31 Ağustos 2012 Cuma

Son rasyonel!

Harvard Üniversitesinde okuyan ve gelecekte sırf bu üniversiteden mezun olduğu için büyük şirketlere üst basamaklardan yönetici olarak başlayacak yüzden fazla öğrencinin kopya skandalına karışması büyük bir şaşkınlık yaratmış durumda. 250 öğrencinin yarısından fazlasının suça karışması geleceğin yöneticilerindeki etik değerlerin sorgulanmasını bir kere daha gündeme getirmiş görünüyor. Öğrencilerin %50’sinden fazlasının etik olmayan bir davranışa yönelmiş olması sizce nasıl değerlendirilmeli? Gelecekteki yöneticilerimiz sizce nasıl insanlar?

Al Capone’un adını duymayan çok az insan vardır. Büyük buhranın Amerika’yı kasıp kavurduğu 30’lu yılların yasaklarının doğurduğu fırsatları son derece profesyonel yöntemlerle karşılayarak büyük bir maddi ve politik güce kavuşmuştur. Neredeyse ülkenin hükümeti kendisiymiş gibi bir güç ve yönetim sistemi yaratmıştır. Stratejisinin ardındaki basit yaklaşım kendi ifadesine göre şuydu: “Çocukken tanrıya bana bisiklet vermesi için dua ederdim. Fakat bir gün onun çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün bir bisiklet çaldım ve beni affetmesi için dua ettim.”

Al Capone bu stratejiyle başarılı olurken, başarısının ardında çok az kişinin bildiği bir faktör daha vardı. Al Capone mafya işine bulaşmadan önce bir muhasebeciydi. İşte onu diğer tüm mafya liderlerinden farklı kılan özelliği de buydu. Suça dayalı imparatorluğunu aldığı muhasebe eğitimi ile yönetiyordu. Kumar, haraç, kaçakçılık yasaktır. Ama o bunları bir iş olarak görüyordu. Bunları yürütebilmek için gerekli olanın avukatlar değil, rüşvet ve makineli tüfekler olduğunu biliyordu. Aslında bu yönleriyle Al Capone hiç birimize yabancı gelecek biri değildi. Neden mi?

Klasik ekonomi bilimi 20.yüzyılda rasyonel insan adında bir kahraman yaratmıştı. Düşünce, davranış ve tercihleri, arzu ve dürtülere değil de mantıklı ve rasyonel kararlara dayanan, akılcı ve kendi çıkarına göre hareket eden bir insandı bu. İşte Al Capone tam olarak bu tarife uyuyordu. Davranış ve eylemlerinin ardında belirli, akılcı ve anlaşılabilir nedenler vardı. Klasik ekonominin kendi çıkarına göre hareket eden ideal kahramanı rasyonel insana oldukça yakındı. Yasak olan işler için derin iktisadi analizler yapıyor, kanunla nasıl mücadele edileceğini öğreniyor, işlerin kıt kaynaklarla başarılı şekilde yapılması için rüşvet veriyor ve tüm bunlar için gerekli olan parayı sağlamak için muhasebe yapıyordu. Al Capone tam bir rasyoneldi. Oysa birçok insan ve özellikle politikacı onun bir rasyonel değil, gangster olduğunu inanıyordu. Peki sizce hangisi?

Herkes gibi ABD’de bunu merak ediyordu ve FBI aracılığıyla bir operasyona başladı. Abdul Enterprises, LTD. adlı hayali bir şirket kurulur. Şirketin sahibi sahte Arap şeyhi rolü oynayan Kraim Abdul Rahman’dır. Şeyh, kimi zaman malikanesinde, kimi zaman gösterişli yatında politikacılarla rüşvet karşılığı pazarlıklar yapıyordu. Tüm toplantılar kayda alınmıştı. Abscam Operasyonu adı verilen bu çalışma sonrasında 5 kongre üyesi ve 1 senatör tutuklanmıştı. Haber yayınlandığında infiale yol açsa da aslında basit bir gerçeği işaret ediyordu: Rasyonel insan.

İşte Harvard’ta kopya çeken öğrencilerde de görmemiz gereken tek şey budur. Öğrenciler rasyonel bir karar vererek kopya çekmeyi seçmişlerdir. Her durumda ve koşulda faydasını maksimum sınıra taşıyan rasyonel insan gibi davranmışlardır. Rekabet duygularındaki gelişmişlik nedeniyle daha başarılı olmak için saldırmışlardır. İhtiyaçları olan puandan daha fazlası için mücadele etmişler ve belki de daha rahat kopya çekebilsinler diye özgür bir ortam yaratılmıştır. Harvard’lı öğrenciler tam anlamıyla birer rasyoneldi.

Bu nedenledir ki bugün rasyonel insanın ekonomik sistem içindeki varlığı faydadan daha fazla zarar getirmektedir. Umarız onlar son rasyoneller olurlar.

Harvard’lı öğrenciler ileride kartvizitlerine “kopyacı” yazmayacaklardır hiç şüphesiz. Çünkü Al Capone’unkinde de gangster değil, “İkinci el mobilya satıcısı” yazıyordu.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Merkez bankaları bulaşıkçılık yapar mı?

Dünya borsaları düşüşüne bugün de devam etti. Avrupa Merkez Bankasının İspanya piyasalarına para enjekte etmemesi Avrupa borsalarının düşmesine neden oldu. Şimdi gözler Jackson Hole’deki merkez bankaları toplantısında. Beklenen Fed’in piyasalara para enjekte ederek yeni bir geçici rahatlık vermesi. Ama henüz kararın bu yönde olup olmayacağı netlik kazanmış değil. Acaba şu iki soruyu sormak gerekmez mi? Eğer merkez bankalarının görevi bankaların elindeki sorunlu varlıkları almaksa neden bu kararı vermek için zorlanıyor? Ya da eğer görevi değilse neden bu kararı vermesi için baskı yapılıyor?

William C.Durant’ın hikayesi, bir insanın kısa hayatında ulaşabileceği tüm zirveleri taşıması ile herkes için bir şeyler içerir. Durant, ayakları üstünde durmaya başladığı ilk günlerde sokaklarda sigara satar. Ardından başarılı satış yeteneklerini kullanarak at arabalarının çektiği yük arabaları üreten bir şirket kurar. Bu işi büyütür ve dünya at arabası pazarının lideri olur. Fakat bu sektörde de fazla durmaz. Değişim onu motorlu araba sektörüne yönlendirir. Bugün dünyanın en eski arabası unvanını koruyan Buick şirketini yönetmeye başlar. Sonrasında ise General Motors’un başına geçer. Cadillac’ı satın alır. 1910 yılında 8 milyon dolara Ford’u da almak ister ama başaramaz. Yine de Durant bu gürültülü araçların başarısından şüphe duyar. İşleri bırakır ve Wall Street’in yolunu tutar. 1920’li yıllarda piyasadaki en büyük oyunculardan biri olarak hisse senedi alıp satmaya başlar. Fakat 1930 sonlarında ekonomik buhranla birlikte tüm mallarını kaybeder. Sonrasında ise New Jersey’de bir restoranda bulaşıkçılık yaparak hayatını nihayetlendirir.

Merkez bankalarının ekonomi kitaplarında anlatılan, sınavlarda sorulan ve 2000’li yıllara kadar herkese ezberletilen görevleri fiyat istikrarını sağlamak ve enflasyonla mücadele etmekti. Büyük merkez bankaları 2000’li yılların başından itibaren, bankalar daha rahat kredi versin diye faizleri düşürmeye başladılar. Adeta kredi balonu yaratmak gibi bir görev edindiler. 2007 kriziyle birlikte ise bu kez verdikleri krediler nedeniyle batan banka ve sigorta şirketlerini kurtarma işine başladılar. Bu şirketlerin ellerindeki sorunlu varlıkları satın aldılar. Bu yetmeyince bazı merkez bankaları şirketlerin hisse senetlerini almaya başladı. Bunu da bir görev ciddiyeti içinde yaptılar. Krizin Avrupa’ya yayılması ile birlikte ise başka bir görev edindiler kendilerine. Batık ülkeleri kurtarmak! Ülkelerin çıkardıkları tahvilleri satın almaya başladılar bu kez. Son 5 yıl içinde merkez bankalarının görevinin ne olduğunu hep beraber unuttuk. Piyasalara bu görevler süresince enjekte edilen paralar ise bir vesileyle hep hisse senetlerine aktı. İşte şimdi merkez bankalarından, son 4 yıldır şişen hisse senedi balonunun patlamaması için yeni bir likidite takviyesi bekliyoruz. Çünkü hisse senedi piyasaları çökerse merkez bankalarının tüm müdahaleleri boşa gitmiş olacak.

Bu noktada akıllara şu sorunun gelmesi doğaldır. Eğer hisse senedi piyasaları çökerse dünyanın önde gelen merkez bankaları Durant gibi bulaşıkçılık da yapar mı?

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Maktulen vefat etti!

Sosyal hayatımızda finans ile ne kadar ilişkisiz olursak olalım finansal krizler her zaman hepimizi ilgilendirir. Çünkü birçok insanın hayatı paraya endeksli bir hale gelmiştir. Depremi bile önceden haber veren sistemler geliştirilirken, krizlerin yaklaştığından bizi kim haberdar edecek?

İktisatçılar finansal krizlerin doğal afet olmadığını onları yaratan koşulların önceden oluştuğunu söylerler ve buna da bizi oldukça iyi inandırırlar. Fakat iktisatçıların ortak bir kararla krizin geldiğini söyledikleri bir krizi hiçbir zaman göremedik. Neredeyse dünya her beş yılda bir büyük bir kriz yaşarken iktisatçıların bir tekini bile ortak kararla öngörememiş olmaları bilim adına büyük utanç olarak kabul edilebilir.

Dünyanın son yüzyılda yaşadığı iki büyük kriz öncesinde halkın yeterli düzeyde iktisatçılar tarafından uyarılamamış olması tahribatı daha da arttırmıştır. 2007 krizinde Roubini hariç hiçbir iktisatçı krizin geldiğini açıklıkla söyleyememiştir. Üstelik Roubini alay konusu yapılmıştır. Böyle bir ortamda insanların ekonomistler tarafından uyarılmış olduğunu söylemek hiç kolay değildir; ki öyle de olmuştur. Peki ya son yüzyılın en büyük krizi? Orada ne olmuştur dersiniz?

Bir borsa broker’ı olan Roger Babson, 1929 yılında, krizin birkaç hafta öncesinde büyük bir ekonomik çöküşün yaklaştığını söylemiştir. Yatırımcılar inanacak gibi olsalar da Amerika’nın yetiştirdiği en büyük üç ekonomistten biri olan Irving Fisher (diğerleri James Tobin ve Milton Friedman) bu görüşe şiddetle karşı çıkarak, piyasaların seviyesinin normal olduğunu ve çöküş ihtimalinin olmadığını söylemiştir. Fakat piyasalar her zaman olduğu gibi ekonomisti değil, analisti dinlemiş ve 1929 ekonomik buhranı birkaç hafta sonra başlamıştır.

Ortak aklın dünyadaki en büyük sembollerinden sayılan wikipedia iktisatçıyı (ekonomist) şöyle tanımlar: “Kaynakların insan ihtiyaçlarını en iyi karşılayacak şekilde kullanılması, sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklarla karşılanacak olanların belirlenmesi, ihtiyaçları karşılayacak mal ve hizmetlerin üretiminde kaynakların en iyi şekilde dağıtılması, üretilen mal ve hizmetlerin bölüşümü konularında çalışan kişidir.”

Yukarıdaki tanımda yazanların hepsine açıklama getiren ender ekonomistlerden biri Irving Fisher’dı. Geliştirdiği teorilerle neredeyse paranın ve ekonominin gizli doğasını tanımlamıştı. Fakat burnunun ucundaki krizi göremeyecek kadar piyasalara uzaktı ve bir o kadar da anlayışsız.

Bizi krizlere karşı iktisatçılar uyarmayacaksa kim uyaracak? Ortak aklın iktisatçı tanımı, iktisatçıların yaklaşan finansal krizlere karşı insanları uyarırlar diye bir görevinden bahsetmemiştir. İhtiyaçlar, kaynaklar, dağıtım ve bölüşüm gibi konulardan bahsetmiştir. Eğer iktisatçılar sadece bu konularla uğraşacaklarsa bugün kendilerine ihtiyaç kalmamış demektir. Çünkü bugün yaşadığımız dünyada en küçük şirket bile, sizin neye ihtiyacınız olduğunu, bunu hangi kaynaklarla ne kadar düşük fiyata üreteceğini, evinize kadar getirip nasıl teslim edeceğini ve bundan isteyen herkese istediği kadar üretebileceğini taahhüt etmektedir. Yani iktisatçının yaptığı her şeyi yapıyor.

Öyleyse söylenebilecek fazla bir şey kalmıyor: İktisatçı maktulen vefat etti!

28 Ağustos 2012 Salı

Garzarelli nereden biliyordu?

Ekonomi ile ilgili beklentilerin olumsuza döndüğü zamanlarda yatırımcıların ve analistlerin çöküş öngörüleri artar. Hisse senedi piyasalarının ne zaman çökeceği üzerine tahminler ortalarda dolaşmaya başlar. Tahminlerin çoğu insanların kolayca kabul edebileceği rasyonel bir dayanak da içerir çoğu zaman. Şu an dünya piyasaları tam da böyle bir dönemden geçiyor. Herkes hayatının sihirli uzmanını bulma peşinde. Peki hisse senedi piyasalarının çökeceği üzerine yapılan öngörülür ne kadar doğruyu yansıtır? Analistlerin dedikleri gibi borsa o gün, o hafta ya da o ay çöker mi?

Hemen söyleyelim, bir öngörü ne kadar gerçekçi, ne kadar mantıklı, ne kadar rasyonel olursa olsun global hisse senedi piyasasının çökeceğini kısa bir vadede öngöremez. Bu ifade birçokları tarafından itirazla karşılanabilir. Ama burada tartışılan kişilerin bu tahminleri yapma yetenekleri değil, böyle bir olguya dayanak olarak sundukları argümanın yetersizliğidir

Öngörü tarihinin belki de en çarpıcı örneği Lehman Brothers’ın analistlerinden Elaine Garzarelli’ninkiydi. Garzarelli, Kara Pazartesi’nin (Black Monday) 2 ay öncesinde CNN’de yaptığı değerlendirmede, kısa bir süre içinde Amerika piyasalarında büyük bir çöküş beklediğini söylemişti. Piyasalar bu keskin değerlendirmeden rahatsız olmuştu. Çünkü her şey yolundaydı ve böyle bir krize hiçbir dayanak yoktu. Ekonomistler hisse senedi ve opsiyon piyasalarını incelemeye almışlardı. Fakat herhangi bir anomali görememişlerdi. Gazete ve dergiler böyle bir çöküşü beklemenin hata olacağını söylemeye başlamışlardı. Fakat her şey işte tam o anda gerçekleşti ve Garzarelli’nin tam da tarif ettiği şey oldu.

19 Ekim 1987’nin bir iş günü öncesi 16 Ekim’de, ABD borsaları hafif bir düşüşle kapanmıştı. 19 Ekim Pazartesi günü ilk açılan doğu borsalarıydı ve düşüş onlara da sıçramıştı. Ardından Avrupa borsaları da düşüşle kapanmıştı. Fakat düşüşler makul karşılanabilir seviyelerin çok üstünde değildi.Tüm piyasaların kapanması sonrasında ABD piyasaları açılmıştı ve tarihi Kara Pazartesi gelmişti. Dow Jones yaklaşık %23’lük bir düşüş yaşamıştı. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi.

Bir hafta içerisinde Hong Kong %46, Avustralya %42 İspanya %31 İngiltere %27, ABD %23 ve Yeni Zelanda %60 düşmüştü. Business Week’in attığı manşetle Garzarelli “Yüzyılın çağrı”sını yapmıştı. Peki ama Garzarelli bu tahmini nasıl yapabilmişti?

