirerek yok görmeye devam ediyor. Çünkü davranışlarını değiştiremeyecekleri için tutarsızlığa düşmemek adına düşüncelerini değiştirmek zorunda kalıyorlar.

Profesyonelliğin, uyumsuzluğu ortaya koymada daha başarılı olması ise konunun diğer önemli tarafı. Yeteri kadar para alanlar almayanlara göre uyumsuzluğu açıkça ortaya koymakta bir sıkıntı duymuyorlar. Bu noktada kimseye para ödenmeseydi ne cevap verirlerdi sorusu akla gelecektir. Normal şartlar altında tüm deneklerin ‘çok sıkıcı bir deney, sakın gitmeyin’ ya da ‘öğrenciler haklıdır’ demesi beklenecektir. Ama görüldüğü üzere deneylerde sadece yaptığı iş için yeteri kadar parayı aldığını düşünenler değerlendirmelerini dürüstçe yapabilmişlerdir.

Profesyonelliğin, duyguları fazlasıyla etkilediği bir başka deneyde şöyle ortaya konmuştur. Deneye katılanlardan soğuk bir şişeyi canları acıyıncaya kadar tutmaları istenir. Bunun için bir kısmına para ödenirken bir kısmına ödenmez. Deney sonunda para alanlar almayanlara göre şişeyi üç kat daha uzun süre tutmuşlardır.

2007 finansal krizine götüren en önemli sebeplerden olan ahlaki tehlike (moral hazard) birçok örnekte karşımıza çıkmıştı. En önemli örneklerden biri rating şirketi çalışanlarının yazışmalarıydı. Rating şirketleri, 2000’li yılların başıyla birlikte menkul kıymetleştirme çılgınlığının dışında kalamamıştı. Pazardan pay alabilmek adına, menkul kıymetlerin taşıdıkları riskleri objektif şekilde değerlendirmeksizin 3A rating ile derecelendirmişti. Evrensel mükemmellik notu ile derecelenen menkul kıymetlere talep bir anda artarak büyük bir balona dönüşmüştü. Oradan da krize.

Krizin yarattığı enkazın aydınlanmaya başlaması ile birlikte rating şirketi çalışanlarının düşünceleri ile davranışları arasındaki uyumsuzluğu ortaya koyan ifadeleri açığa çıkmaya başlamıştı. Rating şirketlerindeki analistlerden bir bölümünün yöneticilerine gönderdikleri e-mail’lerde, mortgage bazlı menkul kıymetlere güvenilmeyecek, aşırı abartılı rating’ler verdiklerini itiraf ediyorlardı. Bu durumun üzerlerinde, bu işi yapacak yeterlilikte ol¬madıkları düşüncesini uyandırdığını ve para için ruhlarını şeytana sattıkları hissini yaşattığını belirtiyorlardı. Bir diğer e-mail’de ise, 2006 yılında, bir rating şirketi analisti meslektaşına şöyle yazıyordu: “Boşver, bu iskam¬bilden kule yıkılana kadar biz çoktan zengin oluruz.”

‘Ben akıllı biriyim’ düşüncesi ile ‘bu riskli menkul kıymetlere 3A rating vererek aptalca bir iş yaptım’ düşüncesi birbirleri ile uyumsuzluk yarattığı için yüksek ücretlerle çalışan analistler bu rahatsızlık veren uyumsuzluğu birbirlerine ifade etmekten çekinmemişlerdir. İnsanların ters düşmekten en çok korktukları kişinin yine kendileri olduğu gerçeği bir kez daha kendini göstermiştir.

İnsanoğlu düşünce ve eylemlerindeki uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için çoğu zaman çaba harcamaz. Bilişsel uyumsuzluk teorisinin babası sayılan ABD’li sosyal psikolog Leon Festinger hatanın başladığı bu anı oldukça çarpıcı bir araştırma ile ortaya koymuştur. L.Festinger, kıyamet gününün tarihini bildiğini söyleyen bir dini grubun üyelerinin düşünce ve davranışlarını, bekledikleri kıyamet tarihi geçtikten sonra inceler. Söylenildiği tarihte kıyamet kopmamış fakat grubun üye sayısında da bir azalış olmamıştır. Üyelerin çoğu kıyamet tarihinden önce işlerini bırakmış, evlerini satmış hatta biriktirdikleri parayı bile harcamıştı. Bazıları açısından hayal kırıklığı, bazıları açısından sevinç dolu bu olaydan sonra grubun üye sayısı artmaya başlamıştır. Tüm paradigmasına kaybeden grup için bu durum şaşkınlık vericidir. Üyelere sorulduğunda ise şöyle yanıt vermişlerdir: ‘Çünkü kıyametin kopmaması için çok yalvardık.’

L.Festinger’in belirttiği gibi, insanlardan yalan söylenmesi istendiğinde ve kendilerini haklı çıkaracak bir neden verilmediğinde, söyleyecekleri yalanın doğru olduğuna kendilerini inandırırlar. Bilişsel uyumsuzluk hatasının en büyük tehlikesi zaman geçtikçe düzeltilmesinin zor bir hal almasıdır. Çünkü kimse, ‘madem öyle, şimdiye kadar neden bunu söylemedim’ diyecek kadar hatalarından ders çıkarmaya istekli olmayabilir.

28 Mart 2012 Çarşamba

Dünyanın en iyi Maliye Bakanı sensin!

Borç kavramının ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur. Hiç karşılaşmamış olsak da ne anlama geldiğini bildiğimiz için gelecekte de hiç karşılaşmamayı isteriz. Kişisel borcun ne anlama geldiğini biliyoruz; peki, ülkelerin borcunun ne anlama geldiğini biliyor muyuz? Bir ülkenin borcu nasıl oluşur?

Şimdi küçük bir ülke düşünelim. Bu ülkeyi yönetenler, halkın hayat standartlarını kolaylaştırmak için bir kısım projeler gerçekleştirmek istiyor. Ve yaptıkları hesaplamalara göre de bu projeleri tamamlayabilmek için 100 liraya ihtiyaçları var. Peki adayı yöneten hükümet bu parayı nereden bulacak?

Devletlerin geliri vatandaşlarından topladıkları vergilerdir. Yatırımlar toplanan vergilerle finanse edilir. Diyelim ki bu küçük ülke vatandaşlarından 80 lira vergi topladı. Fakat 80 lira bu projeleri tamamlamak için yeterli değil. 20 liraya daha ihtiyaç var. Bu durumda ülke ne yapmalı?

Ülkenin yapacağı ilk şey vergileri arttırmak olur. Fakat vergileri arttırmak dünyanın her yerinde olduğu gibi bu küçük ülkede de halkın hoş karşılamayacağı bir durumdur. Eğer vergiler artarsa insanların ellerinde kalacak para ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyebilir. Öte yandan bundan daha büyük bir sorun daha var artık. İnsanlar daha az alışveriş yaptıklarında firmalar daha az satacak, firmalar daha az sattıklarında fabrikalar daha az üretecek ve fabrikalar daha az ürettiğinde işçi çıkarmak zorunda kalacaklar. Öyleyse vergileri yükseltmek hiç iyi bir çözüm değil. Peki ama bu ülkenin projelerini tamamlaması için 20 liraya ihtiyacı var ve bu parayı bir şekilde bulması gerekiyor…

Vergileri arttıramayan ülkenin 20 lirayı bulabilmesi için yapması gereken ikinci şey para basmaktır. Yani yoktan para var etmek. 20 lirayı matbaada kısa sürede basabilir. Ama bu çözüme de hükümet yanaşmaz. Çünkü geçmiş ekonomik tecrübeler hükümete göstermiştir ki para basılınca enflasyon denilen bir canavar ortaya çıkıyor. Yani bu küçük ülkedeki varlıklar artmazken piyasadaki para artmış oluyor. Bu durumda varlıkların fiyatlarının artması normaldir. Bir mala daha fazla para ödemek kimsenin istemeyeceği bir şeydir. Öyleyse para basmak da doğru bir çözüm değil. Ama ülkenin hala 20 liraya ihtiyacı var ve acilen bir şeyler yapılması gerekiyor…

İşte hükümetler böyle durumlarda tahvil denilen bir enstrümana başvururlar. Tahvil, halktan borç para istemenin adıdır aslında. Peki, her isteyene borç para verilir mi? Elbette ki verilmez. Ama burada borç isteyen devlettir. Yani ülkede herkesin güvendiği tek kuruluş. Öyleyse herkes tahvil denilen bu alışveriş içinde, belirli bir faiz getirisi elde etmek koşuluyla devlete borç verebilir. Tahvil çıkarırken devlet halkına şöyle der: “Bana on yıllığına 20 lira borç ver; ben de sana her yıl bu borç karşılığı faiz vereyim ve on yıl sonunda da paranı geri ödeyeyim.”

İşte böylece devlet istediği 20 lirayı bulmuştur. Yani 20 lira borca girmiştir. Bu borç artık devletin borcudur.

Yunanistan’ın çöküşünün ardında da bu hikaye vardır. Yunanistan hükümetinin bilmediği şey çıkardıkları tahvillerin borç olduğu ve bir gün geri ödenmesi gerektiği gerçeğidir.

Uygarlık tarihinin en büyük mucidi?

Mark Twain’e uygarlık tarihinin en büyük mucidinin kim olduğu sorulur. Twain’in ne yanıt verdiğini yazımızın sonuna bırakırken Ekonomist Richard Thaler’ın, The Winner’s Curse adlı kitabında sorduğu soruyu yeniden soralım. Sonrasında da cevabını bulmaya çalışalım. Cevabı ararken belki mucidin kim olduğunu da anlayabiliriz.

Thaler’ın sorusu şöyledir: İflasa giden bir petrol şirketi gelecekte petrol aramayı düşündüğü rezerv alanlarından birini satmayı planlıyor. Siz de başka bir petrol şirketinin yöneticisi olarak bu petrol arama alanını almak istiyorsunuz. 3 firmanın teklif vereceğini biliyorsunuz ve siz de 10 milyon dolar olarak teklifinizi hazırlamış durumdasınız. Fakat son anda 7 firmanın daha ihaleye katılacağını öğreniyorsunuz. Şimdi artık sizin dışınızda 10 firma rezerv alanı için teklif verecek. Soru şu: 7 firmanın daha teklif verdiğini öğrendiğinize göre bu alanı almak için vermiş olduğunuz 10 milyon dolarlık teklifi arttırmalı mısınız, yoksa azaltmalı mısınız? En doğru teklif nedir?

Birçok kişi böyle bir durumda teklifi arttırmak isteyecektir. Çünkü rakip sayısının artması, fiyatı arttırmadığınız sürece bu alanı alamayacağınızı düşünmenize neden olur. Fakat burada çok önemli bir husus farkında olmadan göz ardı edilmiştir. Diğer rakiplerin her biri muhtemelen şöyle düşünecektir: “Acaba diğerleri bu petrol alanının değerinin ne olduğunu düşünüyor?.. Öyleyse diğerlerinin düşündüğü fiyatın çok az üstünde teklif vermemiz yeterli olacaktır.”

O anda kesin olan bir şey var ki o da bu petrol alanında ne kadarlık rezerv olduğunu kimsenin kesin olarak bilmemesi. Öyleyse bu yarışı kim kazanacak?

Kazanan, bu petrol alanında ne kadar rezerv olduğu konusunda en iyimser tahmini yapacak şirket olacaktır. Bu da onu rezerv alanının gerçek değerinden daha yüksek bir fiyat vermesi sonucuna yöneltecektir. İşte o an kazananın laneti denilen durumun ortaya çıktığı andır. Birçok rakibin olduğu bu yarışta kazanan muhtemelen kaybeden olacaktır. Şimdi yukarıda sorduğumuz soruya dönelim. Öyleyse en doğru teklif hangisidir? Kazananın verdiği teklifin biraz altında vereceğiniz teklif en doğru teklif olacaktır. Çünkü kazanan bu petrol alanının tahmin edilen gerçek değerinin biraz üzerinde bir fiyat vererek ihaleyi kazanmıştır. Öyleyse sizin yapmanız gereken rezerv alanın gerçek fiyatından teklif vermektir. Bu teklif sonucunda kaybetseniz de en doğru ve en rasyonel kararı vermiş olacaksınız.

