30 Eylül 2012 Pazar

Köpeklere fısıldayan Libor!

Libor oranlarının belirlenmesinde usulsüzlük yaptığı için 453 milyon dolar para cezasına çarptırılan Barclays’de ortaya çıkan skandalın ardından Libor’un geleceği tartışılmaya başlandı. Düzenleyici kuruluşlar oranın oluşturulma prosedürlerinde düzenlemeye giderek manipülasyonların önüne geçmeye çalışıyorlar. Yapılacak düzenlemelerin Libor gibi tüm dünya piyasalarını etkileyen bir oran üzerinde ne kadar etkili olacağı büyük soru işareti. İsterseniz gelin hep beraber bu sorunun yanıtını arayalım. Düzenlemelerin neyi değiştireceğini irrasyonel insan davranışları ekseninde bulmaya çalışalım.

Şu sahneyi hatırlıyor olabilirsiniz; sahibinin bile yanına yaklaşamadığı vahşi bir köpeğin yanına giden ve köpeğin adeta kedi gibi davranmaya başladığı o adamı? Birçoklarının bildiği bu kişi “Köpeklere Fısıldayan Adam” adıyla National Geographic kanalında belgeselleri yayınlanan Meksikalı Cesar Millan’dır. Belgesellerinin her bölümünde öncelikle bir kaos, sonrasında ise barış teması hakimdir. Millan, sanki sihirli ve gizemli bir dokunuşla dokunmaktadır o vahşi köpeklere. İlk gördüğünüzde olan bitene inanamıyorsunuz. Böyle bir şeyin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışıyorsunuz. İlk aklınıza gelen Millan’ın büyük bir yeteneği ve gizemli bir yanı olduğu. Ama aslında bu pek doğru değil. Vahşi köpekleri uysal birer kediye döndüren Köpeklere Fısıldayan Adamın aslında çok basit bir formülü bulunuyor.

Diyelim ki bir okul müdürüsünüz ve yaramaz öğrencilerle dolu bir sınıfın önünden geçiyorsunuz. Eğilip baktığınızda öğretmenin ne kadar çaresiz olduğunu fark ediyorsunuz. Öğrenciler sanki birer canavara dönüşmüş ve tek ideali çocuklara bir şeyler öğretmek olan masum öğretmene zor anlar yaşatıyorlar. Okulun müdürü olarak bir şeyler yapmanız gerekiyor. Ne yapardınız ya da nasıl bir yol izlerdiniz?

Öğrencilerin uysallaştırılması için bir şeyler yapılması gerektiği ortada; ama ne? Cesar Millan’ın programlarında daima karşılaştığı sahne bu: Yaramaz bir öğrenci ve iyi niyetli bir öğretmen. Peki, bu durumlarda Cesar Millan ne yapıyor dersiniz?

Aslında Millan sadece olaya farklı bir açıdan bakıyor; kimsenin bakamadığı bir açıdan. İnsanların ne gördüğüyle değil, köpeğin ne gördüğüyle ilgileniyor. Onların gözünden baktığı zaman da şunu görüyor: Yönetmeyi bilmeyen bir sahip!

İşte Cesar Millan bu gerçeği bildiği için azgın köpekleri masumlaştırırken şu yöntemi kullanıyor: “Köpekleri sadece rehabilite ediyor fakat sahiplerini eğitiyor!” Yani okul müdürü olarak öğrencilerin değil, öğretmenin üzerine gidiyor ve onu eğitmeye çalışıyor.

İster bir sınıf, ister bir şirket, isterseniz Libor piyasasını yöneten bir düzenleyici kuruluş olun. Yapmanız gereken Köpeklere Fısıldayan Adamın yaptığından farklı şey değildir. Hizmetçiyi değil, patronu eğitmelisiniz.

Finansal piyasaların patronu ne düzenleyici kuruluşlar, ne büyük şirketler, ne de politika yapıcılardır. Finansal piyasaların tek patronu yatırımcılardır. O nedenle Libor’u oluşturan bankaları eğitmeniz mümkün değildir. Onları ancak rehabilite edebilirsiniz. Çünkü onlar, müşterilerinin aşırı kar hırsı ile hareket eden varlıklardan başka bir şey değillerdir. Fakat düzenleyici kuruluşlar şu an Libor’un manipülasyonunu önlemek için onları eğitme yoluna gitmektedirler. Bunun uzun vadede başarılı olmayacağı açıktır. Çünkü yatırımcıların aşırı hırslı yapıları bir süre sonra başka bir olumsuzlukla su yüzüne yeniden çıkacaktır. Düzenlemeler bu noktada bir antibiyotik ilaç gibi hareket etmektedirler. Mikrobu kısa vadede etkisiz hale getirseler de mikrobun uzun vadedeki mutasyonunun önüne geçememektedirler.