Aslında Garzarelli sadece pozisyonuna karşı bir düşünce geliştirmiş ve bunu fazla abartmıştı. Kısa pozisyona geçmiş ve medyanın gücünü kullanarak düşüncesini yaymıştı. Fakat ne piyasalara yön vermiş, ne de geleceğini öngörmüştü. Çöküş piyasanın o zamana kadar öngörülemeyen iç dinamiklerinden gelmişti. Programlı işlemler (program trading) denilen yatırım fonlarının aynı anda onlarca satış emrini elektronik olarak girmelerinin yaygınlaşmaya başladığı o günlerde, yaratılacak bir satış baskısının büyük bir krize dönüşeceğini kimse öngörememişti. Yatırım fonlarının ani satışı piyasaları geriletip yatırımcıları dondurunca, zarar eden yatırımcılar soluğu vadeli işlemler piyasasında almışlardı. Zararlarını kısa pozisyonla hedge etmeye çalışan yatırımcılar, vadeli işlem fiyatlarını aşağı çekince hisse senedi fiyatları daha da düşmüştü. Böylece kriz sonradan oldukça kolay öngörülür ama öncesinde öngörülemez şekilde dünya ekonomisini çökermişti.

Analistler çöküşlerin ne zaman olacağı üzerine daima rasyonel öngörüler geliştirir. Fakat piyasaların öngörülemez doğaları nedeniyle gerçekleşen daima irrasyonel bir sondur.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Merkez bankaları köşeye sıkışmaz!

Fed’in Jackson Hole’deki yıllık sempozyumuna 3 günden az bir süre kala yatırımcıların parasal gevşeme beklentileri artıyor. Uzmanlar ise şu an için böyle bir havanın olmadığında hemfikirler. Fakat bu olumsuz beklentiye kimse inanmak istemiyor. Çünkü piyasaların şu an likiditeye oldukça ihtiyacı var ve kimse gerisini düşünmek istemiyor. Gerisi mi?..

Almanya Merkez Bankası Bundesbank’ın Başkanı Jens Weidmann bugün gerisini düşünerek bazı açıklamalar yaptı. Avrupa Merkez Bankasının (ECB) tahvil alımlarını eleştirdi. Tahvil alımlarını uyuşturucu ilaçlara benzeterek er geç cezasını vergi mükelleflerinin çekeceğini söyledi. Yani bu operasyonlar sonunda merkez bankalarının köşeye sıkışacağını fakat onlar sadece bir kurum oldukları için asıl köşeye sıkışanların vatandaşlar olacağını söylemeye çalıştı.

Piyasaları köşeye sıkıştırma ya da bilinen adıyla cornering yatırımcıların çok eskilerden beri bildikleri bir kavramdır. Fiyatları manipüle etmek amacıyla bir varlığın dolaşımdaki kısmının önemli miktarını kontrol altına geçirmeyi ifade eder. Sonrasında da piyasa köşeye sıkışır. Nasıl mı?

70’li yılların sonunda dünyanın en zengin ailelerinden biri Hunt ailesiydi. Petrol piyasasının en büyük oyuncularından biriydiler. Libya’daki petrol alanlarının çoğu kendilerini aitti. Fakat ülkenin kamulaştırma dalgası onları da etkilemişti ve kendilerine yeni pazarlar arıyorlardı.

İşlerin başında Nelson Bunker ve William Herbert kardeşler vardı ve gözlerini para kadar kıymetli madenlere dikmişlerdi. Altın bunların başındaydı ama ABD’deki altın alımı sınırlandırması onlara istediklerini vermiyordu. Hunt kardeşler altın kadar değerli başka bir madenin olduğunu fark ettiler. Bu gümüştü. Öyleyse gümüş almak akıllıca bir yatırımdı.

Hunt kardeşler akıllıca bir hamleyle New York Metal Borsasında (Comex) gümüş kontratları üzerine işlem yapmaya başladılar. Neredeyse borsada satılan tüm kontratları satın aldılar. O tarihlerde gümüş kontratları için yatırılan teminat tutarları oldukça azdı. Bu nedenle aldıkça alıyorlardı. Gümüşün fiyatı 1979 yılında 5 dolardan 10 dolar seviyelerine çıkmıştı. Birkaç ay içinde yaşanan bu yükseliş piyasaları endişelendirmeye başlamıştı.

Türev kontratlar bugün olduğu gibi o günlerde de nakit uzlaşı veya fiziki teslimat yöntemlerinden biriyle takas oluyordu. Genelde yatırımcılar nakit karşılığı tercih ederken çok az üretici fiziki mal teslimi istiyordu. Hunt kardeşlerin ellerindeki kontratların vadeleri dolmaya başladığında herkes onların kontrat bedellerini nakit isteyeceğini düşünüyordu. Fakat düşünülen gerçekleşmedi.

Hunt kardeşler ellerindeki kontratların vadeleri doldukça kontrat karşılığı olan gümüşü fiziken talep etmeye başladılar. Üç ay gibi kısa bir sürede depolarındaki gümüş miktarı 200 milyon onsu geçmişti. Bu dünyadaki dağıtılabilir gümüş arzının yarısıydı. Piyasalar köşeye sıkışmıştı. Kontrat karşılığı olan gümüş bulunmak zorundaydı. Gümüşün fiyatı üç ay içinde 10 dolardan 50 dolar seviyelerine çıkmıştı. Gümüşe bağlı endüstriler çökmek üzereydi.

27 Mart 1979’da piyasaları rahatlatan haber gelmişti. Serbest piyasa bir kere daha görünen bir elin desteğine ihtiyacı olduğunu göstermişti. Düzenleyici kuruluşlar gümüş kontratlarındaki teminat tutarını Hunt ailesinin karşılayamayacağı şekilde arttırmışlardı. Hunt ailesi kontratları kaybetmemek için gerekli parayı hemen bulması gerekiyordu. Fakat bunu başaramamışlardı. Tarihe Gümüş Perşembe (Silver Thursday) olarak geçen o gün gümüş fiyatları keskin bir düşüş yaşarken Hunt ailesi ile birlikte iş yapan tüm aracı kuruluşlar çökmüştü.

Bundesbank Başkanının, ECB’nin tahvil alımlarına karşı duyduğu korku ve Fed’in kararsızlığının arkasındaki etkenin köşeye sıkışma endişesi olması muhtemeldir. Tahvil piyasası aslında basit bir işleyişe sahiptir. Devletlerin veya kurumların çıkardıkları tahviller müşteriler tarafından satın alınır. Vadesinde ise geri alınır. Fakat geri alma işlemi genellikle piyasaya yeni tahvil sürülmesi ile yerine getirilir. Yani devletlerin ya da kurumların cebinden para çıkmamış olur. Parasal gevşeme politikaları ile ECB ve Fed ülke ve kurumlara ait tahvillerin önemli kısmını satın almış durumdadırlar. Bu durum tahvillerin vadesi gelene kadar piyasaları rahatlatacaktır hiç şüphesiz. Fakat ödeme günü geldiğinde eğer Merkez Bankaları bu tahvillerin nakit karşılığını isterse -ki bu muhtemeldir çünkü sonsuza kadar parasal gevşeme politikaları sürdürülemez- kurum veya devletlerin bu paraları ödemesi gerekecektir. Global ekonominin o ülke ve kurumlar için böyle bir kazancı orta vadede sunmasının mümkün olmaması senaryosu altında bu tahviller ödenemeyecekler ve bugün yaşanacak olan acılar o gün yaşanacaktır. Merkez bankaları bütçeleri olan kurumlar olmadıkları için ayakta kalmaya devam ederken, vatandaşlar bu faturayı ödemek zorunda kalacaklardır.

Parasal gevşeme beklenirken merkez bankalarının asla köşeye sıkışmayacağı hatırdan çıkarılmamalıdır.

26 Ağustos 2012 Pazar

Türev ürünler: Bilimin değil hayatın matematiği!

Türev piyasalar denince birçok insanın aklına son derece karmaşık bir yer gelir. Hiç şüphesiz türev ürünler anlaşılması zor matematiği, doğalarının çözülememiş tarafları ve yüksek bilgi gerektiren özellikleri nedeniyle son derece karmaşık yapılardır. Birçok kişinin bu piyasalardan uzak durması rasyonel bir düşüncedir aslında. Peki gerçekten öyle mi? Türev ürünlerle işlem yapan kişiler birer matematik dehası ya da finans mühendisi midirler?

Bu sorunun yanıtını verebilmek için bu piyasalarda çalışan ve bu piyasalardan kazanan iki kişinin kısa hikayesini anlatalım ve bu piyasaların doğasının gizli kalmış bir tarafını daha göstererek sorularımıza cevap bulmaya çalışalım.

2 gün önce haber ajanslarına düşen bir atama haberi birçoklarının dikkatini çekmişti. ABD’nin üçüncü büyük bankası Citibank türev ürünler satış birimi başkan yardımcılığı için yeni bir ismi seçti. Atanan kişi 29 yaşındaki Kimberley Stolz’tu. Müzik televizyonu MTV’nin video jokeyi ve eski “top model” olan Stolz bundan sonra hisse senedi türevlerinin satışından sorumlu olacak. Bu bölümün satış gelirlerinin son yıl içinde %40 azalması böyle bir değişimi zorunlu kılmış. Türev ürünler piyasasının inovatif meritokrasisi sanıyoruz böyle bir atamayı kaçınılmaz kılmış görünüyor.

Türev ürünler piyasasında bugüne kadar elde edilmiş en yüksek yüzdeli getirilerden biri1979 yılında genç bir avukat olan Hillary Rodham tarafından elde edilmişti. Rodham, büyük baş hayvan fiyatlarının zirveye çıktığını düşünerek büyük baş hayvan kontratlarında kısa pozisyon aldı. Yatırdığı tutar sadece 1.000 dolardı. On ay sonra ilk kızı Chelsea’yi hamile olması nedeniyle yatırımını sonlandıran Rodham 100.000 dolar ile masadan ayrılmıştı. 10 ayda neredeyse %10.000 getiri sağlamıştı. Bu inanılabilecek bir şey değildi.

Haber 1994 yılında New York Times tarafından yayınlandığında araştırmacılardan yatırımcılara kadar herkesin dikkatini çekmişti. Böyle bir getirinin elde edilmesinin mümkün olamayacağı söyleniyordu. George Soros’un en başarılı hedge fon yöneticisi olarak gördüğü ve oğlunu yanına staja gönderdiği Victor Niederfoffer böyle bir oyunda 100 kat getiri elde etme ihtimalinin çölde kartopu bulma ile eşit olasılığa sahip olduğu söylemişti. Neredeyse tüm Amerika böyle bir şeyin nasıl gerçekleştiğini araştırıyordu. 1994 yılında Journal of Economics and Finance dergisi konuyla ilgili üniversite profesörlerinde oluşan bir ekibin çalışmasını yayınlamıştı. Profesörlerin oluşturduğu modele göre 10 ay içinde böyle bir piyasada 100 kat getiri elde etme ihtimalinin 31 trilyonda birdi. Fakat bu başarı gerçekleştirilmişti ve herhangi bir manipülasyon içermiyordu.

Bu olayı bu kadar popüler kılan şeyin ne olduğuna gelince bilmeyenler için bir kere daha söyleyelim. 10 ay içinde yatırımını yüz katına çıkaran kişi ABD’nin şu anki Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’dı.

Türev piyasaların keşfedilmemiş doğası bunlar gibi daha birçok hikaye ve yön içermektedir. Fakat irrasyonellik burada da hakim olmuştur. O nedenle bu piyasaların doğal gereksinimi olan karmaşık matematik bilimin değil hayatın matematiğidir artık.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Mumları yakarken Nui Onoue’yi asla hatırlamayın!

Birçok amatör yatırımcı kendi içgüdüsel yatırım kararlarını, profesyonel tahmincilerin analizleri sonucu ulaştığı kararlardan daha önemsiz görür. Tahmin yapmanın en önemli bilimi olduğu düşünülen teknik analizin içgüdülerden daha gerçekçi olduğunu kabul etmek aslında hiç zor değildir. Hiç şüphesiz teknik analizle bir insanın hayallerinden veya sanrılarından daha rasyonel bir öngörü yapılabilecektir. Bu nedenledir ki akıllı yatırımcıların daima teknik analizi kullanarak yatırım kararı verdiğini düşünürüz. Acaba gerçekten öyle midir dersiniz? Tüm başarılı yatırımcılar teknik analiz gibi yöntemleri mi kullanırlar?

Otomotiv ve elektronik sanayinde yarattıkları devrimle süper zeki insanlar olarak görülen Japonlar finans piyasalarının da mükemmel beyinleridir. 17.yüzyılda pirinç kontratlarındaki fiyatların değişimini gösteren “mum çubuklar”ı keşfederek teknik analizin doğmasına sebep olmuşlardır. Mum çubuklar bugün bile en sık kullanılan teknik analiz yöntemlerinden biridir. Böyle bir tarihsel zenginliğe sahip olmaları nedeniyle Japonların finans piyasalarındaki kararlarının da son derece mantıklı ve sağduyulu olduğu düşünülür. Finansal piyasaların giderek irrasyonelleştiği bir dünyada sizce Japonlar hala mükemmel düşünce ve araştırma ürünü kararlar ile mi yatırım yapmaktadırlar?

Piyasalarda “Japon ev kadını” kültünü yaratan en önemli ikon hiç şüphesiz Nui Onoue’dir. Yoksul bir aileden gelen Nui Onoue Osaka’da “Egawa” adlı küçük bir restoran işleten orta halli bir Japon’dur. Restoranına gelen müşterileri ile özel olarak ilgilenen bu konuşkan ve samimi kadın onlara yemekler hakkında bilgi verirken aynı zamanda at yarışı ve hisse senedi tahminlerinde de bulunur. Hangi atın kazanacağı ya da hangi hisse senedinin yükseleceği birçok müşterinin yemekten daha çok ilgilendiği şeydir aslında. Müşteriler Nui Onoue ‘nin bu tahminleri nasıl yaptığını sormadan önerilerine uymaya başlarlar. Belirttiği atlara ve hisse senetlerine yatırım yaparlar. Sonuç inanılmazdır. Nui Onoue’nin tahminleri oldukça başarılıdır ve müşterileri memnundur. Ünü yayıldıkça restoran bankacılarla dolmaya başlar. Bu bankacılardan biri onu bankaya davet eder ve her şey işte o gün başlar.

1987 yılı başlarında Nui Onoue, Industrial Bank of Japan şubelerinin birinden yaklaşık 7 milyon dolarlık bono satın alır. Bu kadar parayı nereden bulduğu pek bilinememektedir fakat bu son yatırımı değildir. Bankacılarla olan yakınlığı onu hisse senedi yatırımlarına yönlendirir. Aldığı bonoları bir sonraki yatırımının teminatı olarak bankaya verir ve hisse senedi alır. Daha sonra o hisse senetlerini tekrar teminata verir ve yenilerini alır. Bu süreç böylece devam eder. Nui Onoue’nin bu işlemleri ne kadar süre ve nasıl yaptığı anlaşılabilir değildir. Fakat bir süre sonra rakamlar yayınlanmaya başladığında, hisse senetlerine yatırdığı toplam tutarın 23 milyar dolar olduğu anlaşılır. Bu onu Japonya’nın en büyük bankalarının en büyük bireysel yatırımcısı yapmıştır. Artık bankalar Nui Onoue ile iş yapmak için restoranının kapısında kuyruğa geçmiştirler. Hatta bir aracı kuruluş olan Yamaichi Securities, bir elemanını restoranda daimi olarak görevlendirir. Sadece Onoue’nin değil, Japon bankacıların da aklı başından gitmiştir.

Bankalar en iyi analist ve yatırım danışmanlarını Nui Onoue’ye göndermekteydiler. Büyük bir kazan-kazan oyunu oynanıyordu. Hangi hisselere yatırım yapılacağına, restoranda sabaha kadar süren çalışmalar sonucu karar veriliyordu. Fakat bu çalışmalar ne teknik analiz içeriyordu, ne de diğer değerlendirme yöntemlerini. Şehrin en iyi bankacıları Nui Onoue ile birlikte kelimenin tam anlamıyla uçuyorlardı.

Nui Onoue, restoranda her gece düzenlediği seanslarda, hangi hisseye yatırım yapmaları gerektiğini öğrenmek için ruh çağırıyordu. Bu seanslara katılmayacağını söyleyen bankacılar bir daha Nui Onoue ile çalışamayacaklarını ve işlerini kaybedebileceklerini bildiklerinden sabaha kadar süren bu ruh çağırma ayinlerine katılıyorlardı. Nui Onoue, sabaha karşı seansa katılmış bankacılara ruhların kendisine açıkladığı hisse senedi isimlerini söylüyordu. Ertesi gün tüm bankacılar bu hisselere hücum ediyordu.