Özellikle açık arttırmalarda görülen bu durum kazanan tarafın kazandığı şey için yüksek bir bedel ödemiş olması ihtimaline dayanır. Karar verme anında yeterli bilgiye sahip olunamaması, alınacak olan şeye biçilen farklı değerlerden en iyimserinin kazandığı ve geri kalanların ‘bu kadar etmez’ dedikleri bir sonuca ulaştırır. İşte hayat çoğu zaman bu anlarla doludur; rasyonellik, sezgiler, hırs ve kaybetme korkusunun iç içe geçtiği durumlarda verilen kararlar ve ortaya çıkan hatalarla.

Sanıyoruz Mark Twain’in uygarlık tarihinin en büyük mucidi kimdir sorusuna verdiği yanıtı bulmuşsunuzdur. Bulamayanlar için biz söyleyelim: Hata!

26 Mart 2012 Pazartesi

Ekonominin konserve açacağı!

Hikayeyi duyanlar vardır. Bir gemi kazası sonrası bir fizikçi, bir kimyacı ve bir ekonomist ıssız bir adaya düşerler. Yanlarında sadece karaya vuran konserve kutuları vardır. Acıkınca konserve kutularını açacak bir şey bulamazlar ve konserve kutularını nasıl açacakları üzerine düşünmeye başlarlar. Fizikçi kayalara çarparsak parçalayabiliriz der. Kimyacı kutuları ıslatalım, böylece patlayarak açılmalarını sağlarız diye önerir. İktisatçıya dönerler. İktisatçı şöyle yanıt verir: “Sakin olalım, varsayalım ki elimizde bir konserve açacağı var.”

İşte klasik iktisat teorisi yıllardır elinde bir konserve açacağı olduğunu varsayarak kuramlarını geliştirmiştir. Ama yaşanan finansal kriz bu kopukluğun herkes tarafından fark edilmesini sağlamıştır. Klasik ekonominin elindeki konserve açacaklarından biri de “ceteris paribus”tur.

Üniversitelerin iktisat bölümlerine yeni başlayan öğrencilerin ilk öğrendiği latince sözcük “ceteris paribus”tur. Türkçe karşılığıyla “diğer tüm koşullar sabitken”.

Klasik iktisat teorisinin en temel yetersizliği belki de ceteris paribus yanılsamasıdır. Etkisi araştırılan değişken dışındaki her türlü parametrenin sabit tutulduğu ve normal hayatlarına dönmek için maalesef teorinin bitmesini beklemeleri gerektiğini iddia eden ekonomi varsayımının latince adı ceteris paribus’tur. Örneğin “bir malın fiyatı düştüğünde o mala talep artar” gibi bir ekonomik çıkarım klasik ekonomi tarafından şöyle ispatlanır. Bu malı alacak olanların geliri değişmiyor. Mala karşı duydukları sempati, ihtiyaç, beklenti gibi duygular değişmiyor. O malın piyasadaki rakiplerinin fiyatları da değişmiyor. Reklam yok, pazarlama yok. Öyleyse bu mala talep artacak ve herkes bu malı almak isteyecektir. Peki, böyle bir dünya olabilir mi?

Diyelim ki bir telefon almak istiyorsunuz. Gelirinizin gelecekte hiç artmayacağını ve kredi de kullanamayacağını düşünüyorsunuz. O telefonu o kadar beğeniyorsunuz ki önümüzdeki on yıl içinde bu telefonun yerini alacak bir telefon olacağını düşünmüyorsunuz. Hatta o telefonla benzer özelliklere sahip olan telefonun fiyatı da yıllarca aynı kalacak. Epostanıza hiçbir web sitesinden indirim ilanı gelmiyor veya gelenlere siz bakmıyorsunuz. Alım kararınızı etkileyecek hiçbir reklamı seyretmiyorsunuz. Arkadaşlarınızla da bu konuyu konuşmuyor, internetten tüketici yorumlarını takip etmiyorsunuz. Bu şartlar altında alacağınız telefonun fiyatı düşerse daha çok satılması çok normaldir. Peki bu şartlar günümüz iletişim çağında sağlanabilir mi?

Sağlanamayacağını hepimiz biliyoruz. Alım kararlarının anlık değişen duygular ekseninde hızla değişmesi bugünkü finansal evrenin temel olgusudur. Artık dünya üzerinde ‘diğer tüm durumlar sabitken’ şeklinde bir zaman veya durum yoktur, olması da beklenemez. Bu ekonomi için de geçerlidir. Fakat klasik ekonomi bilimi hala birçok teorisini bu varsayım üstüne kurmaktadır. Ceteris paribus ekonominin sığınağı haline gelmiştir. Klasik ekonomi bilimi teorilerinden vazgeçememekte, toplumun içinden geldiği ve topluma dönmek zorunda olduğunun farkına varamamaktadır. Bir ekonomi dersinde dersi anlatana “ekonomik hayatta şu da var, bu da var; onlar ne olacak” diye sorduğunuzda alacağınız cevap ceteris paribus’tur. Yani ben onları sabit kabul ediyorum.

Klasik ekonomik teori diğer değişkenlerin sabit olduğunu kabul etmeye bakalım ne kadar devam edecek. Hiçbir ekonomik kararın sebebi artık tek bir şey olamaz. Sizce böyle bir varsayım ile ulaşılan teoriler bugünün finansal sistemi için geçerli olabilir mi?

Finansal piyasaların mizacı var mı?

Duygular ve onların yönlendirdiği davranışların yönettiği bir finansal sistemle yaşamaya yeni yeni alışıyoruz. Finansal sistem içindeki kararların insani duygular ekseninde belirmesi finansal sistemin de duygular kadar öngörülemez bir hale dönüşmesine neden oluyor. Artık finansal piyasaların da bir mizacı var diyebiliriz.

Finansal piyasaların doğasını araştıran bir ekonomi disiplinine henüz sahip değiliz. Tarafımızdan önerilen adıyla piyasa-loji henüz tespit ve ispatlarını ortaya koymaya başlamadı. Artık çağımızda piyasaları anlamak hayatı anlamak ile eş anlamlı bir olgu.. Piyasaların kalbi hayatın da kalbi. Bu nedenle finansal piyasaların iyi anlaşılması bir zorunluluk.

Bir finansal piyasa basitçe, insanların hisse senedi, bono, emtia, gıda gibi varlıkları alıp sattıkları yer olarak tanımlanabilir. Bu tanım bugün için son derece ilkel ve nostaljiktir. Çünkü hem alınıp satılan varlıklar, hem alınıp satıldıkları platformlar, hem alınıp satılış şekilleri, hem de alınıp satıldıkları miktarlar son 10 yılda oldukça büyük bir deği¬şim geçirmiştir. Ama en önemlisi alım satım güdülerindeki büyük değişimdir. Piyasalar, artık insanların duygu ve davranışları benzeri öngörülemez bir insancıl karakter göstermektedir. (Bu görüşü destekleyen bilimsel verilere bugün henüz sahip olmasak da yakın bir zaman içinde olacağımız kesindir.)

İnsanların bir mizacı olduğu gibi finansal piyasaların da bir mizacı var mıdır? Mizacın tam olarak ne olduğu hakkında bilimsel açıklamalar yeterli görünmese de kişinin bir işi alma ve o işi yerine getirme ritmi veya başka bir ifadeyle söylersek düşünce, konuşma ve hareketlerin hızı mizaç anlamına geliyor. Hippokrates’e kadar uzanan tarihsel perspektifte insanların dört ana mizaç türüne sahip oldukları belirlenmiştir. Bunlar sıcakkanlı, soğukkanlı, öfkeli ve hüzünlü mizaçlardır.

Kısaca açıklamak gerekirse sıcakkanlı tipler, hayattan tat aldığını açığa vuran, yaşananları çok fazla ciddiye almayan, saçlarını çabuk ağartmayan, her olayın en güzel yanını görmeye çalışan, üzülecek bir şey olduğunda üzülen ama kendini ruh çöküntüsüne kaptırmayan, olaylara farklı görüş açılarından bakmaya çalışan tiplerdir. Soğukkanlı tipler hayata yabancı tiplerdir. Öfkeli tipler yoluna çıkan bir taşı şiddetle bir kenara fırlatan, hüzünlü tipler ise güçlükleri yenebileceğine inanmayanlardır.

Sınırları kesin olarak belirlenmiş mizaçlara nadiren rastlansa da mizaç ayrımının değersiz olduğu düşünülmemelidir. Yukarıdaki dört farklı mizaç türü incelendiğinde insanlar için en iyi tipin sıcakkanlı tip olacağı açıktır. Peki, finansal piyasaların mizacı hangisidir?

İnsanlar için geçerli olanın finansal piyasalar için de geçerli olması son derece doğaldır. Bu bakış açısıyla finansal piyasaların da sıcakkanlı bir mizaca sahip olduğunu söylemek sürpriz olmayacaktır. Çünkü piyasalar da sıcakkanlı kişiler gibi hayattan tat aldığını açığa vurmayı severler. Endekslerin yükselmesi, varlık fiyatlarının artması, yatırımların büyümesi bunun dışavurumu gibidir. Kötü olayları çok fazla ciddiye almazlar. Derin ekonomik çöküşler bile piyasaları pek etkilemez. 2007 finansal krizi dünya ekonomisini hala etkilemeye devam ederken hisse senedi piyasaları birkaç aylık bir şokun ardından tarihi zirvelerini yaşamayı bilmiştir. Ekonomik krizi şu an devam ederken piyasalar uçmaya sürdürmektedir. Olayların hoş taraflarını görmeyi sever. Lehman Brothers, AIG gibi çöküşleri kontrol edilemez risklerle ilişkilendirip kendine pay çıkarmaz. Enron, Madoff gibi suiistimalleri kendi etiğiyle değil kişilerin etiğiyle ilişkilendirir. Üzülecek şeylere üzülse de kendini kaptırmaz. Büyük finansal kuruluşların sıkışıklıklarının zamanla giderileceğini düşünerek devletlerin onlara yardım etmesini ister. Olaylara farklı açılardan bakar. Kötü gelen bir büyüme rakamını “beklentilerden daha iyi” olarak değerlendirir ve mutlu olur.

Bu noktada şu sorunun sorulması beklenebilir. Finansal sistemin sıcakkanlı mizacını belirleyen şey nedir?

Bilim, mizacın belirlenmesinin salgı bezlerinin ürettiği salgılara bağlı olduğunu söyler. Salgı bezlerinin salgı kanalları olmaması salgılarını doğrudan kana boşaltması anlamına gelir. Yani kişide mizacı belirleyen şeyin kan olduğu rahatça söylenebilir. Peki, finansal sistemin mizacını belirleyen kan nedir?

Finansal sistemin kanı para yani likiditedir. Likidite finansal piyasaların en hayati elementidir. Daha fazla likidite daha fazla enerji bu da daha fazla sıcakkanlı bir mizaç demektir. Son on yılda finansal piyasaların bu kadar sıcakkanlı olmasının ardındaki gerçek de burada saklıdır. Piyasalara enjekte edilen ucuz ve kolay para, finansal piyasaların mizacını fazlasıyla sıcakkanlı yapmıştır.

25 Mart 2012 Pazar

Güneşli havalar zengin eder mi?

İnsanların güneşli havalarda kendilerini iyi hissetmesi edebi bir farkındalıktan daha fazlasıdır. Üstelik sadece siz değil Wall Street’teki yatırımcılar da kendilerini iyi hissederler ve bu yüzden yatırımlarının tutarlarını böyle havalarda arttırırlar.

Dünya üzerindeki 26 büyük borsa da yapılan gözlemlerde sabah hava güneşliyse o günkü geri dönüşlerin pozitif olduğu görülmüştür. Güneşli ve kapalı havalardaki dönüşler kıyaslandığında ise güneşli havalardaki getirilerin yaklaşık %25 oranında daha fazla olduğu belirlenmiştir.

Duygular ve sezgilerin karar sistemimizdeki yeri aslında iyi bilinen bir olgudur. Birçok kişinin güneşli havalarda kendini iyi hissetmesi bunun en güzel örneğidir. Hatta havayı görmeden güneşli olduğunu bilmenin verdiği mutluluk bile son derece yüksektir. Yapılan bir deney güzel havanın ekonomik kararlarımızı nasıl etkilediğini oldukça etkileyici şekilde ortaya koyar. Odalarında dışarıyı gören pencereleri bulunmayan bir otelde kalan misafirler, oda servisini çağırdıklarında, görevli dışarıdaki havayı da laf arasında söyler. Daha sonra bu oda görevlisinin aldığı bahşiş miktarları incelenir. Havanın yağmurlu olduğunu söylediği günlerde 10 dolar alırken, güneşli olduğunu söylediği günlerde 15 dolar almıştır. Görüldüğü gibi misafirler güneşli havalarda %50 daha fazla bahşiş vermektedir. Sadece güneşin bile bu ölçüde etkilediği karar sistemimizin, sayısız duygu, sezgi ve olay ile nasıl etkileneceğini bulmak hiç kimse için fazla zor olmasa gerek.

Psikoloji biliminin sağladığı verilerden güneşin kişilerin içinde bulunduğu ruh halini değiştirdiğini ve iyimser kararlara yönlendirdiğini öğrenmekteyiz. Eğer hava güneşliyse insanlar daha mutludur ve yatırım kararlarını alım yönlü verirler. Bu da varlıkların fiyatının artması anlamına gelir.

Yine de bu bilgilerden sıcak havaların zengin edeceği yanılsamasına kapılmak oldukça hatalı bir çıkarım olacaktır. Mutluluğun yönettiği karar sistemimiz yakından izlenmeli ve anlaşılmaya çalışılmalıdır. 20.yüzyılın en asi edebiyatçılarından Samuel Beckett’ın şu anısı hatırdan çıkarılmamalıdır: Beckett’ın yönettiği oyunlardan birinde salon tıklım tıklım doludur. Oyuncular sahneye çıkar ve hiçbir şey söylemeden beş dakika kalırlar ve sonra sahneden inerler. Öfkelenen seyirciler, bilet paraları boşa gittiği için Beckett’a neden böyle yaptığını sorarlar. Beckett şöyle der: Onlara 5 dakika kendilerini dinleme fırsatı verdim.”

İçimizden gelen sesi her zaman doğru anlamak finansın da altın kuralıdır.

24 Mart 2012 Cumartesi

Mükemmel Hata Teorisi

Finansal sistemin her gün biraz daha karmaşıklaşan yapısı hataların hızlı bir iletken madde gibi tüm piyasalar tarafından hissedilmesini kolaylaştırıyor. Yaşanan iflaslar, çöküşler, sıkışıklıklar veya stres artık sadece yaşayanların değil, tüm dünyanın sorunu. 2007 yılında başlayan finansal kriz de yüksek bir iletkenlikle tüm dünyaya yayılmış ve herkesi etkilemişti.

2007 finansal krizi hakkında çok şey söylenmiş olsa da bugün hala gerçek nedeninin ne olduğu basitlikle ortaya konabilmiş değildir. Ortak kanı, krizin makro ekonomik, finansal ve sosyal kökleri-nin olduğu. Bunlar arasında aşırı riskli çalışmayı seven bankacılık sistemi, kırılganlığı yüksek ürünlere 3A rating veren derecelendir¬me şirketleri, piyasa ekonomisini körükleyen düzenleme eksikliği, hükümetlerin halkın kafasındaki zengin olma hayallerini kışkırtan politikaları, bilgi asimetrisinin sonucu oluşan karşı taraf riski, türev ürünlerin aşırı büyümesi, hükümetlerin düşük faiz politikaları sayılabilir. İşte bu çok nedenli ama basit bir nedene indirgenemeyen kriz temelinde mükemmel bir hata içeriyordu.

Finansal sistem içinde mükemmel hata kavramı daha önce ortaya konulmadığı için tarafımca yaratılan bu teoriyi önce kısaca açıklamak uygun olacaktır. Bir Çin atasözü şöyle der: Bir mıh bir nalı, bir nal bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu yok eder. Finansal sistemin karmaşık yapısı içindeki hatalı kararlar da hızlı bir şekilde sistemin diğer parçalarını etkileyerek kendi iç dengesini yaratır. Eğer ortada birbirine sıkıca bağlı parçalardan oluşan karmaşık bir sistem varsa, düşen bir mıhın bir orduyu bozguna uğratması gibi, hatalar da finansal sistemi kendi dengesine getirir. İşte bu zincirleme reaksiyon tek başına basit bir nedene indirgenemeyen mükemmel hatayı oluşturur.

Mükemmel hatayı daha anlaşılır kılmak için eski bir anekdotu yeniden sunalım. Tarihin en büyük uçak kazası 27 Mart 1977’de Kanarya Adalarına bağlı Tenerife’deki Los Rodeos havaalanında gerçekleşti. İki Boeing 747’nin pistte çarpışması sonucu 583 kişinin öldüğü bu hazin kazayı hatırlayanlar olacaktır. Bugün hala sebebinin tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir uzlaşmaya varılamayan ve tarafların birbirlerini suçlamaya devam ettiği Tenerife faciasının nasıl “mükemmel bir hata” içerdiğini yeniden ortaya koyalım.

PanAm Havayollarına ait bir Boeing747, 23 Mart 1977 tarihinde California’dan Kanarya Adalarındaki Las Palmas’a gitmek üzere havalanır. Aynı saatlerde Hollanda KLM Havayollarına ait başka bir Boeing747 de Hollanda’dan Kanarya Adalarındaki Las Palmas’a gitmek üzere kalkmıştır. Uçaklar Las Palmas’a geldiklerinde tuhaf bir durumla karşılaşırlar. Las Palmas Havaalanında patlayan bomba yüzünden birkaç kişi yaralanmış ve ikinci bir bomba ihbarı yapıldığı için kule önce gelen PanAm uçağını yakındaki küçük bir havaalanı olan Los Redoes’a yönlendirir. PanAm pilotu yeterli yakıtı olduğunu ve iniş izni verilene kadar havada beklemek istediğini söylese de kuleyi ikna edemez ve Los Redoes’a yönlendirilir. Ardından gelen KLM uçağına da aynı talimat verilir ve o da Los Redoes’a yönlendirilir. Kule, tek bir pisti ve bu piste bağlı tek bir taksi yolu bulunan bu küçük havaalanına en az beş büyük uçak yönlendirmiştir. Los Redoes’e yönlendirilen uçakların tamamı havaalanına inmiş fakat park edecek yer bulamadıklarından taksi yoluna park ederek taksi yolunu kullanılmaz hale getirmişlerdir.

Uçakların inişinden fazla süre geçmeden Las Palmas Havaalanındaki terörist ihbarının asılsız olduğu anlaşılır ve havaalanının tekrar trafiğe açıldığı bilgisi gelir. Yeterli yakıtı olan PanAm uçağı kalkış için hazırdır. Ancak ilerleyeceği yol üstünde yakıt ikmali yapan KLM uçağı vardır. KLM uçağını, şirketin en iyi pilotu ve aynı zamanda pilot baş eğitmeni Van Zanten idare etmektedir. Van Zanten, şirketin zamanında kalkamayan uçak yolcularının konaklama ücretlerini karşılama politikası nedeniyle bir sonraki sefere zamanında yetişemeyeceğinden endişelidir ve o nedenle yakıtını fırsattan istifade buradan almayı düşünmüştür.

Kule talimatını vermiştir. İlk kalkacak uçak KLM’dir. Taksi yolu kapalı olduğu için pistin bir ucundan girip diğer ucuna gidecek, 180 derece dönüş yapıp kalkışa başlayacaktır. Fakat aynı anda PanAm uçağı pilotu da kalkış talimatı aldığını sanır.

Günlerden Pazar olması nedeniyle kulede sadece 2 personel vardır. Bunların da İngilizceleri yetersiz ve aynı zamanda akılları radyodaki futbol maçındadır. Verdikleri emirler her ki uçak tarafından da tam olarak anlaşılamamaktadır. Öte yandan KLM pilotlarının İngilizcesi de yetersiz görünmektedir.

KLM uçağı pistin başına varmış ve kalkışa başlamak üzeredir. PanAm ise ilk kendisinin kalkacağını düşünerek piste girmiştir. KLM’nin acemi pilotu telsiz konuşmalarındaki tuhaflıktan şüphelenmiş ve PanAm’ın piste girmiş olabileceğini düşünmüştür. Fakat bu düşüncesine hocası ve aynı zamanda uçağın baş pilotu Van Zanten sertçe tepki gösterir ve böyle bir konuşmayı kendisinin duymadığını söyler. Van Zanten’in tek amacı bundan sonraki uçuşa zamanında yetişerek şirketten ceza almamaktır. Bu birkaç dakikalık sürede kule ile her iki uçağın da yaptığı iletişim tam bir faciadır. Kimse birbirini anlamamaktadır. Facia adım adım gelmektedir.

KLM uçağı kalkış için gaza basar. Fakat patlamaya hazır bir yanardağın çıkardığı gaz bulutlarının yaydığı sis bir anda görüş mesafesini 300 metreye düşürür. KLM pilotu pistin sonunu bile göremeden gaza basmaya devam etmektedir. Fakat önlerinde kalkışa hazırlanan PanAm uçağı bulunmaktadır. Birbirlerinin ışıklarını gördüklerinde aralarındaki mesafe daha da azalmıştır. PanAm pist dışına çıkmak için hızını arttırır. KLM ise gaza daha da basarak uçağı kaldırmak ister. Fakat zamansız aldığı yakıt uçağı ağırlaştırmıştır. Uçak yeterince havalanamaz ve PanAm uçağına gövdeden çarpar.

Tarihi felaket gerçekleşmiştir. Kule ise sisten kazanın olduğunu görememektedir. İtfaiye ekipleri zamanında piste giremediği için kurtulanlardan bazıları kaçmaya çalışırken dönen pervanelerin arasında yok olmuşlardır. Kazadan bir süre sonra inişe hazırlanan bir uçak kazayı görerek kuleyi uyarır ve kaza fark edilir.

Tenerife faciası birçok küçük hatanın bir araya geldiği mükemmel bir hatadır. Tıpkı 2007 finansal krizi gibi. Gelin şimdi Tenerife faciası ile 2007 finansal krizinin benzer yönlerini karşılaştırarak mükemmel hatayı ortaya koyalım.

Las Palmas Havaalanı kontrolörleri, Los Redoes havaalanının ne kadar küçük ve yetersiz olduğunu düşünmeden birçok uçağı oraya yönlendirmişlerdi. Tıpkı rating şirketlerinin mortgage bazlı menkul kıymetlerin özelliklerini tam olarak araştırmadan 3A rating vermeleri gibi.

KLM pilotu Van Zanten şirketin bir numaralı pilotu ve aynı zamanda reklamlarında kullandığı bir kişiydi. 2007 finansal krizinde Lehman Brothers, AIG gibi büyük finansal kuruluşlarda da bu büyüklük yanılsaması vardı. Van Zanten’in gecikme nedeniyle şirketinin mali kayba uğramaması için aldığı riski büyük finansal kuruluşlar da almıştı. Gözleri kazançtan başka bir şey görmemişti. Van Zanten’in yardımcı pilotunu dinlememesi gibi onlar da kimseyi dinlememişlerdi. Büyükler ve küçükler arasındaki fark, “too big to fail” (batmayacak kadar büyük) fenomeni olan hükümetlerin büyük finansal kuruluşları kurtarma pahasına aldıkları önlemlerin ne kadar etkisiz olabileceğini de göstermişti.

Van Zanten baş eğitmen olarak görev yaptığı altı aylık simülatör eğitiminden sonra ilk uçuşuna çıkmıştı. Bu onda bütün sorumluğun kendisinde olduğunu kabullenme karakteri geliştirmiş ve kulenin talimatlarını kabul etmemişti. Risk yönetiminin finansal krizde yarattığı da böyle bir durumdu. Matematiksel formüllerle hazırlanan ve hayattan kopuk olan risk yönetim teknikleri yaşanan çöküşler karşısında etkisiz kalmıştı.

KLM şirketi müşteri memnuniyeti yaratmak için geç kalkışlarda otel ücretini karşılama taahhüdü getirmişti. Bu durum pilotlar açısından da ceza anlamına geliyordu. Bu nedenle bir an önce kalkmaları gerekiyordu. 2007 krizinin en bilinen klişelerinden “greed and fear” (hırs ve korku) tam bu durumu anlatıyordu. Şirket çalışanları şirketlerine daha fazla para kazandıramazlarsa görevlerini kaybedeceklerdi. Bu da onları sınırsız risk almaya sevk ediyordu.