Japonya’nın büyük finansal kuruluşları bu oyuna 4 yıl kadar devam ettiler. Bu süre zarfında bankalar kredi musluklarını ardına kadar açtılar. Ne kadar çok kredi o kadar fazla komisyon geliri anlamına geliyordu. Ta ki 1991 yılında Nui Onoue’nin tutuklanmasına kadar. Nui Onoue mahkemede verdiği ifadesinde, hisse senedinin ne olduğunu bile bilmediğini ve bankacılar tarafından manipüle edildiğini söylemişti. Nui Onoue tutuklanırken Industrial Bank of Japan ve Töyö Shinyo Kinko adlı bankalar, bu Japon ev kadınına verdikleri krediler yüzünden iflas etmişlerdi.

Bugün birçok yatırımcı bilimsel teknikler yerine Nui Onoue kadar olmasa da sezgisel yöntemlere başvurmaktadır. Hangisinin daha başarılı olduğu şimdilik göreceli olsa da aşırı hırsın her ikisinde de kötü sonuçlar yarattığı açıktır.

O nedenle yatırım kararlarını verirken hangi yöntemi kullanmanın başarılı sonuç vereceğini açıklıkla öneremesek de, Nui Onoue’nin hatırlanmaması gerektiğini rahatlıkla önerebiliriz.

24 Ağustos 2012 Cuma

Şehirdeki vinçleri sayan var mı?

Konut fiyatlarının düşmesi son 30 yıl içinde sadece iki kez gördüğümüz bir durum. İlkinde Japonya’ya “kayıp onyıl”ını yaşatmıştı. İkincisin de ise dünyaya şimdilik 6 yıl kaybettirdi ve hala kaybettirmeye devam ediyor.

Krizden fazla etkilenmeyen yükselen piyasalarda ise ev fiyatları artmaya devam ediyor. Yükselişin rasyonel sebebi olarak şehirlerde arazinin kıt olması gösteriliyor. Bunun sonucunda insanlar bu evleri almak için daha fazla bedel ödemek zorunda kalıyorlar. Alırken de doğal olarak şöyle düşünüyorlar: “Bu evin değeri gelecekte daha yüksek olacak!” Peki, gerçekten öyle mi? Evlerin fiyatları daima artmaya devam mı edecek?

Ekonomik teoriler, varlıkların fiyatlarındaki enflasyon oranının üzerindeki artışları sürdürülebilir bulmazlar. Bu artışlar çoğu zaman büyük bir balon ve sonrasında kriz getirir. Tıpkı Japonya’da olduğu gibi.

Japonya’nın başkenti Tokyo dünyanın arazi yönünden en kıt mega şehirlerinden biriydi. Buna bir de ülkenin 80’li yıllarda yakaladığı parlak ekonomik hamle eklendiğinde, bir odalı bir ev almak bile imkansız hale gelmişti. 1986 yılına gelindiğinde arazi fiyatları son 30 yıl içinde %5000 artış göstermişti. Oysa aynı dönemde enflasyon sadece iki katına çıkmıştı. Japonlar gibi tüm dünya da bu artışı rasyonel buluyordu. Çünkü arazi Japonya’da altın kadar nadir bir şeydi ve hisse senetlerinin fiyatı da giderek artıyordu. İşte ölümcül hata da burada yapılıyordu.

Bankalar ev fiyatları yükseldikçe kredilerini daha da arttırıyorlardı. Evlerin değerli olduğunu düşünüyorlar ve kredi vermenin herhangi bir risk yaratmayacağını sanıyorlardı. Bu son derece mantıklı bir çıkarımdı aslında. Fakat bu çıkarımın üzerine farklı bir çıkarım daha yapanlar vardı. Onlar da şöyle düşünüyordu. Hem ev fiyatları hem de banka kredileri arttığı sürece şirketlerin değerleri de artacaktır. Bu nedenle bu yükselişin durması mümkün gözükmüyor.

Düşündükleri şey, şirketlerin aktiflerinde yer alan ev ve arazilerin de değerinin arttığı ve bu artışın şirket değerini arttırdığı varsayımıydı. Bunda haksız da sayılmazlardı. Şirketlerin aktiflerindeki gayrimenkullerin değeri de bu fiyat artışıyla artıyor ve şirketlerin değeri yükseliyordu. Bu durumda yatırımcılar bu şirketlerin hisse senetlerine hücum ediyorlardı.

Aslında yapılan şey basit bir ekonomik gerçeklikti. Arazinin sabit olduğu bir yerde para arzını arttırırsanız arazi fiyatlarını arttırmış olursunuz. Fakat bu gerçek kimsenin aklına gelmemişti. Tüm Japonya ve orada yatırım yapan yatırımcılar ekonomiyi gayrimenkul sözcüğü ile eş anlamlı görmeye başlamışlardı. Derken zeki finans mühendislerinden birinin aklına parlak bir fikir geldi. Şehirdeki vinçleri saymak!

Ekonomik aktiviteyi ve ekonomiye duyulan güveni, yüksek binaları inşa eden vinçlerden başka hiçbir şey gösteremezdi. Böylece vinç indeksi (crane index) denilen yeni bir indeks oluşturuldu. Artık tüm Japonya bu endekse göre yatırımlarını yapmaya başlamıştı. Şehirdeki vinç sayısı her gün artıyor ve fiyatlar da buna paralel yükseliyordu. Fiyatlar iyice uçmuştu. Hisse senedi ve ev almak antika bir tabloyu almak kadar özel bir şeydi artık. Tokyo’da yerin 100 metre altında yeni bir şehir kurma planları yapılmaya başlanmıştı. İşte her şey tam o anda olmaya başladı.

Japonya Merkez Bankasının başına hayatı boyunca hisse senedi almamış Yasushi Mieno gelmişti ve balonu patlatmaya kararlıydı. Borsa kısa süre içinde 40.000 puandan 14.000 puana, gayrimenkul fiyatları ise 20 yıl önceki seviyelerine gelmişti. 90’lı yıllarda başlayan ve Japonya’nın kayıp onyılı denilen süreç bugün 20 yılı doldurmasına rağmen hala düzelmiş değildir.

Sıradan insanlar büyük gökdelenlerin yanında devasa vinçleri gördüklerinde bu vinçleri incelemeyi severler. Bu doğal bir fenomendir. Fakat global ekonomiyi yönetenlerin, Japonya’da gördükleri karşısında aynı olgunun etkisinde kalarak vinçleri yakından incelemeye hatta saymaya kalkmaları, bir süre sonra tarihin en büyük ekonomik durgunluğunu ve krizini yaşatmıştır Japonya’ya. Öyleyse şu gerçek oldukça açıktır. Vinçlerin sayısı ne kadar artarsa artsın, ev ya da hisse senedi fiyatları asla aynı eğilimi göstermez.

Vinçlerin kaç tane olduğunu sayarak ev fiyatlarının yükseleceğini düşünenler hala var mıdır bilemiyoruz!

23 Ağustos 2012 Perşembe

Tekila'yı seviyorsan petrol fiyatlarını sen de arttırabilirsin!

Petrol fiyatlarının son iki ayda 25 dolar artarak 115 dolar seviyelerine gelmesi tüm dünyayı paniğe sevk etmiş durumda. Herkes bu ani yükselişin nedenini sorguluyor. Doğal olarak da yanıt çok fazla aranmıyor. Tüm ani emtia fiyatı değişikliklerinde olduğu gibi yine birkaç hedge fon suçlu olarak bulunuveriyor. Bugün medyadaki haberlerde bu yöndeydi. Birkaç fon iki aydaki %30’luk değişimin sorumlusu olarak gösteriliyordu. Peki bu tür haberler ne kadar gerçeği yansıtmaktadır?

Son 30 yıl içinde karşılaşılan örnekler ve yaşanılan yüzlerce olay dikkate alındığında bu tip haberlerin büyük oranda asılsız olduğu sonucuna kolayca varılabilir. Fakat özellikle kara delik olarak tanıtılan ve düzenleme dışı faaliyet göstermeleri nedeniyle çoğu kimsenin haklarında pek fazla bilgi sahibi olmadığı hedge fonlar genellikle bu tür ani fiyat hareketlerinin suçlusu olarak gösterilmektedirler. Eğer hedge fonlar suçlu değilse bu artışlar nasıl gerçekleşiyor öyleyse?

George Soros’un hafızalarda “Kara Çarşamba” olarak kalan ve İngiltere’nin gelecek on yılını kurtararak ülke açısından “Bembeyaz Çarşamba” yaratan spekülasyonu dışında akla hemen gelen bir hedge fon gerçeği yoktur. Ama hedge fonlar daima bu tip söylentilere muhatap olmayı, kendi imajlarına olumlu katkı sağladığı için olumsuz bir durum olarak görmezler. Bu nedenle piyasalar her sallandığında hedge fonlar eleştirilir.

Soros’un 1997 yılındaki Asya krizinden sonra Malezya Başbakanı Mahathir Mohamad tarafından acımasız eleştirisi de bunlardan biriydi. Mohamad ülkesini döviz krizine sokanların, abartılmış pozisyonlar alan hedge fonlar olduğunu ısrarla söylemişti. Ama yapılan araştırmalar hedge fonların o dönemdeki Malezya para birimi ringgit pozisyonlarının sadece 30 milyar dolar olduğunu göstermekteydi ve böyle küçük bir tutarın kriz yaratması mümkün değildi. Öyleyse Malezya’da kriz nasıl çıkmıştı?

Aslında sorun yapısal bozukluklardan başka bir şey değildi. Fakat yapısal bozuklukların Malezya ile hiç alakası yoktu. Onların ekonomisi oldukça güçlüydü. Peki o zaman sorun neredeydi?

Sorun Tekila Etkisi (Tequila Effect) denilen irrasyonel bir insan davranışında yatıyordu. Meksika 1994 yılında bir anda kendini sert bir devalüasyonla gelen bir krizin içinde buldu. Yöneticilerin “Aralık Hatası” dediği bu krizin aslında ekonomik gerçeklerle ilişkili olmadığı ve ekonomiyi yönetenlerin yanlış kararları sonucu oluştuğu söylenmişti. Fakat kriz krizdi ve insanlar bundan etkilenmişlerdi.

Fakat krizden etkilendiklerini veya etkileneceklerini düşünenlerin hiçbiri Meksika’da yaşamıyordu. Meksika gibi yükselen bir ekonomiye sahip olduğunu düşünen Brezilya, Arjantin, Şili gibi ülkeler krizin kendilerine de bulaşacağını düşünmeye başladılar. Fırsatçılar, ki piyasalarda işlem yapanların çoğunda bu davranış şekli finansal IQ ile aynı anlama gelir, kendilerine gelir getireceğini düşündükleri bazı kehanetlerde bulundular. Bu öngörülerin tamamı normal rayında giden ekonomilerini zora sokacak ters yönlü işlemlerdi. Şöyle düşünmüşlerdi: “Meksika da bizim gibi gelişen bir piyasa. Onlarda bir sorun yaşandıysa bu kısa sürede bize de sıçrar…” Sonra da bu düşünceyi yatırım kararlarına yansıtarak kendi ekonomilerini zora soktular.

Bugün petrol fiyatlarının artmasının arkasında da tekila etkisi denilen olgu yatmaktadır. Petrol üreten bölgelerdeki karışıklık yatırımcıları basit bir kehanete yöneltmektedir. O da petrol fiyatlarının artacağı düşüncesidir. Bu basit çıkarımı yapmak aslında hiç zor değildir. Biraz arz-talep veya biraz strateji bilen herkes bu sonuca rahatlıkla varabilir. Sonrasında da petrol kontratları üzerinde dilediğince pozisyon alabilir. Hedge fonlar da bu grubun içinde yer almaktadırlar elbette, ama grubun önemli kısmı piyasada işlem yapan her türden irrasyonel yatırımcıdır.

Bu nedenle kısaca söyleyebiliriz ki tekilayı seviyorsan petrol fiyatlarını sen de arttırabilirsin.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Olimpiyatlar da piyasalar da irrasyoneldir!

S&P500 endeksi tarihi 4 yıllık zirvelerinde dolaşıyor. Bir yandan Avrupa’daki krizin etkilerinin çok derin olacağı tartışılırken, bir yandan da hisse senedi endeksleri yeni balonlar oluşturmaya devam ediyor. Artık balonlar hayatımızın vazgeçilmezleri haline gelmiş durumdalar. Hemen her durumda irrasyonel insan davranışları balon yaratabilmeyi başarıyor. Londra Olimpiyatlarında başarılı olan İngiliz bisikletçilerin ülkelerinde büyük bir bisiklet ticareti ve bisikletçi patlaması yarattığı gibi. Peki böyle anlarda yaratılan balonlar ne kadar güvenilirdir?

Finansal piyasaları en doğru anlattığı düşünülen modellerden biri “Etkin Piyasalar Hipotezi”dir. Bu modele göre hisse senetleri herhangi bir anda kendi değerlerine ilişkin tüm bilgiyi yansıtmaktadır. Piyasalar bilgi açısından etkin çalıştığı için piyasalarda işlem gören tüm varlıklar (hisse sentleri, bonolar vs.) mevcut bilgiyi yansıtmakta ve yeni bilgiye de en kısa sürede tepki vermektedir. Dolayısıyla bu teoriye göre piyasadan beklenenden daha fazla verim alma şansı olmadığı gibi hisse senetlerinin fiyatlarını da tahmin etmek mümkün değildir. Fakat anlaşılacağı üzere bu teori borsa balonlarının nasıl oluştuğunu açıklamamaktadır. Çünkü balonların şişmeye başladığı zamanlarda yatırımcılar, şirketlerin uzun vadeli beklentilerine ilişkin yeni bilgiler yerine, hisse senedi fiyatlarındaki değişme göre hareket ederler. Momentum yatırımı (momentum investing) denilen bu davranış şekli özellikle son 20 yılda piyasalara oldukça hakim olmuştur. Yani balonlar şişerken insanlar etkin piyasalar hipotezine göre değil trendi izleyen spekülasyonlara (momentum yatırımı) göre hareket ederler.

Satrancın 1972 yılına kadar dünyada tek hakimi Ruslardı. Amerikalı Bobby Fischer, 1972 yılında Rus Boris Spassky’i yenerek bu saltanata son vermişti. Bu, ülkede büyük bir satranç patlaması yaşattı. Satranç okulları ardı ardına açılıyordu. Yeni Fischer’lerin yetişmesi artık an meselesiydi. Hatta Ruslar bile Fischer’in irrasyonel stiline kavuşmak için kendi sistemlerini terk etmek üzereydiler. Fischer tüm dünyada satranç balonunu şişirmişti. Fakat sonuç kimsenin düşündüğü gibi olmamıştı. Ne Amerika bir daha yeni bir dünya şampiyonu yetiştirmişti, ne de Ruslar bu alandaki üstünlüklerini kaybetmişlerdi.

1972 Olimpiyatlarında maraton yarışını kimsenin tahmin etmediği biri kazanmıştı. Güzel Sanatlar Fakültesini bitirip üstüne Hukuk Fakültesinde yüksek lisansını yapan Amerikalı Frank Shorter tüm otoriteleri yanıltarak ABD’ye tarihi bir başarı getirmişti. Frank Shorter ülkede büyük bir maraton balonu yaratmıştı. Okullar neredeyse maraton haricindeki tüm branşlarını iptal etmişlerdi. Herkes bundan sonra maratonun en büyük ülkesinin ABD olacağından emindi. Fakat ne yazık ki yine kimsenin düşündüğü gibi olmamıştı. ABD son yüzyılda olimpiyat oyunlarında Frank Shorter haricinde altın madalya kazanamamıştı. Peki ama neden?

2008 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Paul Krugman Japon yeninin ABD doları karşısındaki hareketlerini izler. Parite 1993 yılında 120 iken, 1995’te 80’e, 1997’de tekrar 120’ye çıkar. Fakat Krugman ekonomik göstergelere baktığı zaman bu değişime neden olacak bir şey göremez. Yatırımcılar trendi izleyerek pariteyi yönlendirmişlerdir.

Hem Fischer’in satranç, hem de Shorter’ın yarattığı maraton balonlarının ortak özelliği; her ikisinde de böyle bir balonun patlaması için bir neden olmamasıydı. Çünkü gerek Fischer, gerekse Shorter dallarında son yüzyılın en sıra dışı ve taklit edilemez dehalarıydı. Arkalarından onları takip edecek olanlar ise rasyonel kahramanlardı ve dünya şampiyonu olmaları gerçekten zordu. Fakat irrasyonel insan duyguları birçok kişiyi yeni bir Fischer ya da Shorter olmak için ümitlendirmişti. Bu etkin piyasalar teorimin bir yansımasıydı ama kazanan momentum stratejisi olmuştu.

Piyasalar da olimpiyatlar gibi çoğu zaman trende göre hareket etmeyi sever. Etkin piyasalar momentuma daima kaybeder.

21 Ağustos 2012 Salı

Olimpiyatların en başarısız sporcusu benim idolümdür!

Sporcuların benzer yetenek, kapasite ve özellik sergilediği olimpiyat oyunları finansal piyasalara oldukça benzerler. Finansal piyasalarda işlem yapan yatırımcıların duygularını, elde ettikleri kazançlar ve kayıplar belirler. Diyelim ki bir hisse senedi yatırımcısısınız. Satın aldığınız hisse senetleri yükseliyorsa kendinize güveniniz artar. Doğru kararı verebilme gücüne sahip olduğunuzu düşünürsünüz. Eğer üst üste birkaç doğru alım kararı verdiyseniz, kendinizi artık en üst seviyede görürseniz. Hisse senedi piyasalarının tüm şifrelerini çözdüğünüzü düşünürsünüz. Güven duygusu aşırılığa kaçsa bile her zaman olumlu bir motivatördür. Fakat piyasalar her zaman beklediğiniz şekilde hareket etmez. Düşüş de en az yükseliş kadar kaçınılmazdır. İşte öyle anlarda zihninizin tutulduğunu hissedersiniz. Ne yapmanız gerektiğini düşünür ama karar vermeye zorlanırsınız. Aklınıza gelen düşüncelerin doğru olup olmadığını sorgulamaya başlarsınız. Acilen karar vermeniz gerektiğinin farkındasınızdır. Çünkü düşüş devam etmektedir. Analizleri, grafikleri, verileri inceleyip doğru kararın ne olmaya çalıştığını düşünürsünüz. Bu size üniversite yıllarınıza, akıl hocalarınızın sözlerine, hatta ailenizin çocukken söylediği yol gösterici öğütlere götürür. Adeta tüm eğitim sürecinizi yeni baştan yaşıyor gibisinizdir. Düşen hisse senetlerinin yarattığı tutukluk bildiğiniz her şeyi unutturmuş gibidir. İşte o an, olimpiyatlarda başarının en önemli şifresini içermektedir.

Sporda tüm kişisel başarı modelleri kazananın örnek alınması üzerine kuruludur. Çünkü insanlar başarıyı doğum ve ölüm kadar doğanın bir kanunu gibi görürler. Bu rasyonel bir haklılıktır elbette. Fakat bu düşünce basit bir hata içeriyor olamaz mı? Başarı, başarısızlık yaratıldığı için yaratılmış olamaz mı? Eğer Usain Bolt gibi doğal bir kazanan değilseniz, rakipleriniz ile benzer özelliklere sahipseniz, sonucu başarısızlığın belirlemesi olasıdır. Evet, doğum ve ölüm rasyoneldir ama hastalıklar irrasyonel!

Tıpkı olimpiyatlar gibi rakiplerin birbirlerine benzer özellik ve kapasite gösterdiği mücadelelerden biri 25 Mayıs 2005’te İstanbul’da oynanan Şampiyonlar Ligi finaliydi. Maç öncesi bahislerde Liverpool ve Milan’a eşit şans tanınıyordu. Fakat maçın ilk yarısı bittiğinde böyle bir finalde kolay kolay ortaya çıkmayacak bir sonuç oluşmuştu. Milan ilk yarıyı 3-0 önde kapamıştı. Bir futbol maçı için böyle bir skor ikinci yarıda kolay kapatılabilir türden değildir. Fakat o gün bu mucize gerçekleşmişti. Liverpool ikinci yarı 3 gol atarak maçı beraberliğe taşımış ve uzatmalarda da kupayı kazanmıştı. Herkes Liverpool’un bu mucizeyi nasıl yarattığını merak ediyordu. Mucizeyi yaratan Milan olamaz mıydı?

Bu sorunun yanıtını vermeden önce bir örnek daha verelim. 1993 Wimbledon Tenis Turnuvası tek bayanlar finalinde Steffi Graf ve Jana Novotna karşılaşıyordu. Setlerde durum 1-1 berabereydi. Üçüncü set oynanıyordu ve Novotna 4-1 öndeydi. Servisi Novotna atıyordu ve bu servis sayı olursa Novotna 5-1 öne geçecekti. Sonrasında tek bir oyun bile alması onu Wimbledon şampiyonu yapacaktı. Fakat Novotna o servisten sayı alamadı. İşte kabus da o anda başladı. Graff maçı oradan çevirerek şampiyon oldu. Steffi Graf inanılmazı başarmıştı ve örnek alınacak bir sporcu olduğunu göstermişti. Fakat asıl örnek alınacak sporcu kupa töreninde Kent Düşesi’nin omzunda ağlayan Novotna’ydı. Neden mi?

O gün hem Milan’ın hem de Novotna’nın neden başarısız olduklarını anlayan çok az insan vardı. Şifreyi çözen ise Virginia Üniversitesinden bir profesördü.

Psikolog Daniel Willingham oldukça basit bir deney yapar. Deneklerin önündeki bilgisayar ekranında yan yana dört kutucuk vardır; önlerindeki klavyede ise dört tuş. Deney şöyledir. Ekrandaki kutucuklardan biri yandığında ona karşılık gelen tuşa basılacaktır. Örneğin birinci kutucuk yanarsa birinci tuşa, üçüncü kutucuk yanarsa üçüncü tuşa basılacaktır. Bu süreçte deneklerin ne kadar kısa sürede tepki verdikleri ölçülmektedir. Denekler öncelikle iki gruba ayrılır. İlk gruptakilere kutucukların hangi sıra ile yanacağı söylenir. Onlar sıralamayı bildikleri için doğru tuşlara kısa süre içinde basarlar. İkinci gruptakilere ise kutucukların hangi sıra ile yanacağı söylenmez. İkinci gruptakiler kutucukların hangi sıra ile yanacaklarını bilmediklerinden, ilk eşleştirmelerini biraz gecikmeli yapmışlardır. Fakat daha sonra kutucukların hangi sırada yanacaklarını kestirmeye başladıklarında bu süre oldukça kısalmış ve birinci gruptakilerin süresine eşitlenmiştir.

Psikolog Willingham bu deneyin ardından birinci gruptaki öğrenme sistemini “açık öğrenme”, ikinci gruptaki öğrenme sistemini ise “üstü kapalı öğrenme” olarak tanımlamıştır, yani farkında olmadan gerçekleşen öğrenme. Size bir şey ilk kez öğretildiğinde onun üzerine mekanik bir şekilde düşünmeniz gerekir. Fakat bu öğrendiğiniz konuda çok çalıştıkça sorumluluğu üstü kapalı sistem devralmaya başlar. Düşünmeden en doğru şekilde o konuda yanıt verebilirsiniz.

Hem Milan hem de Novotna maçın yukarıda anlatılan kırılma anlarına kadar bu üstü kapalı sistem ile en iyi pasları ve en iyi backhand’leri düşünmeden ustaca yapabilmişlerdir. Fakat stresin veya diğer faktörlerin etkisi altında kalıp tutuldukları o anda sorumluluğu açık sistem devralmıştır. Pasları ve vuruşları hakkında tekrar düşünmeye başlamışlardır. Duracakları yeri, koşacakları mesafeyi sürekli düşünerek oyun tarzlarını kaybetmişlerdir. Sanki spora başladıkları ilk güne dönmüşlerdir. Yavaş yavaş, düşünerek, öğretilenleri hatırlamaya çalışarak oynamaya çalışmışlardır. Bu, sporu ilk öğrendikleri zamanki doğruyu yapma gayretleri ile aynı şeydir. Bunun sonucunda hem Liverpool hem de Novotna hala inanamayacakları bir başarısızlık yaşamışlardır.

Tıpkı finansal piyasaların çöküş anlarında ne yapacağını bilemeyen yatırımcılar gibi birbirlerine yakın özelliklere sahip olimpiyat sporcuları da, başarıya, bu stresli anlarda yeteneklerini hangi öğrenme sistemleri ile sahaya yansıttıkları ile ulaşırlar. Stres veya diğer etkenler nedeniyle tutularak “şu vurşu yaparsam doğru olur” ya da “şu kadar hızlı koşarsam kazanırım” gibi üstü kapalı öğrenme sistemlerinin dışına çıkarak hareket edenler başarısızlığa daima daha yakındırlar.

Başarı için kazananları örnek almak rasyonel bir gerekliliktir elbette. Ama yaşadığımız dünyada artık başarıyı getirecek olan düşünce şekli kaybedenlerin neden kaybettiklerini öğrenmektir. Kısaca başarı başarısız olma biçimimizde saklıdır. Bu nedenle olimpiyatların en başarısız sporcusu benim idolümdür.

17 Ağustos 2012 Cuma

"Van Halen" kredi kartı kullanıyor mu?

Finansal krizin başlamasıyla birlikte tüm dünyada müşterilerin bankalara şikayetleri artmıştı. Konut kredilerini ödemekte zorlananlar, satın aldıkları menkul kıymetlerin değerinin düştüğünü görenler, kredi kartlarını ödeyemeyenlere uygulanan faizler, overdraft komisyonları gibi birçok konu bankaların cevap vermesi gereken müşteri şikayetleri olarak masalarında bekliyordu. Kriz öncesinde çok önem verilmeyen bu hususlar bir anda müşterilerin hassasiyetlerini zorlar seviyelere gelmişti. Bankaların bu tür şikayetlere verdikleri cevap genellikle aynıydı. Müşterinin imzaladığı sözleşmede böyle yapacağımızı söylemiştik. Öyleyse neden sözleşmeler okunmamıştı?

Sözleşmelerin okunamayacak kadar uzun oluşu müşterilerin şartları okumadan sözleşmeleri imzalamalarının temel nedeniydi. Fakat okunmayan sözleşmenin bir yerlerindeki bir madde bir süre sonra itirazların başlamasına neden oluyordu. Peki ama neden?

Tüm zamanların en etkileyici rock gruplarından biri hiç şüphesiz gitarist David Lee Roth’un Van Halen’ıdır. 70’li yıllarda orta sınıfın üzerindeki insanlara gösterişli müzik show’ları sunması onları kısa zamanda ünlü yapmıştı. Sahne performansları o kadar etkileyiciydi ki neredeyse hemen her gün farklı bir şehirde farklı bir konsere çıkıyorlardı. Biletler diğer konserlere göre daha pahalıydı ama insanlar bu grubu görmek için aylar önceden gişelere hücum ediyordu. Konser günü Van Halen hayranları heyecanla grubun sahneye çıkmasını bekliyorlardı. Fakat zaman zaman Van Halen hayranları kötü bir sürprizle karşılaşıyordu. Konserin başlamasına saniyeler kala konserin iptal edildiği duyuruluyordu. Bu hayranlar için tam bir halay kırıklığıydı. Peki ama konserlerin başlamalarına birkaç dakika kala iptal edilmelerine neden olan önemli olay neydi?

Van Halen, konser organizatörleri ile yaptığı sözleşmelere tuhaf bir madde koyuyordu. Kuliste bir kase dolusu M&M şekerlemesi bulunmasını ve kasenin içinde asla kahverengi şeker olmamasını talep ediyordu. Grup üyeleri sahneye çıkmadan önce kuliste bir kase dolusu şekerleme göremezlerse ya da bunların içinde kahverengi olanlar varsa konseri iptal ediyorlardı. Bu kararlarını asla değiştirmiyorlardı. Grup hakkında kendini beğenmişlik ve burnu havada söylentileri herkesin ağzındaydı. Van Halen söylendiği gibi gerçekten kendini beğenmiş ve burnu havada bir grup muydu?

Bu soru uzunca bir süre cevapsız kaldı; ta ki 2000 yılına kadar. David Lee Roth’un anılarını yazdığı kitabı Crazy from the Heat bu soruyu yıllar sonra yanıtlıyordu. Roth’un yazdıkları, hayranlarını olduğu kadar iş hayatını da şaşkına çevirmişti. Şöyle diyordu: “Ortalama bir rock grubu bir konsere üç tırla giderken biz on sekiz tırla gidiyorduk. Çok fazla malzememiz vardı ve bazen sahne ağırlıkları taşımayıp çöküyordu. Ya da sahne kapısı dar olduğu için aletleri sahneye çıkaramıyorduk. İşte bu nedenle sözleşmenin son kısmına örneğin 126.maddesine kahverengi şekerleme istemediğimize dair maddeyi koyuyorduk. Kulise gittiğimizde eğer kasede kahverengi şekerleme yoksa sözleşmenin okunduğunu ve gerekli diğer önlemlerin alındığını düşünüyorduk. Ama eğer varsa, ya da kase yoksa o zaman konseri iptal ediyorduk. Çünkü bu kadar ağırlığı normal bir sahnenin taşıması mümkün değildi ve büyük bir kazanın olması kaçınılmazdı. Colorado’da bir konseri iptal etmeseydik başımıza gelecek olan buydu…”

Uzun sözleşmelerin okunmaması rasyonel bir insan davranışı olarak kabul edilebilir bu hızlı dünyada. Çünkü her gün onlarcası ile karşılaşabiliriz. Uzun sözleşmeleri okumadan imzalama fenomeni aslında yabancımız değildir fakat bu hataya çoğu zaman düşeriz. Fareli köyün kavalcısı hikayesinde, kavalcı köyü farelerden temizlemek için valiyle bir anlaşma yapmış ve bir sözleşme imzalamıştı. Anlaşmaya göre köyü farelerden temizlediğinde parasını alabilecekti. İşini tamamlayıp parasını almaya geldiğinde bir sürprizle karşılaşmıştı. İmzaladığı sözleşmenin 355.sayfasındaki bir madde bu parayı almasını engelliyordu. Kavalcı maalesef rasyonel bir hata yapmıştı.

İşte müşteriler çoğu zaman finansal kuruluşlarla imzaladıkları sözleşmelerin uzunluğunu görünce, okumanın mümkün olmadığını düşünerek rasyonel bir karar verdiklerini sanırlar ve sözleşmeyi okumadan imzalarlar. Fakat rasyonel kararların, ekonominin ideal davranış şekli olmadığı artık bilinmelidir.

Fareli köyün kavalcısı bir rasyoneldi, Van Halen ise bir irrasyonel. David Lee Roth’un sözleşme maddelerini okuyarak aldığı bir kredi kartı var mıdır bilemeyiz ama finansal kurumlarla çalışan kişilerin, konsere çıkmadan önce kaselerini kontrol etmeleri, olabilecek konser kazalarının önüne geçeceği asla unutulmamalıdır.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Uçan kaleyi kim düşürdü?

Birçok insan bankaların kredi kararlarını verirken neyi dikkate aldığını pek bilmez. Bankalar, kişilere kredi verirken kısaca 5C diye adlandırılan kriterler üzerinden değerlendirme yapan modelleri kullanırlar. Bunlar:

 Character (Kişisel nitelikler, Moralite),
 Capacity (Gelir yaratma kapasitesi),
 Capital (Sermaye),
 Conditions (Ekonomik koşullardan etkilenme) ve
 Collateral (Teminat)’dır.

Bankalar kredi vermeye başladıkları ilk günden beri bu 5 maddeyi çok ciddi bir şekilde analiz ederek kredi kararlarını oluşturmaya çalışmışlardır. 5C kuralı aslında bankacılığın altın kuralıdır.

2007 yılına gelindiğinde finans sektöründe başlayan ve daha sonra global ekonomiye sıçrayan bir kredi krizi herkesi içine alır. Bankaların fütursuzca verdikleri konut kredileri ile başlayan ve diğer kredilerle devam eden kriz tüm dünyayı kasıp kavurmaya hala devam etmektedir. Peki bankaların 5C gibi hiçbir kriteri göz ardı etmemiş bir değerlendirme modelleri varken, böyle bir krizi yaratan onca kredi nasıl verildi dersiniz?