KLM’nin zamansız aldığı aşırı yakıt kolay havalanmasına mani olmuştu. Kazadan sonra yapılan tetkiklerde yakıt alınmamış olsaydı uçağın havalanmasının mümkün olabileceği söylenmişti. Kriz dönemlerinde kazanç elde etmek finansal piyasaların da önemli bir dinamiğidir. Açığa satış işlemleri böyle zamanlarda en sık kullanılan yöntemdir. 2007 finansal krizinde Lehman Brothers ve Bear Stearns’ün çöküşlerinde açığa satış işlemlerinin önemli payı olduğu söylenir.

Tenerife’de sis bir anda bastırmıştı. Hava durumu hiçbir zaman tam olarak öngörülebilir ve güvenilir değildir. Finansal şirketlerin seküritizasyon (menkul kıymetleştirme) denilen prosese aşırı güvenerek verdikleri subprime (eşikaltı) kredilerin bir gün tahakkuka düşmesi gibi. Ödenmeyen bu krediler ile başlayan kriz tüm piyasayı durma noktasına getirmişti.

Kule görevlilerinin konsantrasyonlarını radyodan dinledikleri maça yöneltmeleri en büyük ahlaki sorundu. Tıpkı Lehman Brothers ve Madoff skandallarında gördüğümüz gibi, kişi ve kurumların kendi çıkarlarını müşterilerinin çıkarlarından önde tutmaları suiistimallerin artmasına ve sistemin ahlaki değerlerinin yok olmasına zemin hazırlamıştı.

Kule görevlilerinin eksikliği ve yetersiz İngilizceleri; finansal düzenleme eksikliklerinin, kuruluşların kontrol edilemez şekilde davranmalarını tetiklemesi gibi bir etki yaratmıştır. Finansal kriz öncesinde hedge fonların kendi düzenlemelerini kendilerinin yazmasına kadar varan bu yetersizlik tahribatın artmasının en büyük nedenlerinden bir olmuştur.

Havacılık kurallarının tam olarak belirlenmemiş ve standardize edilmemiş olması kule ile pilotlar arasındaki iletişimin normlar ve kaideler dışında sürdürülmesine olanak tanımıştır. 2007 finansal krizini yaratan ekonomik ortamın FED eski başkanı Greenspan’in ucuz ve kolay para politikasından kaynaklandığı daima söylenmiştir. Ekonomi politik düzenlemeler asla göz ardı edilmemelidir.

İşte mükemmel hata budur; tek bir basit sebebe indirgenemeyen birçok basit sebebin yarattığı denge hali.

23 Mart 2012 Cuma

iRRasyonel insan kaybetmez!

Sahip olunan bir şeyi kaybetmenin getireceği mutsuzluk, aynı değerde bir şeye sahip olmanın getirdiği mutluluktan daha şiddetli bir duygu içerir. Mesela bir şans oyununda %50 olasılıkla 10 lira kaybetme, %50 olasılıkla 20 lira kazanma olasılığı olduğunda insanların çoğu bu şans oyununa katılmak istemeyeceklerdir. Kazanma ihtimalinin beklenen değeri daha yüksek olsa da olası kazanç kayba tercih edilmeyecektir. Çünkü insanlar kaybetmenin ihtimalini bile sevmedikleri için belirsizliğe bedel ödemek istemezler. Bu nedenle Hierapolis’li (Pamukkale) büyük filozof Epiktetos’un şu sözü akıldan çıkarılmamalıdır: “Bardağımızı kırdıklarında, komşumuzun bardağı kırıldığı zamanki kadar sakin olmalıyız.”

Zarar isteksizliği (loss aversion) denilen bu olgu, sahip olunan bir şeyi kaybetmenin vereceği mutsuzluğun o şeye sahip olmanın vereceği mutluluktan daha fazla olması nedeniyle, zarar etmekten kaçınmanın kazanç elde etmeye tercih edilmesi durumunu ifade eder. Zarar isteksizliği duygusal bir önyargıdır. Küçük zararların bile aynı ölçüdeki karlara göre daha baskın duygular yarattığı araştırmacılar tarafından ortaya konmuştur. Peki insanların zarar etmekten kaçınması mümkün müdür? Ellerindeki varlıkları her zaman aldıkları fiyattan daha yüksek bir fiyata satabilirler mi?

Sosyal medyanın ağırlıklı etkisiyle yönlenen bugünkü finansal sistemde (ya da bizim verdiğimiz adla dedikodu-nomi’de) kaybetmemeniz mümkün. İnsan artık tüm yatırımlarından kar elde edebilecek. Nasıl mı?

California Riverside Üniversitesinden Profesör Vagelis Hristidis’in başkanlığında bir ekip günlük ortalama 340 milyon Twitter mesajını 4 ay boyunca inceler. Buldukları sonuç evrensel prensipleri sarsar niteliktedir. Bir hisse senedi tweet’ler üzerinden ne kadar çok tartışılıyorsa o hisse senedinin kaybetme şansı o kadar azalıyor. Eğer bir hisse senedi hakkında daha az konuşuluyorsa o hisse senedinin kayıp oranı ise o kadar artıyor.

Hristidis ve ekibi, Dow Jones Industrial Average içinde yer alan 30 hisse senedini inceler. Günü kayıpla kapatan hisse senetlerinden tweet’lerde adı en çok geçenler %2,2 değer kaybederken, tweet’lerde adları daha az geçenlerin %4,2 düştüğü görülür. Aradaki fark yaklaşık %100’dür. Daha çok konuşulan hisse senetleri daha az konuşulanlara göre %100 daha az kaybettirmiştir.

Bu sonucun nasıl değerlendirileceğine gelince; hisse senetleri hakkındaki kötü haberler insanların dikkatini iyi haberlere göre daha çok çekmekte ve kaybetme psikolojilerini etkilemektedir. Yani kayıp isteksizliği (loss aversion) denilen olgu devreye girmektedir. Bunun sonucunda da insanlar kaybetmemek için daha hırslı davranmaktadırlar.

Ekonominin yeni başrol oyuncusu irrasyonel insan, dedikodu-nomik sistem içinde tüm isteklerini gerçekleştirebilecek etkinliğe hızla erişiyor. Bundan sonra kaybetmek hayal olabilir!

22 Mart 2012 Perşembe

Finansal sistem hızla değişirken Ceteris Paribus da değişmeli!

Finansal piyasalarda siz bir eylem gerçekleştirirken geri kalan herkesin durup sizi beklediğini düşünün. Örneğin bir hisse senedi alacaksınız. Kararınızı verdikten sonra tüm dünya duruyor ve önce sizin almanızı bekliyor. Siz istediğiniz miktarda ve o anki fiyattan işleminizi gerçekleştirdikten sonra diğerleri işlemlerini gerçekleştiriyor.

Çağımız finansal sisteminde böyle bir mizansenin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu bilmeyen yoktur herhalde. Siz bir hisse senedini satın aldığınız zaman, piyasadaki milyonlarca yatırımcı sizin aldığınız hisseyi hem alıp hem satmaktadır. Peki öyleyse klasik ekonomi bilimi neden tüm analizlerini bu yaklaşıma dayandırıyor?

Üniversitelerin iktisat bölümlerine yeni başlayan öğrencilerin ilk öğrendiği latince sözcük “ceteris paribus”tur. Türkçe karşılığıyla “diğer tüm koşullar sabitken”.

Klasik iktisat teorisinin en temel yetersizliği belki de ceteris paribus yanılsamasıdır. Etkisi araştırılan değişken dışındaki her türlü parametrenin sabit tutulduğu ve normal hayatlarına dönmek için maalesef teorinin bitmesini beklemeleri gerektiğini iddia eden ekonomi varsayımının latince adı ceteris paribus’tur. Örneğin “bir malın fiyatı düştüğünde o mala talep artar” gibi bir ekonomik çıkarım klasik ekonomi tarafından şöyle ispatlanır. Bu malı alacak olanların geliri değişmiyor. Mala karşı duydukları sempati, ihtiyaç, beklenti gibi duygular değişmiyor. O malın piyasadaki rakiplerinin fiyatları da değişmiyor. Reklam yok, pazarlama yok. Öyleyse bu mala talep artacak ve herkes bu malı almak isteyecektir. Peki, böyle bir dünya olabilir mi?

Diyelim ki bir telefon almak istiyorsunuz. Gelirinizin gelecekte hiç artmayacağını ve kredi de kullanamayacağını düşünüyorsunuz. O telefonu o kadar beğeniyorsunuz ki önümüzdeki on yıl içinde bu telefonun yerini alacak bir telefon olacağını düşünmüyorsunuz. Hatta o telefonla benzer özelliklere sahip olan telefonun fiyatı da yıllarca aynı kalacak. Epostanıza hiçbir web sitesinden indirim ilanı gelmiyor veya gelenlere siz bakmıyorsunuz. Alım kararınızı etkileyecek hiçbir reklamı seyretmiyorsunuz. Arkadaşlarınızla da bu konuyu konuşmuyor, internetten tüketici yorumlarını takip etmiyorsunuz. Bu şartlar altında alacağınız telefonun fiyatı düşerse daha çok satılması çok normaldir. Peki bu şartlar günümüz iletişim çağında sağlanabilir mi?

Sağlanamayacağını hepimiz biliyoruz. Alım kararlarının anlık değişen duygular ekseninde hızla değişmesi bugünkü finansal evrenin temel olgusudur. Artık dünya üzerinde ‘diğer tüm durumlar sabitken’ şeklinde bir zaman veya durum yoktur, olması da beklenemez. Bu ekonomi için de geçerlidir. Fakat klasik ekonomi bilimi hala birçok teorisini bu varsayım üstüne kurmaktadır. Ceteris paribus ekonominin sığınağı haline gelmiştir. Klasik ekonomi bilimi teorilerinden vazgeçememekte, toplumun içinden geldiği ve topluma dönmek zorunda olduğunun farkına varamamaktadır. Bir ekonomi dersinde dersi anlatana “ekonomik hayatta şu da var, bu da var; onlar ne olacak” diye sorduğunuzda alacağınız cevap ceteris paribus’tur. Yani ben onları sabit kabul ediyorum.

Klasik ekonomik teori diğer değişkenlerin sabit olduğunu kabul etmeye bakalım ne kadar devam edecek. Hiçbir ekonomik kararın sebebi artık tek bir şey olamaz. Sizce böyle bir varsayım ile ulaşılan teoriler bugünün finansal sistemi için geçerli olabilir mi?

21 Mart 2012 Çarşamba

Finansın casino’sunda kasa her zaman kazanır!

Olasılık teorisinde Kumarbazın iflası (Gambler’s Ruin) denilen bir olgu vardır. Kumar oynayan ile oynatanın kazanma şansları eşit olsa bile kumar oynatan, daha fazla parası olduğu için genellikle kazanan taraftır. Kumarbazın iflası teorisi içgüdülerin büyük hatasını matematiksel olarak ortaya koyar. Bir oyunda kazanma olasılığı %50’den büyükse daha az miktarda para ile oynamak uzun vadede kazanma şansınızı yani kasayı yenme ihtimalinizi arttıracaktır. Çünkü kazanma şansı %50’den yüksek olduğu için yatırdığınız miktar düşük olduğundan kaybetseniz bile sonraki oyunlarda kazanma ihtimaliniz yine yüksektir. Bu da sonuçta kasayı yenmenize neden olabilecek bir yaklaşım içerir. Fakat kazanma ihtimalinin yüksek olduğu oyunlarda insanlar genellikle daha yüksek miktarla oynamak isterler ve içgüdüsel bir hata yaparlar.

Öte yandan eğer kazanma şansı %50’den küçükse matematiksel olarak en doğru strateji daha yüksek miktarda para ile oynamak ya da paranın tamamı ile oynamaktır. Çünkü her durumda kasa sonunda mutlaka kazanacaktır.

Kasanın kazanması doğanın da bir gerçeği gibidir. İngiliz iktisatçı Thomas Malthus bu gerçeği 18.yüzyıl sonlarında ilk keşfeden kişidir. Malthus 1583’ten 1783’e uzanan ikiyüz yıllık dönemde İsviçre’nin Bern kentindeki nüfus kayıtlarını inceler. Ulaştığı sonuç bugün bile hayret vericidir. Dönemin başlangıcındaki ailelere ait soyadlarının dörtte üçü dönem sonunda yok olmuştur. Söz konusu soyadların sahipleri ya ölmüş ya da şehri terk etmiştir. Fakat Malthus bu sonuca bir yorum getiremez. 19.yüzyıl sonunda benzer araştırmaları Francis Galton ve H.W.Watson da yaparlar. Onların ulaştığı sonuç da aynıdır. Peki ama neden?