İkinci dünya savaşı öncesinde ABD’nin güçlü bir savaş uçağına ihtiyacı vardı ve bu uçağı bir türlü yapamıyordu. Hava Kuvvetleri bir yarışma açmaya karar verir. Yarışmaya iki firma Boeing ve Martin&Douglas katılır. Eğer uçak beğenilirse Hava Kuvvetleri 100’e yakın sipariş verecektir. Bu oldukça büyük bir sayıdır ve firmalar böyle bir siparişi almak için tüm yeteneklerini ortaya sererler. Yarışma 1935 yılında sonuçlanır. Kazanan Boeing’tir.

Boeing’in Protatip 229 adını verdiği uçak tam anlamıyla muhteşemdir. Ordunun istediğinin beş katı bomba taşıyor, diğer tüm bombardıman uçaklarından hızlı uçuyor ve havada daha fazla süre kalabiliyordu. Bu nedenle uçağa Uçan Kale (flying fortress) adı verilmişti. Ordu sipariş verme aşamasındaydı ve son formalite olan test uçuşuna gelinmişti.

Uçak rahat bir kalkışın ardından 300 feet’e yükselir. Fakat bir anda hızı düşmeye başlar ve kısa bir süre sonra da patlayarak paramparça olur. Bu tam bir fiyaskodur. Bu durumda yarışmayı Martin&Douglas’ın kazandığı açıklanır ve ordu siparişlerini bu firmaya verir. Prestij kaybı ise Boeing’i iflasın eşiğine getirir.

Bir süre sonra uçağın düşüş nedeni açıklığı kavuşur. Kaza tamamen pilotaj hatasıdır. Pilot, uçağın diğer mekanizmalarını ayarlarken irtifa ve istikamet dümeni kumandalarının kilit mekanizmalarını açmayı unutmuştur. Küçük bir ayrıntı maalesef kabus getirmiştir. Hava kuvvetleri bu uçağı incelemeye aldığında, uçağın diğer uçaklara göre daha karmaşık bir kontrol sisteminin olduğunu fark etti. Pilotların eğitimleri bu uçağı uçurmaya yeterli değildi. Peki ama bu sorun nasıl çözülmeliydi?

Hava kuvvetleri deneme yapmak için 229’dan birkaç sipariş verir. Bu uçak diğerlerine göre oldukça iyiydi. Fakat karmaşık yapısı pilotları zorluyordu. Ordu danışmanları parlak bir fikirle gelirler: “Eğitimleri arttıralım!”

Bu iyi bir çözüm olabilirdi ama deneme uçuşunda uçağı düşüren pilot ordunun en tecrübeli pilotuydu ve diğer pilotlara bundan daha fazla nasıl eğitim verilirdi ki? İşte çözülmesi gereken sorun buydu.

Cevap irrasyonel bir dâhiden gelmişti: “Pilotlar için bir kontrol listesi hazırlayalım!” Pilotların kalkış, uçuş, iniş, piste gidiş sırasında yapmaları gerekenler adım adım yazıldı. Bu liste bir avuca sığabilecek bir kağıt büyüklüğündeydi. Freni bırak, aletleri ayarla, kapıların kapalı olduğunu kontrol et vs. diye gidiyordu. Bu basit çözüm böyle karmaşık bir problem için ne kadar yeterli olur dersiniz?

Kontrol listesi büyük bir başarı kazanmıştı ve test uçakları tam 1,8 milyon mil kaza yapmadan uçmuşlardı. Artık hava kuvvetleri bu uçaktan almaya karar vermişti. İlk sipariş 13.000 adet olarak verildiğinde herkes şaşırmıştı. Boeing, gelecek yüz yılını kurtaracak siparişi almıştı.

Hava Kuvvetlerinin B-17 adını verdiği bu uçak ile ABD ordusu önemli bir hava üstünlüğü elde etmiş ve Nazilerin sonunu getiren hava saldırılarını yapmıştı. Karmaşık bir sistem basit bir kontrol sistemine dönüştürülerek büyük bir başarı sağlanmıştı.

2000’li yıllara gelindiğinde bankacılık da giderek karmaşık bir hal almaya başlamıştı. Krediler artık banka bilançolarında taşınmıyor, menkul kıymetleştirme prosesleri ile müşterilere satılıyordu. Bu sihirli bir prosesti ve bankalar buna kendilerine kaptırmışlardı. 2007 yılına gelindiğinde subprime segmentteki sorunlar bir anda bankaların tüm kredilerine sıçradı. Kredi mekanizmaları neredeyse çökme durumuna gelmişti. Çünkü yaratılan karmaşık kredi modeli hatanın anlaşılıp çözülebilmesini neredeyse imkansız kılıyordu. Peki sorun neredeydi?

Sorun ve aynı zamanda çözüm,bankacıların işe ilk başladıkları zaman okudukları temel bankacılık bilgisi kitaplarının ilk sayfasındaydı: 5C adlı kontrol listesi!

Bankalar kredi vermeden önce yaptıkları değerlendirmede 5C denilen kontrol listesindeki maddelerin tamamını atlamışlardı. Kişisel nitelikler (Character) göz ardı edilmiş, gelir yaratma kapasitesi (capacity) atlanmış, sermaye (capital) hiç dikkate alınmamış, ekonomik şartların değişmesinin (conditions) yaratacağı sorunlar görmezden gelinmiş ve kredi teminatları (collateral) hafifsenmişti. Sonuç tam bir kabustu.

B-17’yi test uçuşunda düşüren sebep 2007 finansal krizini yaratan sebeple aynıdır. Çözüm ise şu kısa kontrol listesinde saklı: 5C!

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Açıklanırsa ne olur?

Bugün medyadaki haberlerden biri CEO maaşlarının açıklanması gerektiğini söylüyordu. Çalışanlar ile üst yöneticiler arasındaki maaş farklarının giderek büyümesi araştırma kuruluşlarını, bu ücretlerin kamuoyuna açıklanmasının artışı önleyeceği düşüncesine yöneltmiş görünüyor. Etik değerlerin, şeffaflığın ve bilgi paylaşımının önemli olduğu bu çağda üst yöneticilerin ücretlerinin açıklanması son derece rasyonel bir gereklilik gibi görünüyor. Böylelikle çalışanlar ile yöneticiler arasındaki farkın artmasının önüne geçilmesi amaçlanıyor. Araştırma kuruluşların bu yöndeki öngörülerinin doğru olup olmayacağını bilemiyoruz ama şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Eğer CEO ücretleri açıklanırsa CEO’lara ödenen ücret daha da artacaktır; hem de inanılmaz bir şekilde. Peki ama bu irrasyonel düşünceye nasıl ulaştık?

1990’lı yılların başında Amerikalılar, yönetici ücretlerinin işçi ücretlerinden giderek daha çok artmasından rahatsızdılar. Fakat gerçekten durum insanların düşündüğü gibi miydi? Araştırma kuruluşları derhal problemin üzerine eğildiler ve yıllar içinde yönetici ücretlerinin çalışan ücretlerine göre ne kadar artış gösterdiği araştırdılar. Buldukları sonuçlar halkın düşüncelerini destekler nitelikteydi. Hatta daha fazlası… 1976 yılında ortalama bir CEO’ya ortalama bir işçiden 36 kat fazla ödeniyordu. Oysa 1993 yılına gelindiğinde bu fark 131 kat olmuştu. Bu gerçekten olumsuz bir tabloydu ve derhal bir şeyler yapılmalıydı.

Artışların önüne geçmek için düzenleyici otoriteler aynı yıl içinde piyasalarda ilk defa karşılaşılan bir karar aldılar. Bundan sonra şirketler üst yöneticilerinin ne kadar kazandığını açıklayacaklardı. Bu kuralı koyan düzenleyici kuruluşların beklentisi şuydu: Gelirler açıklandığında, şirketlerin yönetim kurulları yöneticilere çok yüksek ücret vermekte isteksiz davranacaklardı. Böylece gelirlerin yükselmesi önlenecekti. Ne oldu dersiniz?

CEO’ların gelirleri açıklanmaya başlandığında insanların uğultuları yükselmişti.herkes görüntüden rahatsızdı. Ama gelirler hiç de azalır gibi durmuyordu. 2007’ye gelindiğinde CEO’lar ile çalışanlar arasındaki gelir farkı yaklaşık 400 katına çıkmıştı. Peki bu nasıl oldu dersiniz?

Maaşlar halka açıklanır açıklanmaz, yayın organları CEO’ları gelirlerine göre sıralamaya başladılar. Tıpkı bir müzik listesi gibi her ay birileri iniyor, birileri çıkıyordu. CEO’lara yapılan ödemelerin baskı altına alınacağı beklentisi boşa çıkıyordu. Çünkü artık CEO’larda kendi maaşlarını diğerleriyle kıyaslamaya başlamışlardı. İşte bu kırılma noktasıydı. Maaşını başka bir CEO’ya göre düşük bulan bir CEO, soluğu ücret danışma firmaları ya da insan kaynağı şirketlerinde alıyordu. Şirketler onlara tek bir şey öneriyordu: Yönetim kurulunuza gidin ve maaşınıza zam isteyin! Bu süreç yönetim kurullarının CEO maaşlarını daha da arttırmaya yönlendirdi ve bugünlere getirdi.

Yüksek kamuoyu merakının CEO maaşlarını nasıl yönlendirdiğini görünce sanıyoruz açıklamamanın en doğru şey olduğu ortaya çıkacaktır.

14 Ağustos 2012 Salı

Pearl Harbor’un Roubini’si!

Finansal krizin kahini olarak bilinen ekonomist Roubini “kusursuz fırtına”nın yaklaşmakta olduğunu söylüyor; tam altı yıldır. Birçokları tarafından endişeyle karşılanan Roubini’nin tespitlerinin doğru olmadığını söylemek büyük bir hata olacaktır. Fakat krizin başından bu yana daha büyük bir krizin her an geleceğini söyleyen bir ekonomistin zamanlama konusundaki belirsizliğini nasıl değerlendirmeliyiz? Roubini’nin her uyarısıyla ayaklanan piyasaların beklediği kriz neden bir türlü gelmiyor? Roubini’nin öngörülerine ne kadar güvenebiliriz? Ve en önemlisi otoriteler neden Roubini’nin uyarılarını dikkate almamaya başladılar?

Bu soruların yanıtlarını 1973’te Science dergisince yayınlandığında bilim dünyasında büyük bir şaşkınlık yaratan psikolog David Rosenhan’ın ünlü Rosenhan deneyinde arayalım. Deney psikiyatrik tanı konusuna keskin bir eleştiri getiriyordu. Doktor Rosenhan 8 kişiden oluşan bir grup kurar. Bunlar farklı meslekler yapan ve psikolojik yönden son derece sağlıklı kişilerdir. Rosenhan onlardan birtakım sesler duydukları şikayetiyle psikiyatri kliniğine başvurmalarını ister. Kendilerini muayene edecek doktorlara bu garip seslerin ne olduğunu kısaca anlatmalarını fakat o andan sonra doktorların soracağı sorulara doğru cevap vermelerini ister. Yani kısa bir yalan hikayeden sonra kişiler sadece doğruyu söyleyecekler ve normalde nasıl davranıyorlarsa öyle davranacaklardır. Hatta he fırsatta doktorlara sesleri artık duymadıklarını ve semptomları artık yaşamadıklarını söyleyeceklerdir. Sizce böyle bir senaryo altında doktorlar bu 8 kişiden kaçının sağlıklı olduğu sonucuna varacaklardır?

Sonuç tam bir fiyaskoydu. Akıl sağlığı yerinde olan bu 8 hastanın tamamı hasta olarak kabul edildi ve hastanede kaldıkları süre içinde toplam 2100 hap verildi, psikiyatrik görüşmelerden geçtiler ve hastalıklarının önemli olduğunu belgeleyen raporlar dolduruldu. Sahte hastaların tamamı gösterdikleri normal davranış ve sözleriyle ileri derecede hasta kabul edilmişti. Rosenhan psikiyatri biliminin bu başarısızlığı karşısında büyük hayal kırıklığına kapılmıştı. Fakat deneyi devam ettirmeye kararlıydı. İkinci aşama için kliniğe gider ve ilk deneyin sonuçlarını doktorlarla paylaşır. Sonra da gelecek üç ay içinde daha fazla sayıda sahte hasta göndereceğini iletir. Sizce bu kez doktorlar sahte hastaları bulabilecekler midir?

Sonuçlar 3 ay sonra açıklanır. Hastaneye 193 hasta gelmiştir ve 41’i doktorlar tarafından bütünüyle sağlıklı bulunmuştur. Hastane Rosenhan’a kaç sahte hasta gönderdiğini sorar, fakat aldığı cevapla yıkılır. Rosenhan üç ay boyunca hastaneye hiçbir hasta göndermemiştir. Hastane bu muayene şekliyle önemli bir hata yapmıştır. Geçmişteki hataları düzelteyim derken yeni hatalar yaratmıştır.

Roubini krizin başından bu yana bize sürekli global ekonominin derin bir çöküş yaşayacağını söylüyor ve bunun nedenlerini de açıklıyor. Fakat dünya Roubini’nin 5 yıldır sürdürdüğü bu uyarı çılgınlığından sıkılmış haldeler. Otoriteler artık Roubini’yi ciddiye almamaya başlamış durumdalar. Peki ama son derece önemli tespitler ve uyarılar yapan Roubini otoriteler tarafından neden dikkate alınmıyor?

7 Aralık 1941’de Japon donanması Pearl Harbor’u vurduğunda ABD nasıl tepkisiz ve hazırlıksız yakalandıysa aynı şey şu an otoriteler ve kusursuz fırtına uyarılarını dikkate almayanlar için de geçerlidir. Evet, Amerikalılar saldırının olduğu günün öncesindeki bir hafta boyunca tam 7 saldırı uyarısı almışlardı. Fakat yedisi de asılsız çıkmıştı. Sekizincisi gerçekleştiğinde ise Amerikalıların tepki verecek isteği kalmamıştı.

Bugün piyasalar artık kusursuz fırtına uyarılarını pek ciddiye almıyorlar. Umarız Rosenhan’ın deneyinde akıl sağlığı yerinde olanları deli sanan psikiyatrlar gibi her yerde akıl sağlığı yerinde adam görmeye başlamayız.
(www.bankader.org.tr' de yayınlanan yazının tam metnidir.)

12 Ağustos 2012 Pazar

Rulmanları nasıl yok ederiz?

Medyada küresel krizin 6 yaşına girdiği haberlerini görmüşsünüzdür. Tam 6 yıldır alınan tüm tedbirler maalesef başarılı olmuş gibi görünmüyor. Korkular hala devam ediyor. ABD’de düzenleyici otoritelerin, ülkenin beş büyük bankasından, önemli problemlerle karşılaşmaları durumunda çökmelerini engelleyecek planları geliştirmelerini istediği söyleniyor. Neden 6 yıldır alınan bunca tedbir işe yaramıyor?

Her türlü yasal ve düzenleyici tedbir alındı. Borçlar yapılandırıldı. Ülkelere gerekli yardım sağlandı. Sermayeler arttırıldı. Büyük şirketler korundu. Rating sistemi yapılandırıldı. Menkul kıymetleştirme sıkılaştırıldı. Denetim arttırıldı. Subprime segmente krediler durduruldu. Türev ürünler piyasası yakın incelemeye alındı. Açığa satış yasaklandı. Hedge fonlar kurallara bağlandı. Ve daha birçok önlem. Sonuç?..

Peki ama alınan önlemler neden başarılı olamıyor?

İkinci dünya savaşı yıllarında ülkelerin hava kuvvetlerinin en büyük sorunu hedefleri vurabilmekti. Uçağın hızı, rüzgarın şiddeti ve yönü, uçağın hareketleri ve diğer etmenler bombaların hedefe ulaşmasını engelliyordu. Bu problemi çözmenin karmaşık matematiksel çözümler gerektirdiği açıktı. Öyleyse problem nasıl çözülecekti?

Amerikalı bir mühendis olan Carl Norden uzun araştırmaları sonunda bunu başarmıştı. 22,5 kg. ağırlığında bir mekanik bilgisayar yaparak bombanın hedefe tam olarak ulaşmasını sağlayacak sistemi yaratmıştı. Bu ikinci dünya savaşında başarılı olmak isteyen ABD’nin tam istediği şeydi. Derhal cihazın üretilmesi aşamasına geçildi. Atom bombası geliştirmek için harcanan paranın yarısından fazlası yani 1,5 milyar dolar harcanarak MARK XV adı verilen sistem yaratıldı. Artık istenilen her hedef rahatça vurulabilecekti.