Bu durum kumarbazın iflası teorisinin tam bir sonucudur aslında. Doğum oranları nüfusu arttıracak kadar yüksek olsa da, özellikle yeni ailelerin az kişiyle yola koyulmaları kumarbazı iflastan kurtarmaz. Aileler içinde Smith’ler ve Jackson’lar olsa da birçok soyadı kasayı yenemez ve yok olur.

Finansal krizin öncesinde kazanmayı seven yatırımcılar kasayı yenebileceklerine inanmışlardı. Oynadıkları yazı tura oyunu bu inançlarını arttırmıştı. 1 dolar yatırıp yazı demişlerdi ve yazı gelmişti. Varlıkları 2 dolara yükselmişti. Oyuna devam etmişlerdi. Yine yazı demişler ve yine yazı gelmişti. Böylece varlıkları 3 dolara yükselmişti. Oynadıkları her oyunda yazı diyorlar ve kazanıyorlardı. Her şey çok güzel gidiyordu. Derken finansal mühendis denilen bu akıllı adamların aklına çok parlak bir fikir gelir. Her seferinde yazı deyip paramızı iki katına çıkarıyorsak neden bu tercih hakkımızı diğer insanlara satmıyoruz? Fikir oldukça yaratıcı ve gerçekçiydi. Geçmiş tecrübeler her oyunda yazı geldiğini teyit ediyordu. Öyleyse gelecekte de yazının gelmesi kesindi. Aşırı ilgi 1 dolarlık hakkın yatırımcılara 10 dolara satılması ile sonuçlandı. İşte CDO (collateralized debt obligations) denilen enstrümanlar böyle bir yaradılışla oluşturulmuştu. Tahvil veya mortgage krediler gibi borç araçları bir havuza toplanıyor ve bunların kupon ve faiz ödemelerinden gelen paralar CDO yatırımcılarına ödeniyordu. İnsanlar bu sihirli ürünü çok sevmişlerdi. Çünkü hep yazı geldiği için kimse para kaybedeceğini düşünmüyordu.

‘Yazı’ sürekli artan ev fiyatlarından başka bir şey değildir. Bu tuhaf oyunda kimsenin görmek istemediği bir gerçek vardır. Paranın tura gelme ihtimali yazıya eşittir.

İşte bu gerçek 2006 yılı sonlarında tecelli etmeye başlar. Kredilerin bir kısmı geri ödenmediği için her oyunda yazı gelmemektedir. Artık yazı geldiği kadar tura da gelmektedir. Yatırımcılara yapılan faiz ödemeleri giderek düşmektedir. Bir süre sonra kredilerini geri ödemeyenlerin sayısı iyice artınca paranın da tura gelme sayısı artmaya başlamıştır. İnsanlar artık bundan sonra her oyunda tura geleceğine inanmaktadır. Fakat yapacakları bir şey yoktur. Çünkü kendilerine yazı gelince kazanma şansı veren bir enstrüman satılmıştır.

Finansal krizde CDO gibi birçok yapılandırılmış yatırım aracına para yatıranların nasıl kumarbazın iflası yanılsamasına düştüklerini ve sonunda kasanın nasıl kazandığını sanırız anlatabilmişizdir.

Basit bir düşünce hatasının yarattığı küresel finansal kriz

Finansal piyasalardaki oyuncuların en doğal davranış şekli birbirlerinin hareketlerini izlemek ve bu hareketlerden kendileri için anlamlı sonuçlar çıkarmaktır. Bu şekilde en doğru yatırım kararı verilmek istenir. Ama insanlar çoğu zaman burunlarının ucundaki doğruları, diğerlerinin hareketlerinin ne olacağını anlamaya çalışırken göremezler. Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti adlı kitabımda anlatılan aşağıdaki hikaye bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Burada yeniden sunuyorum.

“Financial Times, 1997 yılında bir yarışma düzenler. Ekonomist Richard Thaler tarafından hazırlanan yarışma şöyledir: Okuyuculardan 0 ile 100 arasında bir sayı seçmeleri istenir. Seçilen sayıların ortalamasının 2/3'üne en yakın olan sayıyı tahmin eden yarışmayı kazanacaktır. Gazete soruyu biraz daha açıklamak için bir örnek verir: Örneğin yarışmaya 5 kişinin katıldığını ve seçilen sayıların 10, 20, 30, 40 ve 50 olduğunu varsayalım. Bu durumda ortalama 30 olacak ve 30'un 2/3'ü 20 olduğundan, 20 sayısını seçen kazanacaktır.

Oyundaki en önemli nokta, eğer kazanmak istiyorsanız diğer oyuncuların nasıl düşündüğünü bilmeniz gerektiği hususudur. Eğer herkesin 20'yi seçeceğini düşünüyorsanız kazanmak için 20'nin 2/3'ü olan 14'ü seçmeniz gerekiyor. Peki ya herkes sizin gibi düşünür ve 14'ü seçerse? Bu durumda kazanmanız için 10'u seçmeniz gerekecektir. Bu şekilde düşünmeye devam ettiğiniz sürece sonunda kazanmanız için 1'i seçmeniz gerektiği düşüncesine ulaşırsınız.

Fakat böyle bir yarışmada herkesin 1'i seçmeyeceği açıktır. Peki, öyleyse kazanmak için nasıl düşünülmeli?

Yarışmada kazanan rakam 13'tür... Nasıl olmuştur da 13 kazanmıştır? ,Eğer kazanan rakam 1 olsaydı hiç kimse hata yapmamış olacaktı. Dolayısıyla da herkes kazanacaktı. 13 kazandığına göre birçok insan hata yapmış demektir… Öyleyse, hata neden yapılmıştır?”

2007 yılında başlayan ve etkileri halen devam eden global finansal krizi işte bu düşünce hatası tetiklemiştir. İnsanlar doğruya değil diğerlerinin doğrularına odaklanmışlar ve sonucunda tarihin en büyük finansal krizini yaratan hatayı yaratmışlardır.

(Konunun ayrıntılarını Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti adlı kitabımda bulabilirsiniz.)

20 Mart 2012 Salı

Challenger kazası ve küresel kriz

28 Ocak 1986 tarihinde dünya havacılık tarihinin en trajik kazası gerçekleşir. Uzay Mekiği Challenger kalkışından 73 saniye sonra yedi mürettebatı ile havada infilak eder. Kazanın aydınlatılması için eski astronot Neil Armstrong’tan Boeing uçaklarını geliştiren mühendis Joseph Sutter’a kadar konusunda ülkenin en önemli kişilerinden oluşan bir komisyon oluşturulur. Rogers Komisyonu adındaki araştırma kurulunun en önemli ismi şüphesiz ki çağın en büyük teorik fizikçilerinden (kanımca en büyüğü) Richard Feynman’dır. 1965 Nobel Fizik Ödülü sahibi olan Feynman, aykırı bilimsel kişiliğiyle daima ilham verici bir bilim insanı olabilmeyi başarmıştır.

Rogers Komisyonu kazanın nedeniyle ilgili raporunu 9 Haziran 1986 tarihinde açıklar. Kazaya yakıt tankında yer alan küçük bir yuvarlak halkanın sebep olduğu belirlenir. Feynman’ın bulgusu da bu yöndedir ama komisyon raporu hazırlarken Feynman’ın tuhaf fikir ve araştırmalarını kullanmadıklarını ve rapora koymadıklarını belirtir. Bu şaşkınlık verici bir durumdur. Dünyanın en iyi fizikçisinin fikirleri neden rapor konusu dışında bırakılmıştır?

Davranışçı Finans’ın çığır açıcı kitaplarından  biri Jonah Lehrer’in Proust was a Neuroscientist (Proust bir sinirbilimciydi) adlı eseridir. Lehrer bu kitapta, bugün davranışçı finansın araştırma alanına giren sinirbilimi ile ilgili birçok bilimsel tespitin Fransız yazar Marcel Proust, Stravinsky veya Walt Whitman gibi sanatçılar tarafından yapıldığını anlatır. Bilimin köklerinin toplum içinde olduğuna işaret eder. İşte Feynman’ın tespitlerinin Rogers raporunda dikkate alınmamasının nedeni de burada saklıdır. Feynman bir fizikçi gibi değil, risk yöneticisi gibi hareket etmiş ve çağının 30 yıl ötesindeki düşünce şekli, komisyondaki diğer bilim adamları tarafından algılanamamıştı. Dünyanın en ilham verici fizikçisi Feynman bir risk yöneticisiydi. Ve 1986 yılında NASA’da yaptığı araştırmalarda sadece Challenger’in düşüş nedenini değil, aynı zamanda 2007 yılında başlayan küresel finansal krizin nedenini de tespit etmişti.

Feynman’ın dehası

 Feynman raporun hazırlama döneminde gruptan ayrı bir çalışma şekli benimser. Uzay mekiğinin karmaşık çalışma yapısını ve patlama anını bir ilkokul öğrencisinin anlayabileceği tanımlamalarla televizyondan tüm dünyaya anlatır. Feynman’ın kendi araştırmaları sonucu ortaya çıkardığı en önemli sonuç NASA’daki mühendisler ile üst düzey yöneticiler arasındaki iletişimsizlikti. Feynman kişilerle yaptığı görüşmelerde üst düzey yöneticilerin uzay mekiğiyle ilgili en temel kavramları bile hatalı bildiklerini ve konulara hakim olmadıklarını görmüştü.

Feynman, üst yöneticilerden mekiğin büyük bir kazaya uğrama ihtimalinin yüzbinde bir olduğunu öğrenir. Feynman bu orana gülümseyerek şu karşılığı verir: “Bu çeşit bir risk değerlendirmesi kazadan sonraki 274 yıl içinde her gün uzaya yeni bir mekik göndermek ile aynı olasılık değere eşit. Peki öyleyse kaza nasıl gerçekleşti?”

Feynman, mekiğin büyük bir hasara uğrama olasılığından geri giderek her bir küçük parçanın başarısızlık riskinin ne olduğunu araştırır. Aldığı cevaplar yüzmilyonda bir şeklindedir. Feynman böyle bir sayının bilimsel kesinlikle hesaplanmasının mümkün olmadığını söyler. Bu durumda mekiğin yüzbinde bir olarak ölçülen düşme riski iyi niyetli bir yönetim yaklaşımından öteye bir şey ifade etmeyeceğini düşünür. Yani rakam çılgın bir hayaldir. Ona göre mekiğin düşme ihtimali yüzde birdir.

Feynman bu kez mühendislere aynı soruyu sorar: “Mekiğin düşme ihtimali nedir?” Mühendislerin cevabı ellide bir ile yüzde bir arasında değişir şeklindedir. Feynman mühendislerden gelen cevapla hem kendi olasılığının doğru olduğunu, hem de yöneticilerin mühendislerle görüş alışverişinde bulunmadığını anlar. Ona göre kaza bilimsel değil ahlaki bir başarısızlıktır. Risk rakamları sadece halkı rahatlatmak için kullanılmaktadır.

Feynman, bir şeyin özünü anladıysak onu her düzeyde anlayabiliriz demişti. Yıllar önce Challenger kazası için ortaya koyduğu gerçekler 2007 yılında başlayan ve hala devam eden finansal krizin de nedenini açıklamaktadır: Risk yönetimindeki başarısızlık!

Son derece karmaşık finansal enstrümanların, bilimsel olduğu savunulan matematiksel risk yönetim teknikleri ile yönetileceği düşünülmüştü. Her enstrüman için milyonda hatta milyarda birlerle gösterilen olası başarısızlık rakamları sunulmuştu. Halka ilişkiler bu bol sıfırlı rakamları insanlara sıfır riskli olarak göstermişti. İnsanlar, tarafımca “sıfırlama etkisi” adı verilen bir efekt ile etkisizleştirilmişti. 9,98 rakamının 10’a yuvarlanması gibi milyonda birlerle ölçülen olası başarısızlık rakamları sıfıra yuvarlanmış ve sıfır olarak algılanmıştı. Bir ayının sizi ısırma ihtimali milyonda birdir dendiğinde bunu sıfır olarak algılamayacak insan pek yoktur herhalde. İşte, bu algılamanın sonucunda  tarihin en büyük finansal krizi yaratılmıştı.