1943 yılında ABD, Nazi hedeflerini yok etmek için bir strateji geliştirdi. Yapılan analiz sonunda en stratejik Nazi hedefi olarak rulman fabrikaları gösterildi. Çünkü rulmanlar uçak ve makine üretimi için en kritik malzemeydi. Eğer bu fabrikalar yok edilirse Nazilerin uçak ve makine yapması imkansızdı. Plan için derhal start verildi. Uçaklar rulman fabrikalarının olduğu Schweinfurt şehrini bombalamaya başladılar. Naziler yüzlerce uçağı düşürseler de sonuç kendileri açısından büyük bir başarısızlıktı. Schweinfurt’taki tüm rulman fabrikaları MARK XV cihazı sayesinde yerle bir edilmişti. Harcanan onca paranın boşa gitmemiş olduğunu görmek herkesi mutlu etmişti. Artık müttefikler Nazilerin aortunu yok ettiklerini düşünüyorlardı.

Fakat hiç de düşündükleri gibi olmadı. Müttefikler kısa bir süre sonra acı gerçekle sarsıldılar. Almanlar fazlasıyla rulman stoğuna sahiptiler ve isterlerse İsveç ve İsviçre’den daha fazlasını getirebilirlerdi. MARK XV için harcanan onca para işte şimdi çöpe gitmişti. ABD’liler basit bir hata yapmışlardı. Problemi görmüşler ama anlayamamışlardı. Problem isabet değil, hedefe ilişkin bilgilerin yetersizliğiydi.

İşte ikinci dünya savaşında ABD’nin yaşadığı bu durumla şimdi global ekonomi karşı karşıya. Küresel borç krizini çözmek için yapılan müdahaleler problemin tam olarak anlaşılamaması nedeniyle sürekli başarısız oluyor. Burada problemin anlaşılamaması bir farkındalık sorunu olarak algılanmamalıdır. Problemin anlaşılmak istenmemesi, çözümün sunacağı acı reçeteye küresel ekonominin hazır olmaması, büyük şirketleri kaybetmemek, ülkelerin çökmesine engel olmak gibi bir dizi faktör bu kapsamda düşünülebilir. ABD’nin beş büyük bankasından çözüm beklemek problemi çözmek anlamına gelmeyecektir. Bu bankalara devlet yardımı gelmeseydi, bugün bulundukları konumda olamayabilirlerdi. Fakat böyle bir çözümün getireceği sorunlar dünya için daha acı sonuçlar doğurabilirdi. İşte bu istenmemiş ve hala daha istenmemeye devam ediyor.

Kısaca söylemek gerekir ki borç krizine karşı şu ana kadar alınan önlemlerin ortak özelliği borç yaratıyor olmalarıdır. Yani mevcut borçlar yeni borçlarla ödenmekte, toplam borç stoğu ise değişmemektedir. İşte temelde anlaşılamayan sorun budur.

Bu şartlar altında borçlu bir hedefi borçtan kurtarmak yerine yeni bir borç yaratılarak çözüm aranması sanıyoruz başarılı olacak gibi görünmemektedir. Rulmanları yok etsek de yenileri yaratılmaya devam ediyor.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Piyasalarda zengin olmanın altın formülü: Prequelitis!

Bazen yatırım kararı vermek çok kolay olabilir. Genellikle yatırımcı ve trader’ların yatırım kararları, sisli havada uzaktan yaklaşan şeyin ne olduğunu kestirmek kadar belirsizlik içerir. Fakat öngörü yapmanın kolay olduğu zamanlar da vardır. Tıpkı şu aralar gıda ürünleri üzerine yazılan türev kontratlarda olduğu gibi.

Türev piyasalarda işlem yapabilenler bu aralar gıda kontratları üzerinde uzun pozisyonlarını arttırmaya başladılar. Özellikle hedge fonların pozisyonlarının artması birçok yatırımcıyı bu alana yönlendirmiş görünüyor. Bazı ürünlerde düşük hasat beklentisi fiyatların yükseleceği şeklinde yorumlanıyor. Birkaç ay sonra gerçekleşecek bu fiyat artışını önceden sezen hedge fonlar vadeli işlemlerle bu artıştan yararlanmak istiyorlar. Herkesin gıdaya ihtiyacı olduğu bir dünyada hedge fonların stratejisi son derece başarılıdır. İşte bu düşünce ve öngörü tarzını yakalayabilmek yatırım kararlarının başarılı olmasının altın kuralıdır. Bu altın kural ise şu altın sözcükte saklıdır: Prequelitis!

Şu an arama motorlarından sözlüklere bakacak olanlara küçük bir bilgi vererek başlayalım. Bu sözcüğün anlamını bulabilmeniz mümkün olamayabilir. Ama yazıyı sonuna kadar okursanız bu altın sözcüğün nasıl altın bir anahtar olduğunu göreceksiniz.

Geek Squad adlı şirketin adını Amerika dışında pek duyan yoktur sanıyorum. 1994 yılında kurulan ve 2002 yılında Best Buy tarafından satın alınan şirket müşterilerine bilgisayarla ilişkili hizmetler ve aksesuarlar sunan bir şirkettir. Fakat anlatacağım hikayenin geçtiği 2005 yılında Geek Squad basit ve küçük bir arıza tamir şirketiydi. Yani bilgisayarınızda ya da internet bağlantınızda bir sorun yaşadıysanız, Geek Squad’ı arıyordunuz ve onlar gelip arızayı gideriyordu.

2005 yılı Mayıs ayında yetenekli ve yaratıcı birkaç genç, 2 hafta sonra yani 19 Mayıs 2005 tarihinde şirketlerinin işlerinin aşırı derecede artacağını ve gerekli önlemlerin alınmasını yöneticilerine iletmişti. Geek Squad’ın parlak fikirli sahibi Robert Stephens, takvimini ve haber kaynaklarını kontrol ettiğinde 19 Mayıs ile ilgili herhangi bir bilgiye rastlayamamıştı. Bu nedenle Stephens bu yönlendirmeyi pek dikkate almamıştı. Birkaç gün sonra aynı çalışanlar “yeni bir ürün” adıyla bir dokümanı Stephens’a epostayla gönderirler. Yeni ürünlere son derece önem veren Stephens merakla dokümanı açar. Doküman bir özür notuydu. Dilekçe şeklinde yazılmış ve hasta olduğu için işe gidemediğini söyleyen basit bir özür notu. Stephens hayretler içinde kalmıştı. Çalışanların böyle bir saçmalığı yapmış olmalarına anlam veremiyor ve bunun bir şaka olduğunu düşünüyordu. Fakat bu gençler bilgisayarlar konusunda uzmandı ve boş zamanlarını sadece bilgisayara ayıran insanlar arasından seçilmişlerdi. Acaba tüm zamanını bilgisayara ayıran insanları işe almak yanlış bir karar mıydı? Stephens bu durumu konuşmak ve işe alım prosedürlerini gözden geçirmek üzere dokümanı gönderen çalışanlara danışmaya karar verir.

Çalışanlara 19 Mayıs’ta işlerinin neden artacağı ve bu dokümanın nasıl yeni bir ürün sayılabileceği sorulur. Şirket sahibi Robert Stephens çalışanların anlattıklarını şaşkınlık içinde dinlemektedir. “19 Mayıs’ta Star Wars adlı filmin üçüncü bölümü olan Revenge of the Sith çıkacak. Bilgisayar sektöründe çalışan herkes bu filmi görmek için o gece kuyruğa girecek. Sabahın ilk saatlerine kadar bilet almayı bekleyecekleri için ertesi gün uyanamayacaklar ve işe gidemeyecekler. Onlar işe gitmedikleri için bütün hizmet talepleri bize kayacak...”

Robert Stephens’ın dinlediklerinden ağzı açık kalmıştı. Tüm günlerini ve boş zamanlarını bilgisayar ve internetle geçiren bu kişiler için meslektaşları hakkında böyle bir tahmin yapmak hiç zor değildi. Onlar da bu öngörüyü yaparak şirket yöneticilerini önceden uyarmışlardı. Bundan sonrası Stephens’ın bileceği şeydi. Stephens hem uyarıyı dikkate almış ve hem de işe alım sürecinde hiçbir değişikliğe gerek olmadığını anlamıştı. Tüm zamanını internette geçiren gençler bu iş için en uygun kişilerdi. Ama yeni ürün olarak gönderilen özür yazısının ne anlama geldiğini hala anlamamıştı. Çalışanları şu kısa yanıtı verdi: “Sabah işe gidemeyecek insanlar işlerine bir özür nedeni iletmek zorunda. Böyle bir metni internet sitemize koyar ve birkaç dolara satarsak herkes bizden alır!”

Stephens, çalışanlarının dediğini aynen yapmıştı. İş süreçlerini düzenlemiş ve özür notunu siteye koymuştu. 19 Mayıs geldiğinde her şey öngörüldüğü gibi gerçekleşmişti. İşlerine gidemeyen tam 800.000 kişi ücretini ödeyerek bu mazeret notunu indirmişti.

Şirket sahibi Stephens ertesi gün katıldığı bir televizyon show’unda “şimdiye değin bu kadar kolay bir para kazanmadım” demişti. Ve bu olaya “prequelitis sendromu” adını vermişti.

İşte piyasalarda doğru yatırımlar yapmak bazen bu kadar kolaydır. Hedge fonların gıda türevleri üzerindeki öngörüsü gibi öngörüler piyasaların prequelitis’leridir. Fakat onları sadece, tıpkı tüm günlerini bilgisayara adayan Geek Squad çalışanları gibi, tüm zamanını finansal piyasalara adamış olanlar görebilir.

10 Ağustos 2012 Cuma

Türev ürünler ari ırktan mı?

Yetkililer uyarıyor: Gıda fiyatları 2006-2008 yılları arasında yaşanan gıda krizi seviyelerine yaklaşmış durumda! 2006 yılında yaşanan krizde gıda fiyatlarındaki aşırı yükselme sonrasında 200 milyondan fazla insan kriz kurbanı olmuştu. Bugün finansal krizin yarattığı enkaz yetmezmiş gibi bir de gıda krizi tehdidi ile karşı karşıyayız. Milyonlarca hatta milyarlarca insanın bu krizden etkilenme olasılığı ortadayken yetkililerin sesine kimse kulak vermiyor. Bu gerçekten çok tehlikeli bir durum. Tıpkı 2006’daki krizi yaratan sarmala doğru hızla gidiyoruz. Hedge fonlar gıda fiyatları üzerine pozisyonlarını arttırarak Afrika ve Asya’nın geri kalmış yerlerinde yaşayan milyarlarca insanın ekmeğiyle oynamaya başlamış durumdalar. Öyleyse ne yapılmalı?

Tarihin en büyük katliamlarından biri 1994 yılında Ruanda’da yaşandı. Kimsenin hatırlamak istemeyeceği bu kara olayda 3 ay içinde yaklaşık bir milyon Tutsi öldürüldü. Böyle inanılmaz bir olayı duyduğunuzda ister istemez buna neden olan şeyin ne olduğunu merak edersiniz. Böyle büyük bir kinin derin tarihsel kökleri olduğunu düşünürsünüz. Ama gerçek maalesef böyle değil.

Katliamın tuhaf bir algılama üzerine dayandığı bilim otoritelerinin ortak görüşü. Avrupa kaynaklı ırk teorileri, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür geçiş ırkı olduğunu iddia etmişlerdir. Bu teoriden öfkeye kapılan Hutuların, Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Bu da katliama sebep olmuştur. İnsanın aklına şu soru geliyor. Böyle sudan bir sebepten ötürü bir milyon kişinin katledilmesi önlenemez miydi? Bugün dönüp geriye bakıldığında yanıt çok açık: Elbette önlenebilirdi! Peki ama nasıl?

O yıllarda bölgede görevli Birleşmiş Milletler Barış Gücünün komutanlığını Kanadalı Romeo Dallaire yapıyordu. Dallaire her şeyin farkındaydı ve tehlikeli bir sonun yaklaştığını görüyordu. BM’ye ilk uyarısını gönderdiğinde dikkate alan olmadı. Durumu anlatıp yardım istedi. Yine yanıt alamadı. Dallaire ısrarından vazgeçmiyordu. Dönemin BM Başkanı Boutros-Gali’ye talebini ileterek yardım istedi. Ona katliamın yaklaştığını ve kendisine 5.000 asker verilirse buna engel olacağına söyledi. Boutros-Gali’nin yanıtı açıktı: Bizi ilgilendirmiyor!

O andan sonra yalnız kalan Dallaire kendi inisiyatifinde aldığı kararlar ile katliamın daha büyük noktalara ulaşmasını engellemişti ama yaklaşık bir milyon kişinin hayatını kurtaramamıştı.

Bugün gıda krizi için yetkililerin yardım taleplerine otoriteler kayıtsız kalmaktadırlar. 2010 yılında ortaya çıkan bir gerçekte, 2006 yılındaki gıda krizine, türev ürün işlemlerini abartan finansal kuruluşların neden olduğu söylenmişti. Bugün aynı şey yeniden olabilir. Sallanan şirketler yıkılmasın diye açığa satışı yasaklayan büyük ekonomiler böyle bir durumda acaba neden tarım ürünleri üzerindeki türev ürünlere kısıtlama getirmiyorlar?

Tıpkı Dallaire gibi yetkililerin yardım çığlıkları maalesef duyulmuyor. Ruanda katliamının nedenleri arasında gösterilen biyolojik düşüncelerin halkları derinden etkilemesi olgusu gibi türev ürünlerin büyük baskısı da gıda fiyatlarının kontrol edilememesine sebep oluyor. Sanal kontratların arttırdığı gıda fiyatlarından sadece zengin ülkeler gıda ihtiyaçlarını sağlarken, fakir ülkeler açlığa sürükleniyor. Dünya ise kayıtsız kalmaya devam ediyor.

Umarız bu kez yeni bir Ruanda felaketi ile karşılaşmayız. Fakat insanın aklına şu soru maalesef geliyor: Türev ürünler ari ırktan mı?

9 Ağustos 2012 Perşembe

Trajedi ve istatistik arasındaki fark!

Ekonomi başlıklarına bakıldığında gördüğümüz haberlerin çoğu çok üzücü. Finansal kriz tehlikeli bir dönemece girmiş gözüküyor. Şu anki haberlerden birkaçını verelim isterseniz. Yunanistan’da hastalar ilaç alacak para bulamıyor!.. Euro problemi çözülmezse dünya bu ay batar!.. Gıda fiyatlarındaki artış 2007’deki gibi bir gıda krizi yaşatabilir!.. Peugeot 8.000 işçi çıkarıyor!... Ve daha birçok üzüntü verici haber. Ama eminim bu haberlere derinden üzülen olmamıştır. Sadece bizi ilgilendirmediğini düşündüğümüz için mi kayıtsız kalıyoruz bunca habere? Yoksa bundan daha farklı ama pek farkına varmadığımız irrasyonel bir sebep daha var mı?

Birçok insanın umursamadığı felaketlerden biri de 2005 yılında Amerika’da yaşanmıştı. Ülke, tarihinin en büyük zararını yaşadığı kasırga faciası ile karşı karşıya kalır. Saatte 160 km. hızla esen Katrina kasırgası özellikle New Orleans ve çevresinde etkili olur. 1.836 kişinin öldüğü faciada tahmini rakamlarla 80 milyar doların üzerinde zarar oluşur. Birkaç hafta sonra yaralar sarılmaya başlamışken bu kez de Rita kasırgası gelir. Bölge komple bir çöküş yaşar.

Eyaletleri göle çeviren kasırga sonrası o bölgede yaşayan yakınlarından haber almak isteyen insanlar internete hücum ederler. Herkes bulabildiği online bir siteye yakınlarının adını, resmini veya onlar hakkında bilgi bırakarak yardım istemektedir. Ülkenin yardım kuruluşları bu çağrılara yanıt vermeye çalışıyorlardı elbette. Ama çağrıların birçok farklı internet sitesinde yer alması onlara ulaşmayı neredeyse imkansız kılıyordu. Binlerce siteye yayılmış çağrılara ulaşmak devlet görevlileri ve ilgili kurumlar için hiç kolay bir iş değildi. Yahoo ve Google bile kendi servisleri ile bu dağınık bilgi bombardımanına bir çözüm bulamamıştı. İnsanların iyi niyetli çabaları aşırı dağınıklık nedeniyle boşa gidiyordu.