Öte yandan risk yöneticilerinin tıpkı NASA’daki yöneticiler gibi gerçeklerden haberdar olmadığı, ürünlerin doğalarını ve gerçekte ne tür riskler yaratabileceklerini bilmedikleri ortaya çıkmıştır. Liar’s Poker adlı kitapta hikayesini öğrendiğimiz ve mortgage finans sisteminin babası (godfather) olarak kabul edilen Salomon Brothers adlı eski bir yatırım bankasının başkan yardımcısı Lewis Ranieri, yıllar sonra verdiği bir demeçte, mortgage bonoları ile ilgili olarak, tarihin en büyük iskambilden kalesini keşfettiğimiz hiç ak­lımıza gelmezdi demişti. Sanırız bu örnek risk yönetimindeki algılamanın nasıl olduğunu göstermeye yetecektir.

Feynman’ın bulguları Rogers raporunda kullanılmamıştı. Jonah Lehrer’in yukarıda anılan kitabına atfedersek çünkü o bir risk yöneticisiydi. Hem de ekonomi tarihinin en ileri görüşlü risk yöneticisi.

Para nasıl basılır?

Aşağıdaki yazı “Finansal krizin
Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti” adlı kitabımdan alınmıştır…

Bugünlerde herkes büyük merkez bankalarının piyasaya para sürüp sürmeyeceğini konuşuyor. Paranın piyasaya sürülmesi herkes için gizemli bir konudur. Acaba kriz dönemlerinde para nasıl basılır?

Merkez bankalarının, ekonomilerin durgunluğa girdiği dönemlerdeki en önemli silahı faiz oranlarıdır. İngiltere örneğine bakarsak, faiz oranları %1’in altına düşürülerek piyasalara daha fazla paranın akması ve ekonominin yeniden canlandırılması düşünüldü. Fakat her zaman istenileni veren bu küçük numara finansal kriz döneminde işlemedi. Çünkü kriz oldukça derindi.

Mutlaka bir şey yapılmalıydı. Sıfıra düşen faizlerin hayata döndüremediği ekonomiyi ateşleyecek bir mekanizma bulunmalıydı. Acaba bu 5’lik, 10’luk, 20’lik şeklinde basılan nakit para olabilir miydi?

Bu yeterli olmazdı. Bundan daha fazlası gerekliydi. O da Quantitative easing’ti yani parasal gevşeme.  QE politikası, mevcut olan paradan daha fazlasını ekonomiye sürmek anlamına gelmektedir. Ama ekonomiye sürülen para nakit para değildir. Bu işlem tamamen elektronik ortamda yapılmaktadır.

Finansal krizin uçurumun eşiğine getirdiği bankalar, varlıklarını Merkez Bankalarına satarlar. Bu varlıklar, konut kredilerinden şirket tahvillerine, mortgage bazlı menkul kıymetlerden diğer alacaklara kadar her çeşit bilanço aktifi olabilir. Merkez bankaları bu varlıkların bedellerini, kasalarında olmayan parayla öder. Yani elektronik transferlerle. Daha basit bir benzetmeyle söylersek, “havale yaparak”.

Bu işlem iki taraflı bir etki yaratarak piyasayı rahatlatır. Bir yandan bankaların varlıklarını likide dönüştürerek faaliyetleri sürdürme olanağı verirken, diğer yandan bankaların merkez bankalarında yer alan nakit rezervlerinin, bankalar tarafından çekilmesinin önüne geçer. Akla gelebilecek en başarılı takas yapılarak, finansal zincirin en kritik halkası olan bankaların nefes alması sağlanır. Likiditesi artan bankalar tekrar kredi vermeye başlar. Bankalar arası piyasaların da işlerlik kazanmasıyla, uzun dönem faiz oranlarının düşük seviyelerde kalacağı öngörülebilir. Birbirlerine kredi vermeye başlayan bankalar zamanla müşterilerine de kredi vermeye başlayacaklar ve böylece bireylerin harcama eğilimleri yeniden artacaktır.

QE’nin nasıl işlediğini daha basit bir hikayeyle şöyle anlatabiliriz. İyi kalpli bir bakkalın camının kötü bir çocuk tarafından kırıldığını düşünelim. Bu olaya şahit olanlar için gerçekten üzücü bir durumdur. Çünkü bakkalın bu camı tamir ettirmesi için para harcaması gerekecektir. Bakkalın camı tamir ettirdiğini ve camcıya, hikayede söylendiği gibi 6 frank verdiğini düşünelim. Camcı işini büyük bir zevkle yaparken akşam çocuklarına bu parayla güzel bir pasta alabileceği için de mutludur. Camcı 6 frankı fırıncıya verir. Fırıncı, parayı aldığı için sevinecek ve o da bu parayı doğal olarak başka bir yerde harcayacaktır. 6 frankın yolculuğu böylece sürüp gidecektir. Sonuca gelirsek; camın kırılmasının yarattığı zararın giderilmesi için harcanan para, ekonomik aktivitelerin yeniden canlanmasına neden olmuştur. İşte bakkalın harcadığı para QE’dir.

Baştaki İngiltere örneğimize dönersek, ülkedeki toplam para arzının 1,95 trilyon £ olduğu hesaplanıyor. Bunun sadece 50 milyar £’u nakit (cash) para, kalanı ise yatırım ve mevduat hesaplarındaki kaydi paradır. Peki, nakit para ile hesaplardaki para arasındaki oransal farklılık risk yaratmaz mı?

Dünyanın hemen her ülkesinde, İngiltere’deki gibi nakit paranın toplam paraya oranı çok düşük seviyelerdedir. Güven duyulduğu sürece bu durum risk yaratmaz. Tam tersi, toplam para arzı kadar para basılmaya kalkıldığı anda hiper enflasyon geliyor demektir. Bunu deneyenlerin matbaalarda yarattıkları kupürlere birkaç örnek vererek bitirelim:

Ø  Almanya (1923); 100.000.000.000.000.000 Mark (100 trilyon)

Ø  Brezilya (1942); 2.750.000.000.000.000.000 Real (2,75 kentilyon)

Ø  Macaristan (1946); 400.000.000.000.000.000.000.000.000.000 Pengo (400 oktilyon)

Ø  Zimbabve (2009); 100.000.000.000.000 (100 trilyon)


19 Mart 2012 Pazartesi

Piyasalar geleceği görebilir mi?

Bugün dünyada finansal piyasaların bilimsel olarak nasıl işlediği konusunda çok fazla kaynak varken piyasaların doğasını anlatan araştırma ve yazıya rastlamak neredeyse imkansız gibidir.

Klasik Ekonomi bilimi, insanların ekonomik kararlarını verirken bilerek ve isteyerek verdiklerini söyler. Hemen ardından da bu rasyonellik bilincinin sınırlarını çizer: İnsan kollarını kanat gibi çırparak uçamaz. İnsanın doğal kısıtlarını aşamayacağı gerçeği bugünün finansal sistemi için artık kabul edilebilir bir olgu değildir. İnsanlar kollarını çırparak artık uçabilmektedirler.

İşte piyasalar denilen bu karmaşık sistem kendi doğası üzerinde hareket etmekte, olanları ve olacakları belirleyebilmektedir. Piyasaların olacakları önceden kestirmesi mümkün müdür? Aşağıda anlatacağımız hikaye bu sorunun cevabını sanıyoruz fazlasıyla verecektir.

Piyasaların olacakları tüm sosyal bilimlerden önce gördüğü çarpıcı bir olay New York Borsasında yaşanmıştır. Tarih 28 Ocak 1986. Dünya havacılık tarihinin en trajik kazasının gerçekleştiği gün. Uzay Mekiği Challenger, kalkışından 73 saniye sonra yedi mürettebatı ile havada infilak eder. Birçok kişinin televizyon başında izlediği bu acı olayın nedeni uzun süre öğrenilemez. NASA, patlamanın nedenini araştırması için uygarlık tarihinin en önemli teorik fizikçilerinden Richard P.Feynman’ı görevlendirir. Rogers Komisyonu adlı araştırma ekibi kazanın nedenini yaklaşık altı ay sonra açıklar. Hatalı üretilen küçük bir motor parçası kazaya sebep olmuştur. Hatalı parçanın üreticisi ise Morton Thiokol adlı şirkettir. Gözler bir anda Morton Thiokol’a çevrilir. Uzay mekiğinin inşasında Morton’un dışında 3 firma daha görev almıştır. Bunlar mekiğin motorlarını yapan Rockwell, yer desteğini sağlayan Lockheed ve dış tankları üreten Martin Marietta’dır. Fakat komisyon sadece Morton’u suçlu bulmuştur.

Kazaya, mekiğin katı yakıt ek motorunu yapan Morton Thiokol’un neden olduğu açıklandığı gün, yani kazadan altı ay sonra, Morton Thiokol ile ilgili çok çarpıcı bir gerçek daha ortaya çıkar.

Mekiğin yapımında rol oynayan dört şirketin de hisse senetleri New York borsasında işlem görüyordu. Patlamanın olduğu gün, New York Borsası’nda, Challenger’ın yapımında görev alan dört büyük yüklenicinin hisseleri düşmeye başlar. 4 şirket de günü düşüşle kapatır. Fakat diğer üç şirketin hisse senetleri günü %3 düzeylerinde zararla kapatırken Morton Thiokol hisseleri %12 oranında düşmüştür. Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdur. Bu ayrışma neden kaynaklanmıştır? Acaba şirket içinden birileri kazayı öngörmüş olabilir miydi?

Kazadan sonra yapılan araştırmalar Morton Thiokol yöneticilerinin 28 Ocak tarihinde hisse satmadıklarını gösteriyordu. Öyleyse nasıl olmuştu da patlamanın olduğu gün New York Borsası hatalı parça üreticisini keşfedebilmiş ve suçluyu kazanın gerçekleştiği gün bulabilmişti?

Bu sorunun cevabı yapılan tüm sorgulamalara rağmen bugün hala gizemini korumaktadır. Ama sonuç herkesin kabul ettiği tek bir gerçeğe işaret etmektedir: Piyasaların gizli doğası! Finansal piyasaları ve onun doğasını anlamadan ekonomiyi anlamak artık mümkün değildir. Tıpkı diğer sosyal bilimlere ihtiyaç olduğu gibi piyasaların doğasını inceleyen bir bilim dalına,- tarafımca devşirilen adıyla piyasa-loji’ye büyük ihtiyaç duyulmaktadır.

18 Mart 2012 Pazar

Vade: Paranın ve duyguların zaman değeri

Finansın temel varsayımı paranın zaman değeri olduğudur. Bugün sahip olunan 10 lira ile bir ay sonra sahip olunacak 10 lira aynı değerde değildir. Bir aylık sürenin yaratacağı faiz farkının hesaplamalara dahil edilmesi gerekir. Bu varsayımın, mantıksal olarak ekonomik realiteyi doğru şekilde yansıttığından, kabul edilebilirliği yüksektir. Ondan dolayıdır ki finansal sistem bu teori üzerinde bugünkü dominant yapısına ulaşabilmiştir.

Modern finansal sistemin zaman faktörünü değerlendirme şekli ile insan doğasının değerlendirme şekli önemli bir farklılık içerir. İnsan doğası, uzun dönemli yüksek getiri karşısında kısa dönemdeki düşük getiriyi tercih eder. Ama seçeneklerin ikisi de uzun vadeli ise daha yüksek getiriyi seçer. Yapılan deneylerde katılımcılara bugün size 50 dolar veya bir yıl sonra 100 dolar vermeyi öneriyoruz, hangisini seçersiniz diye sorulmuştur. Katılımcıların büyük çoğunluğu bugünkü 50 doları seçmiştir. Oysa bir yıl sonraki 100 dolar, katılımcıların tamamının bildiği ekonomik gerçekler altında en ideal seçimdir. Burada ödüle erişme süresinin yakınlığı insanların karar verme süreçlerini etkilemiştir. Aynı deney, bu kez ulaşılan bu sonucu test etmek için yeniden yapılır. Katılımcılara 9 yıl sonraki 50 doları mı yoksa 10 yıl sonraki 100 doları mı tercih edecekleri sorulur. Önceki deney ile paralel düşünüldüğünde ilk seçeneğin seçilmesi beklenmektedir. Bir yıl daha beklemeyi göze alamayacakları düşünülür ama sonuç öyle olmaz. Katılımcıların çoğu 10 yıl sonraki 100 doları tercih eder. Yani rasyonel olan sonuca ulaşır.