Kasırgadan 3 gün sonra David Geilhufe adlı bir internet programcısı birkaç arkadaşını toplayarak bir internet sitesi oluşturdu. Bu internet sitesi diğer tüm internet sitelerindeki bilgileri topluyor, isim, yaş, konum, fiziksel özellikler gibi bilgileri birleştirerek sunuyordu. Binlerce siteye girilen bilgiler bu yazılım sayesinde tek bir siteye alınarak herkesin ulaşması sağlanmıştı. Google ve Yahoo gibi şirketlerin yapamadığını sıradan bir dahi yapmıştı. Milyonlarca kişi bu siteye giriş yaparak aradığı kişiyi ya da kendisinin hayatta olup olmadığını söylüyordu. İnternet sitesi devlet kuruluşları tarafından da kullanılmaya başlanmış ve eşgüdümü sağlayan bir yönetici konumuna gelmişti. David Geilhufe uygarlık tarihinin en büyük eşgüdüm ve bilgilendirme başarılarından birini elde etmişti. Peki, bugün birçok insanın hayatını kurtaran irrasyonel deha David Geilhufe nerededir dersiniz?

Sadece bir insanın hayatını kurtaran biri hakkında bile internette arama yaptığınızda onlarca makaleye rastlayabilirsiniz fakat David Geilhufe için tek bir makale bile bulamazsınız. İnsanlar, bu büyük dehaya gereken minnettarlığı nedense göstermemişlerdir. Onun hakkında biraz bilgi edinmek istiyorsanız yapmanız gereken Don Tapscott’un Wikinomics adlı kitabına bakmaktır. Peki uygarlık tarihinin yetiştirdiği bu irrasyonel hayat kurtarıcı neden kahraman olamamıştır?

Bu sorunun yanıtı yazımızın başında sorduğumuz toplumsal ekonomik felaketlere neden duyarsız olduğumuz sorusunun yanıtı ile aynıdır. Sosyal bilimcilerin “saptanabilir kurban etkisi” (the effect of Identifiability on Punishment) dedikleri olgu konunun en çarpıcı yanıtını verir. Bir kişinin yüzü, fotoğrafı ya da kişiliği hakkında bilgilere sahipsek onun acısını hissederiz. Hem davranışlarımızı hem de paramızı onun yararına kullanmakta tereddüt etmeyiz. Ama bilgi kişisel olmadığında tıpkı Katrina kasırgasında olduğu gibi fazla empati duymaz ve sorumluluk hissetmeyiz.

İşte son günlerde okuduğumuz bir çok ekonomik ve sosyal çöküş haberine kayıtsız kalmamızın ardındaki neden budur. Ya da kısaca Joseph Stalin’in dediği gibi: “Bir insanın ölümü trajedidir; bir milyon insanın ölümü ise istatistik!”

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Ekmek makinası stratejisi

ECB’nin Yunanistan’a sırt çevirmesi tüm dünyayı tedirgin ettiği ortada. Bugün Wall Street Journal’daki habere göre IMF gelişmelerden endişeli. Atina’nın üzerindeki baskıların hafifletilmesi için gerekli naktin sağlanmasının yetmeyeceği, mevcut borçların yükünün de hafifletilmesi gerektiğini söylüyor. Yani mevcut faizin de silinmesini istiyorlar. Peki böyle bir durumda ECB nasıl karar verir dersiniz?

ECB, Yunanistan’a gerekli parasal yardımların yapılması bile şu an karşı. Çünkü Almanya’nın da sıkışan ekonomisi ECB’nin elini bağlıyor. Yunanistan’ın yaratacağı maliyete pek sıcak bakılmıyor. Bir de IMF bunun üstüne mevcut borçları da hafifletin diyor. Yani ECB’nin maliyeti basit bir göstergeyle 10 iken 20’ye çıkacak. Şimdi böyle bir durumda ECB nasıl karar?

Bu soruya irrasyonel insan davranışlarından hareketle yanıt bulmaya çalışalım. Ev aletleri üreten Williams-Sonoma adlı şirket ilk ekmek pişirme makinasını ürettiğinde kimse pek aldırış etmemişti. Yaklaşık 300 dolara piyasaya sunulan ürüne tabi ki çok fazla ilgi gösteren olmaz. İnsanların ürüne karşı tepkileri benzerdir. “Böyle bir cihaza ne gerek var ki?” Böyle bir ürüne bu parayı vermek yerine daha faydalı bir ev aleti almak mantıklı olmaz mıydı? Elbette ki insanlar haklıydılar. Ekmek makinası bir muammaydı. Kimsenin ürünü satın almaması şirketin bu inovatif makinayı piyasadan çekme kararı almaya sevk etmişti. Bu kararda haksız sayılmazlardı.

Şirketin telaşlı yöneticileri son bir çare olarak bir pazarlama danışmanına başvururlar. Ürünü inceleyen danışman şirkete tuhaf bir öneri sunar: Bu makinadan daha büyük bir ekmek makinası imal edin ve 450 dolara satışa sunun!

Williams-Sonoma yöneticileri bu tuhaf öneriye gülerler. Küçük ve ucuzunu almayan müşteriler neden daha büyük ve pahalısını alsınlar ki?.. Öneri tuhaf olsa da şirket tarafından kabul edilir ve daha büyük ve pahalı bir makine piyasaya sunulur. Artık vitrinlerde iki ekmek makinası vardır. Biri küçük ve ucuz, diğeri büyük ve pahalı.

Firmanın satışları bir anda artmaya başlar. Artık insanlar bu tuhaf aleti ne yapacaklarını sormamakta, bir tane satın almaktadırlar. Şirket satışların grafiğini incelediğinde tuhaf bir durumla karşılaşır. Pazarlama danışmanının önerdiği büyük makinayı kimse almamıştır. Herkes küçük makinaya yönelmektedir. Peki ama neden?

İrrasyonel insan bir ürünü alırken onu kıyaslamak ister. Ekmek makinası ilk kez piyasaya sunulduğunda bunu yapamamışlardı. Şimdi ise kıyaslama yapabilecek iki modele sahiptiler ve karar verirken şöyle düşünüyorlardı: “Ekmek makinası hakkında fazla bilgiye sahip olmasam da ucuz olanı almam sanıyorum daha rasyonel olacak!”

Rasyonel karar verdiğini düşünmek irrasyonel insanın çoğu zaman içine düştüğü bir durumdur. Tıpkı şu aralar merkez bankalarının yaptığı gibi. Avrupa Merkez Bankası’nın önünde önceden tek seçenek vardı. O da Yunanistan’a gerekli parayı vermek. Bunun bir maliyeti vardı ve bu maliyet Yunanistan’ın euro birliğini terk etme belirsizliğinin yaratacağı maliyetin yanında göze alınamamıştı. Çünkü ECB, Yunanistan’ın euroyu terk etme belirsizliğinin maliyetini kıyaslayamamıştı. Şu anda IMF ona bu kıyaslamayı yapacak bir seçenek daha sunuyor. Eski borçları da hafifletmesini istiyor. Yunanistan’a gerekli parayı vermeye henüz ikna olmayan ECB böyle bir teklifi elbette ki kabul etmeyecektir. Ama IMF, ECB’ye kıyaslama yapacak bir seçenek sunmaktadır. Bu kıyaslama sonucunda IMF şunu düşünmektedir: ECB, Yunanistan için gerekli parayı vermenin daha akıllıca olduğunu düşünüp kararını hızlandıracak ve piyasaları rahatlatacaktır.

Bakalım IMF’nin ekmek makinası stratejisi başarılı olacak mı?

7 Ağustos 2012 Salı

Altın fiyatlarının ne yöne gideceğini kim biliyor?

Yatırım enstrümanları içinde insanı en çabuk çekeni hiç şüphesiz altındır. Piyasaların yönü ne olursa olsun altın hiçbir zaman pazar ve pazarlama problemi yaşamaz. Bunda uygarlık tarihi boyunca herkes tarafından vazgeçilmez bir kıymet olarak varsayılmasının payı büyüktür. Fakat piyasalar altının geleneksel rolünü pek ciddiye almazlar. Altın fiyatlarının makro göstergeler ile yakın bir ilişki içinde olduğunu düşünürler. Ekonomik sistemde dönüm noktası sayılan bazı antlaşmaların sonrasında altının dolar ile yakın bir ilişki içinde olduğu ve değerinin dolara bağlı olarak değiştiği anlayışı hakimdir. Bu şüphesiz hafife alınacak bir olgu değildir ve rasyonelliği son derece yüksek bir çıkarımdır. Peki ekonomik hayat giderek irrasyonel bir hal alırken altın fiyatlarının sadece bu rasyonel kuvvetler ile dengelendiğini düşünmek ne kadar doğrudur?

Hayatı boyunca finansal piyasalarda işlem yapmamış birine “altın fiyatı ne olur?” diye sorarsanız alacağınız cevap bellidir: “Altın en güvenilir limandır ve değeri daima artar.” Bu analizin bir piyasa işlemcisi tarafından yatırım kararına dönüşebileceğini düşünmek elbette ki saflık olur. Öyleyse şu iki soruya cevap aramak gerekmez mi? Sıradan bir kişi tarafından yapılan böyle bir analiz ne anlama geliyor? Ve bu analiz sonucunu güvenilir bulmayan yatırımcı yanılıyor olamaz mı?

2002 yılında New England Journal of Medicine adlı dergi J.B.Moseley adlı bir ortopediste ait bir makale yayınlar. Makale bir anda sigorta şirketleri, devlet yöneticileri ve halkın karşı karşıya gelmesine neden olur. Tartışma bir anda alevlenir. Moseley’in makalesi yaptığı bir deneyin sonuçları üzerine kuruludur ve tarafları birbirine düşürmüştür.

Moseley bu deneyinde artroskopi ameliyatını araştırmaktadır. Dizinde sorunu olan 180 hastası vardır ve bu hastaların tamamının artroskopi amaliyatı olması gerekmektedir. Moseley bu hastaların tamamına aynı ameliyatı yapmak yerine farklı bir yöntem uygular. Hastaları rasgele olarak üç gruba ayırır. İlk gruptakilere standart bir artroskopi ameliyatı yapar. Kısaca üç aşama içeren bu ameliyatla hastalar uyutulur, kesikler atılır ve kıkırdağın iç kısmı temizlenir. İkinci gruptaki hastalara ise ilk iki aşamayı içeren bir ameliyat yapılır. Yani hastalar uyutulur ve kesikler atılar ama kıkırdağın iç kısmı temizlenmez. Üçüncü gruptaki hastalar ise sadece uyutulur ve sonra uyandırılır. Ameliyatlar sonrasında her üç gruptaki hastalara da tam bir artroskopi ameliyatı yapıldığı ve yakında düzelecekleri söylenir.

Ameliyat sonrasında hastaların tamamı iki yıl boyunca incelemeye alınır. Ağrılarının azalması ve merdiven tırmanmaya ne zaman başlayacakları gibi hususlar yakından izlenir. Sonuçlar bilim dünyasını, sigorta şirketlerini ve halkı şaşkınlığa sürükleyecek cinstendir. İlk iki gruptaki hastalar tamamen iyileşmişler ve eski ritimlerine geri dönmüşlerdir. Ama şaşırtıcı olan bu değildir. Üçüncü gruptakiler yani artroskopi ameliyatı olmayanlar da ilk iki gruptaki gibi tüm ağrılarından kurtulmuşlar ve eski sağlıklarına geri dönmüşlerdir. İşte tartışma da tam o anda kopmuştu. Bu işlemlere harcanan her yıl 1 milyar dolar boşa mı gidiyordu?

Bu sorunun yanıtı bugün hala verilebilmiş değil. Fakat bu çarpıcı sonucun nasıl oluştuğu herkes tarafından iyi biliniyor artık. Plasebo etkisi yani kişinin hedefini gerçekleştirmeye olan inancı bugün tartışılmayan bir fenomen olmuştur. Başarma inancı, vücutta fiziksel ve zihinsel dayanıklılığı arttıran nöro kimyasal değişiklikler yaratmaktadır. Yani doktorun hastaya verdiği ilaç gerçekte yararsız bile olsa hastanın daha iyi olacağına inancını arttırmakta ve sonuçta hastanın iyileşmesine neden olmaktadır.

Altının fiyatının arkasındaki temel yönlendirici de işte bu plasebo etkisidir. İnsanların daima güvenli bir liman olarak altına yönelmeleri ve altın fiyatlarının ne kadar düşse bile daima yükseleceğine olan inançları altın fiyatlarının aşağı yönlü hareket ivmesini zayıflatıyor. Yani altın fiyatı düşse de en küçük bir yükselişte yazımızın başındaki finansal piyasalarla ilişkisi olmayan sıradan insanın kehaneti kendi kendini gerçekleştiriyor. Bu da piyasa oyuncularının beklentilerini arttırırken altına hücumu başlatıyor.

Yatırım kararlarında başarı insanın kendi beklentilerini, piyasaların beklentilerini ve ekonominin temellerini anlama yeteneğinden gelir. Piyasanın beklentisi, irrasyonel insanın temel davranış ve düşüncelerinden uzaklaştığında başarılı olma ihtimali düşebilmektedir. Bu nedenle çoğu zaman sıradan bir insanın altın hakkındaki basit analizinin doğru olacağı gözden kaçırılmamalıdır.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Risk'in frenleri ABS değil mi?

Finansal krizin en büyük suçlusu “risk”ti! Ülkelerin, şirketlerin, finansal kuruluşların ve hatta ailelerin aldıkları riskin yüksekliği dayanılamaz bir noktaya gelince çöküş başlamıştı. Krizin başlamasıyla birlikte risk üzerine sistemli bir azaltma politikası uygulanmaya başlandı. Ülkelere mali sınırlar, bankalara stres testleri, piyasalara sıkı düzenlemeler ve vatandaşlara kredi sınırlamaları. Amaç ortaktı: Riski azaltmak! Peki, neredeyse 5 yıldır riski azaltmak üzerine gösterilen büyük mücadele sizce riski ne kadar azaltmıştır?

Her zamanki gibi bu soruya yine irrasyonel insan davranışlarını inceleyerek yanıt bulmaya çalışalım. 1978 yılında Mercedes ve hemen ardından BMW, ABS denilen fren sistemlerini kullanmaya başladılar. ABS, taşıtların her türlü yük ve yol koşullarında ve çeşitli hızlarda yapılacak ani frenlerde tekerleklerin kilitlenmesini önleyerek şoförlerin hakimiyeti kaybetmemesini sağlayan bir fren sistemidir. Alman otomobillerinin ABS’ye geçmeleri ile birlikte kazaların ne oranda azaldığını tespit etmek için bir Alman otoriteler bir deney tasarlarlar. ABS’li bir grup araç ile ABS takılmamış bir grup araç üç yıl boyunca büyük bir gizlilik içinde izlemeye alınır. Öngörülen şey ABS’li araçların diğer araçlara göre daha az kaza yapacaklarıdır. Oysa deney sonunda ortaya çıkan gerçek bunun tam tersidir. ABS birçok kullanıcının kaza oranını düşürmemiştir. Bunun nedenini araştıran gözlemciler ABS’li araç kullanıcılarının eskisine oranla daha hızlı araba kullandığını, daha sert dönüşler yaptıklarını ve şeritleri güvensizse değiştirdiklerini fark ederler. Şoförler ABS sistemini ilave bir güvenlik unsuru olarak değil, daha hızlı ve kontrolsüzce araba kullanma fırsatı olarak görmüşlerdi. Peki ama neden? Neden azalan riski tasarruf etmek yerine daha da arttırma yoluna gitmişlerdir?

Kanadalı psikolog Gerald J.Wilde’ın geliştirdiği risk teorisine göre; tıpkı hücre dışı gerçekleşen olaylar karşısında hücrenin kendi metabolizmasını koruma eğilimi göstermesi gibi insanların da kendilerine has kabul edilebilir bir risk seviyeleri vardır. İnsanların hayatlarının belli bir kısmında risk azaldığında, yanıt olarak başka bir kısmında risk yükselir ve toplam risk düzeyi değişmez.