Deneylerin ortaya koyduğu gibi insanlar paranın zaman değerini kendi çıkarları açısından kullanan bir karar verme sistemine sahiptirler. Finansal sistem içinde paranın zaman değeri üzerine oynanan oyunların haddi hesabı yoktur diyebiliriz.

Paranın zaman değerinin insan doğası için taşıdığı bu hassaslık, finansal piyasaların çok önceleri öğrendiği bir durumdur. Bu nedenledir ki finansal krizlerin birçoğu kurlar üzerinde gerçekleşen işlemler sonucu döviz piyasalarında meydana gelir. Para birimleri, spekülatif ve hırslı yatırımcıların yüksek tutarlı işlemleri ile dalgalı hale getirilerek oynaklıkları arttırılır ve bunun sonucunda döviz kurlarının birbirlerine karşı değerleri yüksek tutarlarda değiştirilir. Diyelim ki belli bir anda 1 dolar 100 japon yenine eşittir. Döviz piyasalarındaki spekülatif hareketler sonucu 1 doların 70 veya 130 japon yenine kısa bir süre içinde çıkması muhtemeldir. Bu durum her iki para birimi için de tehlikeli sonuçlar yaratacak ve kontrolün kaybedilmesi sonrasında yeni krizlerin yaşanması ihtimalini arttıracaktır.

Paraların zaman değeri olan kurları kullanarak para kazanma isteği yatırımcıların son derece sevdikleri bir oyundur. Duyguların gücü ne kadar şiddetliyse paranın zaman değeri üzerinden para kazanma isteği de o kadar şiddetlidir. Bu karşılıklı duyguların ne kadar şiddetli olduğunu dünya ilk kez 16 Eylül 1992’de anlamıştı. Tarihe Kara Çarşamba (Black Wednesday) olarak geçen bu olayda, yatırımcı George Soros, İngiltere poundu üzerine yaptığı işlemlerle poundun değerini değiştirerek 1 milyar dolar kazanmıştı. Poundun değerindeki değişiklik ile birlikte yaşanan kaos İngiltere’yi yeni oluşan Avrupa Para Birliğinin dışında tutacak gelişmelerin fitilini ateşlemişti.

Paranın zaman değeri üzerine duygular beslemek küresel finansal sistemde sadece George Soros gibi nitelikli yatırımcıların değil Japon ev kadınlarının da iyi yaptığı bir şeydi. Son 10 yılın en popüler, en zahmetsiz ve en az beceri gerektiren yatırım şekillerinden biri tanımlamasının rahatça yapılabileceği Carry Trade adlı para işlemi bu duyguların yönlendirmesinin bir sonucuydu. Borçlanma faizlerinin düşük olduğu ülkelerden alınan krediler, hazine bonosu getirilerinin yüksek olduğu ülkelere yatırılarak, aradaki faiz farkından ve değiş tokuş işlemleri ile de kur farkından para kazanmak tüm dünyada büyük bir hayran kitlesi toplamıştı. 2008 yılında döviz piyasalarında yaşanan türbülansta, carry trade pozisyonlarını kapama telaşına düşen yatırımcılar varlık fiyatlarında düşmeye neden olurken, Japon yeninin değerinin aniden fırlamasına sebebiyet vermişlerdi. Bu da tüketicilerin stabil para birimi olarak gördükleri Japon yenine endeksledikleri kredi borçlarını iki katına çıkararak çöküşün hızını arttırmıştı.

İnsan doğası daima iki yönü keskin duygularla doludur. Bu duyguların yönlendirmesi ile alınan kararların da iki yönlü sonuçlar doğuracağı asla akıldan çıkarılmaması gereken bir durumdur.

17 Mart 2012 Cumartesi

Ekonominin yeni başrol oyuncusu: İrrasyonel!..

Dünyanın en iyi ekonomisti neden sizsiniz? Bugünün finansal dünyasında, en iyi ekonomistlerin ekonomi bilimi ile hiç ilişkisi olmayan kişiler oldukları artık finansal sistemin de yakından anladığı bir gerçektir. Peki ama ekonominin, karmaşık bilimselliğinden sıyrılarak sıradan insanın bilgeliğine geçişi nasıl gerçekleşti?

Sıradan insanın dünyanın en iyi ekonomisti olmasının arkasında yatan olgulardan biri insanların dedikodu yapmayı bilmesidir. Tuhaf gelebilir ama bugünün ekonomistlerinin yaptığı araştırmaların kökleri üzerine düşünüldüğünde bu olguyla karşılaşıyoruz. Çünkü artık finansal sistemin hedefi oradaki “ben”! Tıpkı “sen”in gibi düşünen ve duygularıyla yaşayan “ben”.

Zeki insanlar fikirler, orta zekalılar olaylar, düşük zekalılar insanlar hakkında konuşur şeklindeki değerlendirme, bugün sosyoloji ve psikoloji tarafından şifresi çözülmüş bir gerçeği tanımlamaktadır. İnsanlar karar verirken detaylı değerlendirmeler yerine duygular, sezgiler, zihinsel kısayollar gibi bir dizi pratik karar mekanizmasını kullanmaktadır. Bilim, insan beyninin doğal kısıtları nedeniyle oldukça basit ve ekonomik bir karar verme sistemine sahip olduğunu ortaya koymuştur.

Dedikodu toplumsal hayat içinde değersiz ve önemsiz görülen, sadece zaman geçirmek için yapılan bir eylem olarak düşünülür. Hatta cehennemin en geniş arazisine sahip olduğu söylenir. Kötü şöhretli bu bilgi alışverişi yöntemi aslında başarılı bir düşünce oyunudur. Başkalarının davranış ve eylemlerinin nedenlerini son derece basit ve anlaşılabilir sebeplere indiren bir düşünce oyunu. Bu yönüyle ulaşılan sonuçlar taraflar açısından daima kabul edilebilirdir.

İnsan psikolojisinde şahıslar ve olaylar hakkındaki iyi ve kötü bilgileri başkalarına aktarma dürtüsü çağımızda ekonominin en güvenilir sorgu kaynaklarından biri haline gelmiştir. İnsanların dedikodu yapmadan yaşayamayacağı düşüncesi insanların ekonomik hayatla bağlarının ne kadar derin olduğunu gösterir bir bakıma. Yapılan sosyolojik araştırmalarda kişilerin en çok konuştukları konuların başında başkalarının gelirlerinin gelmesi bu durumun bir göstergesi gibidir. Bir dedikodunun bir habere göre daha hızlı yayılması fenomeni ise ekonominin cazibe duyduğu bir niteliktir.

Dedikodu toplumun istek, arzu ve korku gibi duygularının temel nedenlerini kolaylıkla ortaya çıkarır. Neyi neden yaptığımızın sırlarını bulmaya çalışır. Dedikodunun, sorunların köklerine ulaşmadaki başarısı neden, niçin, nasıl sorularını usanmadan ardı arkasına sormasından ve mantıken kabul edilebilir bir yanıt alana kadar sürdürmesinden kaynaklanır. Dedikodunun ihmal edilmiş bir sanat olduğunu söyleyen Woody Allen’dı ama bugün ekonomi dedikoduyu bilimsel olgu haline döndüren bir yaklaşımı benimsemektedir.

Şimdi şöyle bir dedikodu düşünelim. İki hanım arasında geçen karşılıklı bir konuşma:
“Biliyor muydun, Bayan A’nın kızı hamile.”
“Nereden çıkarıyorsun, o daha evli bile değil.”
“Bana güven şekerim, geçenlerde alışveriş yaparken kokusuz losyon alıyordu…”

Bu diyalog, ekonomik olarak bir losyon alışverişinden daha fazlasını ifade etmiyor diye düşünüyorsanız biraz daha sabredin.

ABD’nin Walmart’tan sonraki en büyük alışveriş şirketi Target, müşterilerinin alışveriş kayıtlarını incelerken bir ürünün satış rakamları ile müşterilerin davranış kalıpları arasında ilginç bir ilişki farkeder. Bu ürün kokusuz losyondur. Hamile kadınlar ikinci üç aylarının başında kokusuz losyon almaktadırlar. Target, bu bilgiyi kullanarak kokusuz losyon alan tüm müşterilerini inceler ve hamile olabileceğini düşündüklerine bebek ürünleriyle ilgili reklam broşürleri ve indirim kuponları göndermeye başlar. Başarı oranı yüksektir. Fakat ailelerden önce Target’ın bu gerçekten haberdar olması bazı aileleri ürkütmüştür.

Ekonomi bilimi olması gereken yere toplumun içine dönüyor. Tıpkı sosyal bilimlerde olduğu gibi matematiksel bir formül ve ispat gerekliliği duymadan kişilerin duygular ve davranışlar evreninde varolmaya başlıyor. Artık şirketlerin hedefi oradaki “ben”!

Geleneksel ekonomi bilimi, son yüzyılı, hesaplanamayan hiçbir şey ekonomik olarak doğru olamaz düşüncesiyle geçirdi. Bu süreçte rasyonel insan denilen bir kahraman yarattı. Klasik ekonomi teorisi rasyonel insanın duygulardan bağımsız hareket ettiğini söylerken, duyguları ekonomik sistemin dışını itmiştir. Fakat bugün finansal sistemin dışında bırakılması gereken sanıyoruz klasik ekonominin başrol oyuncusu rasyonel insandır. Klasik ekonominin mekanik yasaları, insanın yaşam koşullarını ve düşünce evreninin şeklini yorumlamada yeterli olamamaktadır. İnsanın sürekli mal mülk edinip tüketmekle uğraştığını düşünmektedir. Duyguları hiçbir hesaplamasına katmayan klasik ekonomi modeli bugün tamir edilemez bir noktaya gelmiştir. Çünkü artık insanlar kararlarını bilimsel teorilerle değil, sezgi ve duygularıyla vermektedirler. Artık devir irrasyonel insanın devridir.

Finansal sistemin irrasyonel insanı başrol oyuncusu olarak atarken bildiği tek bir şey vardır: Küresel ısınmadan her mahallede açılan Starbucks mağazasına her şey basit bir ekonomik düşünceye dayanıyor. Google veya Apple’ın global başarısını klasik ekonominin hiçbir formülü anlatamaz. Karmaşık formüllerin yerini bol nüanslı basit düşünceler alıyor. Ekonomi giderek daha fazla irrasyonel hale geliyor. Rasyonel insanın davranışlarını matematiksel olarak öngörebilen klasik ekonomi irrasyonel insan karşısında çaresiz kalıyor.

Target’ın genç kızların hamileliğini ailelerinden önce öğrenmesi gibi ekonomi giderek dedikodu-nomi haline gelmeye başlıyor. Dedikodu-nomi’nin (isim tarafımca üretilmiştir) başrol oyuncusu ise irrasyonel insan. Yani oradaki “ben” veya buradaki “sen”.

Para ne değildir?

Aşağıdaki yazı “Finansal krizin
Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti” adlı kitabımdan alınmıştır…

Para herkesin iyi bildiği ama pek de iyi tanımadığı bir kavramdır.
Binlerce yıl önce Meksikalı yerliler “kakao” dedikleri ağaçlarda yetişen
tanelerden sıcak bir içecek keşfederler. Bu sıcak içecek o kadar lezzetlidir ki
tanrıların armağanı olduğuna inanırlar. Kısa zamanda bölgede çok ünlü olan kakaoya
komşu Aztekler yeni bir form vererek “çikolata” dedikleri farklı bir kakao türü
oluştururlar. Kakaodan daha lezzetli olan çikolata tanelerine o kadar değer
veriliyordu ki Aztekler para yerine artık çikolata kullanmaya başlamışlardı.
İspanyollar 16.yüzyılda Meksika’yı fethettiklerinde para yerine çikolata
denilen bu taneleri kullanmışlardı.

Michael Coe’nin True History of
Chocolate adlı kitabında anlatılan bu hikayede, paranın yerine onun kadar
değerli olduğu düşünülen çikolatanın kullanılması eğilimi binyıllardır
değişmemiş bir anlayıştır. Tarihin her döneminde para kadar değerli olduğu
düşünülen şeyler para yerine kullanılmıştır. Tıpkı çağımızda para yerine
kredinin kullanılıyor olması gibi.