Bu durum şirketler için de böyledir. Belli koşullar altında bir sistemi ya da bir kuruluşu daha risksiz hale getirir görünen değişiklikler aslında bunu yapmazlar. Bir alanda daha düşük olan riskleri, bir başka alanda alınan daha yüksek riskler dengeleyerek risk düzeyinin azalmasının önüne geçerler.

İşte finansal piyasalar da tıpkı bu tepkisel mekanizma ile çalışır. Ne zaman bir piyasada düzenleme yapılsa, finansal kuruluşlar karlarını arttırmak adına o piyasanın dışına çıkarak daha fazla risk alırlar. Yani azalan risk daha riskli alanlarda harcanarak tüketilir.

O nedenle türev ürünlerin azaltılacağını, finansal kuruluşların sermayelerini arttıracağını, ülkelerin daha az borçlanacağını, kredilerin kontrol altına alınacağını, rating şirketlerinin sınırlandırılacağını, mortgage endeksli tahvillerin azalacağını beklemek sadece rasyonel bir saflıktan ibarettir. Riskin frenleri ABS olsa da irrasyonel insanınkiler ABS değil!

5 Ağustos 2012 Pazar

James Chanos bir irrasyoneldi!

İspanya’da ya da İtalya’da son dönemlerde batan şirket var mıdır acaba? Bir şirketin batması hiç kimsenin istemeyeceği bir olaydır fakat batma durumuna gelmiş ama batması bir şekilde gizlenen bir şirketin er ya da geç batması muhtemel olduğu için ertelemek yatırımcı kayıplarının artmasından başka bir işe yaramayacaktır. Öte yandan İtalya ya da İspanya’da batan şirket mutlaka vardır fakat şu sıralar batması gereken şirketlerin gizlendiği yapısal bir düzenlemeyi vitrine çıkarmış durumdalar. Bu düzenleme açığa satış işlemlerinin yasaklanması.

Açığa satış işlemini kısaca tanımlamak gerekirse, satıcının elinde olmayan hisse senetlerini başka bir kişiden ödünç alarak satması ve vade sonunda sattığı hisseleri geri satın alarak ödünç aldığı kişiye teslim etmesi gibi bir sürece dayanır. Amaç, hisse senetlerini yüksek fiyattan satıp, daha sonra düşük fiyattan alarak borç verene teslim edilmesi ve arada gerçekleşen fiyat farkından kâr elde edilmesidir. Alış-satış işleminin tam tersidir. Yani hisseler önce satılmakta, daha sonra alınarak geri konulmaktadır. Hisse senedi piyasalarının tarihi boyunca, istismarın yayılmasını hızlandırdığı gerekçesiyle pek sevilmeyen açığa satış işlemleri gerçek fiyatın oluşması, piyasa balonlarının önüne geçmesi, piyasada likiditeyi arttırması, korunma (hedging) sağlaması ve yukarı yönlü market manipülasyonun önüne geçmesi açılarından vazgeçilmez işlevlere sahip. Peki açığa satış bu olumsuzlukları nasıl ortaya çıkarıyor?

Finans tarihinin ders alınması gereken en önemli olayı olarak Enron gösterilir. Üst üste 6 yıl boyunca Amerika’nın en inovatif şirketi seçilen Enron’un iflasından acaba yeterli dersler alınmış mıdır?

Birazdan anlatacağımız hikaye Enron faciasının anlatıldığı kaynaklarda kendisini yaygın şekilde yer bulabilmiş bir hikaye değildir. Fakat açığa satışın gücünü bilen finansçılar tarafından Enron’un iflasını ortaya çıkaran temel sebep olarak görülmektedir. Bu düşünceyi 2008 yılında yaşanan Lehman Brothers’ın çöküşü de desteklemektedir. Lehman’nın CEO’su Richard Fuld, iflastan birkaç hafta sonra kongreye verdiği ifadede, açığa satışın şirketin batışının ebesi olduğunu söylemesi bunun açık bir göstergesidir. Şimdi gelelim Enron’un çöküşündeki önemli bir ayrıntıya.

Wall Street Journal’ın muhabirlerinden Jonathan Weil 2000 yılı Temmuz ayında Enron’un mali raporlarını incelemeye başlar. Ulaştığı sonuçları 20 Eylül 2000’de Wall Street Journal’da yayınlar. Aslında Weil, Enron’un tablolarını incelediğinde herkesin görebileceği bir şeyi görmüştür. Şirket “mark to market” adlı muhasebe yöntemini sıklıkla kullanmaktadır. Bu yasal olarak bir olumsuzluk içermemektedir. Ama Weil, şirketin bir çeyrekte elde ettiği gelirlerin önemli bir kısmının bu teknikle yaratıldığını görünce bunun mantıklı olmadığını düşünür. Weil’in bulduğu şey basitçe şudur. Diyelim ki şirket bir enerji kontratından 10 yıl sonra 1000 lira kazanacaktır. Bu para 10 yıl sonra kazanılacak olsa da mark to market muhasebe yöntemi gereği bir yıla isabet eden kısmı olan 100 lira bu yılki gelir olarak muhasebeleştirilebilir. İşte Enron’un mali tabloları bu tip gelirlerden oluşmaktadır.

Bu yazıyı okuyanlardan biri de bir hedge fon yöneticisi James Chanos’tu. Chanos’un yatırım stratejisi şirketleri derin bir incelemeye tabi tutarak raporlanmayan piyasa ve sektör yetersizliklerinin şirketin hisse değerini nasıl etkileyeceği üzerine kuruludur. Enron’un mali verilerini analize tabi tutan Chanos, şirket yönetiminin gelirleri abartmış olduğu sonucuna ulaşır. Enron’un hisse fiyatı o aralar 90 dolar düzeylerindeydi ve Chanos kararını vermişti. Açığa satış işlemini başlatacaktı.

Önceleri herkes Chanos’un deli olduğunu düşünüyordu. Çünkü Enron Fortune dergisi tarafından yılın en inovatif şirketi seçileli sadece birkaç ay olmuştu. Fakat Chanos açığa satışa devam ediyordu. Enron’un fiyatı düşmeye başlamıştı. Chanos, şirket hakkında propagandaya da başlamıştı. Diğer analistler de Enron’u incelemeye almışlardı. Hisse düşmeye devam ediyordu. Basın Enron’da yanlış giden bir şeyler mi var acaba diye düşünmeye başlamıştı. 2001 yılı Ağustos ayına gelindiğinde herkesi şaşkına çeviren CEO Jeff Skilling’in istifası geldi. Tüm dünya tedirgin olmaya başlamıştı. Chanos ise ortaya çıkan her bilgi ile açığa satış pozisyonunu arttırıyordu. Derken Enron’un kredi notu düşürüldü. Arkadan bankalar kredilerini durdurdular. Kaçınılmaz son ise Aralık 2001’de geldi. Şirket iflas başvurusunu yaptı.

Şirketin iflas başvuru yaptığı gün piyasa fiyatı 1 dolar seviyelerindeydi. Chanos, herkese deli dedirten yatırım kararıyla milyonlarca dolar kazanmıştı. Ama bundan daha önemlisi tarihin en büyük iflasını ortaya çıkarmıştı. O, yatırım tarihinin en irrasyonel dehalarından biriydi.

Umuyoruz ki açığa satışı yasaklayan İtalya ve İspanya yeni Enron’ların üzerini örtmüyordur.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Ağaçların yaprakları nereye düşer?

Yatırımcıların çoğu zaman kendilerine sormaktan kaçındıkları bir soru vardır. Elinizdeki hisse senetleri, altın veya tahvillerin değeri bugün sıfıra düşerse yarın nerede olursunuz? Sizi bilemem ama büyük şirketlere yatırım yapan Warren Buffet ve George Soros gibi yatırımcıların ellerinde hiçbir şey kalmayacağı açıktır. Yatırım yapmak bu açıdan değerlendirildiğinde gerçekten zor bir iş.

Yatırımcı ve trader’lar gün boyu farklı kaynaklardan edindikleri bilgileri kendi felsefeleri ile değerlendirerek yatırım kararlarını vermeye çalışırlar. “ECB Başkanı euroyu destekleyeceğini söyledi; Fed parasal gevşeme yapmadı” gibi bilgiler akıllı ve yaratıcı trader’lar tarafından yatırım kararına döndürülür. Fakat bilginin akıl süzgeçlerinden geçirilerek yaratılan yatırım kararları son derece kavramsaldır ve piyasalar sadece kavramlarla yönlenmez.

Piyasalarda kazanmanın altın kurallarından biri diğer insanların sizden daha fazla şey bildiğini düşünmekten geçer. Epistemoloji (Bilgi felsefesi) yatırımın altın bakış açısıdır. Her iki tarafın da ne bildiği, her iki tarafın da düşünmesi gereken en önemli husustur. Çünkü piyasalarda genellikle bir kaybet-kazan oyunu oynanır. Bir tarafın kazancı diğer tarafın kaybını oluşturur.

Bunun farkında olan kişilerden biri de Georgo Soros’un The Alchemy of Finance adlı kitabında söylediğine göre, oğlunu, yanına staja gönderdiği Victor Niederhoffer’dır. İstatistikçi, bestseller kitap yazarı, şampiyon squash oyuncusu olan Niederhoffer, on binlerce kitap, günlük haber ve bilgiyi takip ederek başarılı olmuş efsanevi bir yatırımcıdır. Elde ettiği sınırsız bilgiyi işleyerek verdiği yatırım kararları ile büyük bir servet sahibi olmuştur. Her gün düzenli olarak “Minik Kedi” şarkısını piyanoyla çalan Neiderhoffer bir sabah uyandığında kendisini Chopin olarak bulmuştur.

On binlerce kitabının olduğu malikanesine o aralar adını kimsenin duymamış olduğu Nicholas Taleb adlı bir müşterisini davet eder. Ona başarısının sırrının ne olduğunu söyler: “Bahçemdeki ağaçların yapraklarının dökülüş şekli her sonbaharda aynı. Bütün yapraklar ağacın dibine ve yakın çevresine yayılmış durumdalar. Uzağa giden yaprak çok az.”

Neiderhoffer’in anlatmak istediği şeyin normal dağılım denen eski bir istatistik fenomeni olduğunu Taleb anlamıştı. Genellikle çan eğrisi olarak bilinen bu kural doğanın gizli bir kuralı gibidir. Diyelim ki bir grup ilkokul öğrencisinden 1’den 100’e kadar olan sayıları toplamasını istediniz. Bu küçük çocuklar küçük hatalar yapacaklardır elbette. Ama sonuçta buldukları rakam, doğru cevap olan 5050’nin çevresinde kümelenecektir. 5050’den çok düşük ya da yüksek yanıtlar giderek azalacaktır. İşte bu normal dağılımdır. Fakat Taleb’in kafasına bir soru takılmıştı: “Neiderhoffer bir gün eve geldiğinde ağacın yapraklarını küçük öbekler halinde farklı yerlerde göremez mi? Kendisine muzip bir oyun oynayan sivri zekalı bir uşağı olamaz mı?”

Aslında Taleb’in düşündüğü şey LTCM adlı, Nobel Ekonomi Ödülü alan ekonomistlerin yönettiği efsanevi hedge fonu 1997 yılında iflasa sürükleyen şeydi. LTCM, tarihi boyunca borcuna sadık kalan Rusya tahvilleri üzerine büyük miktarda yatırım yapmıştı. Epistemolojik olarak yaprakların ağacın altına bir yerlere düşeceğinden emindi. Ama düşündüğü şey gerçekleşmedi. Birkaç Rus yönetici, bu tahvilleri ödememe kararı verdi. Yani ağacın yaprakları her yıl döküldükleri yere dökülmedi.

LTCM’nin sonu olan bu fenomen Taleb’e ilham olmuştu. Yıllar sonra yazacağı The Black Swan (Siyah Kuğu) adlı kitabını oluşturan düşünceyi keşfetmişti. “Ne kadar çok siyah kuğu görürseniz görün, bu tüm kuğuların siyah olduğu anlamına gelmez. Bir tek siyah kuğu bu bilgiyi çürütür.”

Taleb’e göre Neiderhoffer’ın başarısı şans eseridir. Bu kaybet-kazan oyununda bin kişinin olduğunu ve her yıl bunların yarısının başarılı olduğunu düşünürsek, on yıl sonunda sadece 1 kişi kalacaktır ve işte o kişi Neiderhoffer’dir. Yatırımcıların hepsi istatistik bilmediğine göre piyasadaki iniş çıkışlar bir çan eğrisi ortaya koyamaz. Öyleyse piyasalar şu ya da bu yöne hareket edecek şeklindeki çıkarımlar hatalı olacaktır. Taleb o anda böyle düşünmektedir.

Bugün Taleb’i dünyanın en önemli yatırımcılarından bir yapan Siyah Kuğu fenomeni Taleb’in yatırım stratejisini oluşturmuştu. Bu strateji opsiyon denilen enstrümanlardan satın almaktı. Oysa Neiderhoffer bunun tersini yapıyordu. O sadece opsiyon satıyordu. Bu işlemler sonucunda Neiderhoffer her şeyini kaybedebilirdi fakat Taleb sadece ödediği kaparoyu kaybediyordu ve bunun haricinde hiçbir risk taşımıyordu. Taleb’in opsiyon satın alma işlemi aslında diğer yatırımcıların doğru bildiğini, kendisinin ise hiçbir şey bilmediğini gösteren epistemolojik bir yan içeriyordu.

Opsiyonu basitçe tanımlamak gerekirse; örneğin bir ev almak istediniz fakat beğendiğiniz evi eşinizin de görmesi ve karar vermeniz için bir hafta süreye ihtiyacınız var. Ev sahibi size bu evi bugünkü fiyattan bir hafta sonra satabileceğini ama bunun için 100 lira kaparo ödemeniz gerektiğini söyledi. Eğer bu teklifi kabul edip 100 lira öderseniz bir opsiyon satın almış olursunuz. İşte Taleb’in yaptığı da budur. Tıpkı ev alacak bir aile gibi sürekli kaparo ödeyerek belli varlıkları ileride aynı fiyattan alma ya da satma opsiyonları almaktadır. Beklentisi yaprakların kimsenin ummadığı bir yere dökülmesidir. Peki bu opsiyonları satan ev sahibi kim dersiniz? Taleb’in opsiyon satın aldığı kişi eski akıl hocası Neiderhoffer’dir. Sıradan bir trader olan Taleb, bu opsiyonlar karşılığı sürekli olarak Neiderhoffer’e kaparo ödemektedir ve kazanan hep Neiderhoffer olmaktadır. Çünkü yapraklar Neiderhoffer’in dediği gibi, hep önceki yıllarda döküldüğü yere dökülmektedir. Ta ki 1997 yılına kadar.

Asya’daki ekonomik kriz 27 Ekim 1997 tarihinde Amerika’da büyük bir çöküşe sebep olur. 1896 yılında yaratılan Dow30 endeksi tarihin en büyük sekizinci düşüşünü yaşar. Yaklaşık %8’lik düşüş felaketi de beraberinde getirir. Neiderhoffer’ın sattığı opsiyonları alan birçok kişi gibi Taleb de Neiderhoffer’e gider. Hepsinin isteği aynıdır. Neiderhoffer’ın, ellerindeki opsiyon sözleşmeleri gereği hisse senetlerini çöküşten önceki fiyatlardan geri alması. Artık Neiderhoffer’ın yapacağı bir şey yoktur. Yapraklar farklı bir yere düşmüştür.

Bir günde 130 milyon dolar kaybeden Neiderhoffer, yıllardır dişiyle tırnağıyla ulaştığı tüm varlıkları kaybeder. Taleb ise zengin ve ünlü biridir artık.

Taleb’in Black Swan adlı hedge fonunun temel stratejisi budur. Yatırımların %95’i kısa vadeli ABD bonolarına yatırılırken kalan kısım ile opsiyon satın alınır. Bu strateji son 5 yıldır yaşananlar göz önüne alındığında oldukça başarılı olmuş gibi durmaktadır.

Anlaşılacağı gibi yatırım yaparken önemli olan parlak fikirleriniz olması değil, bu fikirleri yönetebilecek karar verme kurallarına sahip olmanızdır. Nicolas Taleb’in finansal krizden sonra söylediği şu sözler her şeyi fazlasıyla özetliyor sanıyoruz: “Bugün artık milyar dolarları yönetiyoruz; ama piyasalar hakkında hala hiçbir şey bilmiyoruz.”