Aslında borç yaratan bir mekanizma olan kredinin her yönüyle para gibi
değerlendirilmesi finansal krizi getiren en önemli fenomenlerden biridir. Bunda
herkesin iyi bildiğini düşündüğü ama pek iyi tanımadığı para hakkındaki yanlış
algılamaların payı büyüktür.

Yanlış algılama 1: Para en önemli değerdir.

Bu doğru değildir. Çünkü para tamamıyla soyut bir muhasebe kavramıdır.
Bir deste para, bir deste para değerindedir. Ama değerin kendisi değil, onu
ifade eden bir araçtır. Başka bir ifadeyle, para basit bir datadır (bilgi).
İnsana, kendi evreni içinde yönetme yeteneği veren bir data. Planladığı ve
arzuladığı şeyleri yapmasına yardımcı olan bir araç. Muhasebe kavramı olarak
ise, ne kadar alınıp/satıldığını ya da sisteme ne kadar enjekte
edilip/çekildiğini gösteren bir konsept olarak tanımlanabilir.

Yanlış algılama 2: Çalışarak ya da satarak para yaratılır.

Bankalar hariç hiç kimse para yaratamaz. Emek karşılığı yaratılan
para, zaten mevcut olan paranın transferinden başka bir şey değildir. Yani
insanlar, başkalarında bulunan paranın bir kısmını almak için çalışırlar.

Yanlış algılama 3: Para altınla ilişkilidir.

Bugün dünyada hiçbir merkez bankası, parasını altınla
ilişkilendirebilecek kadar fazla altın stoğuna sahip değildir. Bu nedenle
altının çıpa olarak kullanılması uygulamasına 70’li yıllardan sonra son
verilmiş ve dalgalı kur sistemleri benimsenmiştir. Bugün ülkeler arası para
transferlerinin sadece %2’si ekonomiyle ilgilidir. Sistem global bir casino’ya
dönmüştür.

Altına konvertibl paranın yokluğu, para ve kredi arzını
güçlendirmiştir. Bugün paranın gerçekte ne ifade ettiği şüphelidir. Bir değer
saklama aracı olmaktan çıkmış, kredi ve borçları ölçen bir muhasebe aracı
haline gelmiştir. Kısacası bugün artık paranın, altın veya herhangi bir kıymete
değil, sadece parasal sisteme duyulan güvene endeksli olduğu söylenebilir.

Yanlış algılama 4: Para, basılarak yaratılır.

Günümüz ekonomik sisteminde, para basan hükümet neredeyse kalmamıştır.
Para arzının tamamına yakını, artık bankalar tarafından kredi vererek
oluşturulmaktadır. Toplam paranın çok küçük bir kısmını oluşturan piyasadaki
nakit para ise, merkez bankalarının basarak yarattığı tüm paradır.

Yaşanan finansal krizi anlamak için parayla ilgili sorulacak iki
kritik soru ve verilecek iki kritik cevap vardır: İlki para nereden geldi,
ikincisi ise nereye gitti’dir. İlk soruya verilecek cevap “para zaten hiç
olmamıştı” olacaktır. İkinci soruya ise “olmayan para zaten bir yere gidemez,
bu tamamen bir yanılsama” cevabı rahatlıkla verilebilecektir. Çünkü para diye
algılanan şey aslında kredidir. Kredi ise varlık değil, ödenmesi gereken bir
borçtur. (Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti, Cinius Yayınları,
2011)

16 Mart 2012 Cuma

Bir ekonomist ve işsiz için tasarruf neden aynı şey değildir?

Son zamanlarda tüm dünyada sempati toplayan konuların başında iç
tasarruflar konusu geliyor. ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke ABD’nin
ekonomisindeki cari açık sorununu işaret ederken bu durumun gerekçesi olarak
dünyadaki tasarruf fazlasını göstermekte ısrar etmektedir. İç tasarruf konusu
bu kadar önemliyse bir ülkenin iç tasarrufu ne anlama geliyor?

İç tasarruf konusu klasik ekonomi kuramının anlaşılması zor
konularının başında gelir. Konunun anlaşılmazlığı temel bir düşünce hatasından
kaynaklanır: Kişisel tasarruf ile bir ülkenin tasarrufu aynı şey değildir. Başka
bir deyişle bir ekonomist ile bir işsiz için tasarruf aynı şey değildir.

Kişisel tasarruf varlıklarınızın bir bölümünü oluşturan bankadaki
paranızda meydana gelen artışı ifade eder. Daha açık bir ifadeyle kişisel
tasarruf kişinin harcanabilir gelirinden harcamalarını düştükten sonra kalan
tutardır. Oysa bir ülkenin toplam tasarrufu varlıklarının tamamındaki toplam
artıştır. Kişisel tasarruf belli bir andaki para stokunu ifade ederken bir
ülkenin tasarrufu, belli bir zaman içindeki varlık arttırıcı aktivitelerini
ifade eder. Bu nedenle bir ülkenin tasarrufu yatırımları anlamına gelir; stoklar,
makina, fabrika gibi sabit sermaye yatırımları. Bu yönüyle alışveriş
mağazalarının raflarında satın alınmayan tüketim malları da iç tasarruf
hesabında dikkate alınır.

Eğer kişisel tasarruflar bir banka hesabına yatırılmazsa yatırım
çevrimine katılamayacakları için yatırım olarak kabul edilmezler. Kişisel tasarrufu
arttıran ama ekonomik çevrime girmeyen yani bankalara yatırılmayan para ekonomi
için tehlikeli bir durumdur. Stokların artması, üretimin azalması, işsizlik ve
bunların sonucunda resesyon denilen olguyu ortaya çıkarır. Çünkü kişisel olarak
harcanmayan ve bankalara yatırılan para, bankalar tarafından kredi olarak
yatırımcılara verilecek ve böylece tasarruf sahiplerinin harcamadığı parayı
krediyi alanlar harcayacak, yatırımlar ve dolayısıyla iç tasarruf artmış
olacaktır. Buradan şu sonuca ulaşılabilir. Kişilerin harcamayıp bankalara
yatırdıkları paralar ne kadar artarsa bankalar o kadar fazla kredi verecek ve
iç tasarruf artacaktır.

Tasarruflar artmadan da iç tasarruf artabilir. İç tasarruflar yani
yatırımlar bireysel tasarrufların üzerindeyse bu ülkenin cari fazla verdiği,
dışarıdan para girişine neden olduğu şeklinde yorumlanarak ekonomik büyüme
denilen durumu oluşturur. Bu büyüme modeli kişisel tasarruflarla
desteklenmediği sürece ekonomi için uzun vadede riskli bir yapı oluşturur.

Kısaca özetlemek gerekirse; bir ülkede kişisel tasarrufların toplamı
sıfır olsa da ekonomistler iç tasarrufların yüksek ve yeterli olduğunu
söyleyebilirler. Çünkü varlıkların değerindeki artış, satılmayan stoklar, devam
eden yatırımlar, emeklilik ve diğer fonlarda biriken paralar iç tasarruf
rakamlarına dahil edildiğinden iç tasarruf rakımını yükseltir.

13 Mart 2012 Salı

Şeytanın Finansal Sözlüğü

Mikrokredi projesiyle milyonlarca fakir insanın hayatını değiştiren, bu sistemi çok uluslu bankalara model olarak kabul ettiren ve bu başarısıyla 2006 Nobel Barış Ödülüne layık görülen Muhammed Yunus, Spiegel’e verdiği röportajda şöyle diyordu:

“Kapitalizm bir kumarhaneye dönüştürüldü. Hırs, global finansal sistemi enkaza döndürdü. Spekülasyonlar ekonominin temel dinamiği haline geldi…”

ve ekliyordu:

“Bu sorunun nasıl aşılacağını ben de bilmiyorum…”

Muhammed Yunus gibi ekonominin diğer önemli ve akil insanları da, bu çöküntünün altından nasıl kalkılacağına dair somut öneriler getiremiyorlar. İskambilden kule yaratılırken önemsenmeyen riskler, dünyayı uçurumun kenarına getirmiş durumda.

Amerikalı yazar A.Bierce’ın tam bir asır önce yazdığı ve finansal sistemin önemli kavramlarına eleştirel tanımlar getiren Devil’s Dictonary (Şeytanın Sözlüğü) adlı yapıtı bugünlerde yeniden raflardan indirildi. Çünkü insanlar finansal kavramların, bu katastrofik çöküşün ardından gerçek anlamlarını bulmaya başladığını düşünüyor.

Şimdi bu sözlükten seçtiğimiz bazı kavramları, yaşanın çalkantılardan çıkarılan dersleri de ekleyerek yeniden tanımlamaya çalışalım ve krizin kara mizahına biraz tuz ekelim.

Hesap İşletim Ücreti: Bankalar ve finans kuruluşlarının müşterilerinden aldığı yıllık komisyon. Modern finansal piyasalarda “Ferrari faktör” olarak adlandırılır. Ekonominin iyi gittiği dönemlerde, cebinizde nakit parayla Ferrari satan bir mağazaya girip Ferrari almak istediğinizi söylediğinizde, tıpkı hesap işletim ücreti gibi nedenini anlamakta zorluk çekeceğiniz şu yanıtı alırsınız: “Sizi listeye yazıyoruz, iki yıl içinde arabanızı alacaksınız. Yalnız biraz kaparo alıyoruz!”

Faiz Oranı: Finansal sistemin en esnek oranı. Mevduat hesapları için oldukça düşük tutulmaya çalışılırken, krediler için elden geldiğince arttırılır. Özellikle de kriz dönemlerinde.

Ortalama: Her üç çeşidi de (vasati, mod ve medyan) genellikle gerçeği gizlemek için kullanılır.

Bütçe: Gelirinizin %110’u. Charles Dickens’in David Copperfield adlı kitabının önemli karakterlerinden Bay Micawber şöyle der: “Yıllık geliriniz 20 pound, yıllık gideriniz 19,6 pound ise mutlusunuz; yıllık geliriniz 20 pound yıllık gideriniz 20,6 pound ise sefilsiniz…”

Sermaye: Zenginlerin kendi paralarına verdikleri isim. Bu nedenle geri kalanlar baş harfini büyük yazarlar.

Kasko Poliçesi: Araba kullananlardan yasal bir istek. Nedense bazı insanlar hayatları boyunca aynı sigorta şirketinden poliçe satın almaya karşı büyük bir inanç duyarlar. Ama sadık kalınması gereken kasko şirketi değil, eşinizdir.

Ticaret: Bir tür işlem. A, B’nin mallarını C’den veresiye satın alır. Sonra D’nin cebindeki E’ye ait olan paraları alarak B’ye olan borcunu öder. Kısaltmaları verirsek; A-Alıcı, B-Üretici, C-Satıcı, D-Banka, E-Mevduat Sahibi.

Müşteri: Kara aç hırslı şirketler tarafından canlı canlı yenen kişi.

Kredi: Borcun sahne adı. Genelde para rolünü oynar.

Kredi Kartı: Bir finansal tahribat silahı. Son derece masum bir plastik görünüşü olsa da, aşırı harcayanların canını acıtan bir araç.

Borç: Kölelik döneminin zincir ve kırbacının, ileri simya teknikleriyle bugün dönüştüğü hal.

Finans: Gelir ve kaynakları, yöneticilerin yüksek çıkarları adına yönetme bilimi veya sanatı.

Gelecek: İlişkilerin düzeldiği, arkadaşların gerçek ve mutluluğun kalıcı olduğu bir zaman kesiti.

Gelir: Saygınlığın doğal ve rasyonel ölçütü.

Enflasyon: Fiyatları arttırmak için bir özür.

Para: Kendinizle birlikte harcamadığınız sürece, harcanmasının fayda getirdiği büyük bir lütuf. Kültürün ispatı, yüksek sosyeteye pasaport. Malla destekleneni daha makbuldür.

Mortgage: Fransızca iki sözcüğün birleşimi. Mort-ölüm, gage-söz vermek. Anlamı yorumlayana kalmış.

Emeklilik: Sahip olmak için ömrünüz dahil her şeyinizi harcadığınız “oda+kahvaltı” konaklama şekli.

Fiyat: Satın aldıklarınız ve alamadıklarınız arasındaki fark.

Zenginlik: Sahip olduğunuz paranın epeyce fazlası.