Kısaca köpeklere fısıldayan yasal otoriteler değil, Libor olmaya devam edecektir!

29 Eylül 2012 Cumartesi

Ekonomi masalı nasıl anlatılır?

Ülkelerin ekonomileri genellikle yöneticilerin yarattıkları hikayeler ile yönlenir. Hikayelerin psikolojik güçlerini bilenler bu yöntemi etkili bir politik silaha döndürmekte uzmandırlar. Fırsatlar ülkesi Amerika, gelişmişlik ve refah ülkeleri Avrupa Birliği ve Japon mucizesinin yarattığı “Japon As Number One” gerçeği. Bugün ise bu üç yerde de tarihlerinin en büyük ekonomik başarısızlıkları hüküm sürüyor. Hikayelerin gücünden eser kalmamış gibi. Ülkelere kısa zamanda büyük bir refah getiren ama bunu sürdüremeyip ardından büyük bir çöküşe döndüren hikayeler nasıl yaratılıyor? Daha kısa söylersek ekonomi masalı nasıl yaratılıyor ve hepsinden önemlisi bir ekonomi masalını nasıl anlarız?

Araştırmacı Stephanie Finnel 2006 yılında bir makale yazar. Bir zamanlar zengindik (once upon a time: we were prosperous) adlı makale Meksika’nın eski başkanlarından Portillo’nun 1976-1982 yılları arasındaki ekonomik yükseliş ve çöküşünü anlatır. Portillo’nun, ülkesini nasıl ezilenlerin güçlülere ve küstahlara karşı kazandıkları büyük zaferin başrol oyuncusu haline getirdiğini analiz eder.

Portillo’nun hikayesi 1965 yılında yazdığı ve kıyamet günü dirilecek olan bir Aztek tanrısının adını verdiği Quetzalcoatl adlı kitap ile başlar. Kitap, Portillo’nun 1976’daki seçiminden önce yeniden basılır ve zengin Meksika’nın hikayesine dönüşür. Hatta Portillo’nun uçaklarına bile bu adlar konur.

Aslında Meksika’nın tüm başarı hikayesi iki rastlantısal olaya bağlıdır. Bunlar, Meksika’da bulunan petrol yatakları ve 1979’da petrol fiyatlarında görülen artıştır. Bulunan rezervlerin abartılarak halka sunulması, insanların Meksika’nın Suudi Arabistan’dan sonraki en büyük üretici olacağı fikrine inanmasına neden olur. Artık Meksika’nın hayatı petrol üzerine şekillenmeye başlamış ve ülkeyi yönetenler zengin bir ülkeyi yönettikleri düşüncesi ile hareket etmeye yönelmişlerdi. Bunun sonucunda da ülkenin milli geliri Portillo’nun başkanlığı döneminde %55 artmıştı. Ekonomi balonu artık daha fazla şişirilemeyecek noktaya kadar şişmişti. İşte her şey o anda oldu.

Portillo’nun görevinden ayrıldığı 1982 yılına gelindiğinde ülke tarihinin en kötü dönemlerinden birine girmişti. Enflasyon %100’lere dayanmış ve işsizlik had safhalara çıkmıştı. Hırsızlık, yolsuzluk ve ekonomik suçlar ülkenin yeni hikayesine dönüşmüştü. Yeraltında olduğu varsayılan petrolleri çıkarmak için büyük krediler alan Portillo ülkeyi derin bir borç batağının içine sokmuştu. Petrol fiyatlarının düşmesi ile de ülke tam anlamıyla kaosa sürüklenmişti.

Portillo’nun hikayesindeki tüm varsayımların hatalı olduğu yıllar sonra ortaya çıkmıştı. Çünkü Meksika’nın petrol rezervleri sanıldığı kadar yüksek değil, dünya toplamının %1’inin bile altındaydı. Hikayeyi bugün bile hatırlayanlar nasıl inandıklarına hala hayret etmektedirler.

Masalların yaratılmasında görülen en büyük düzensizliğin, ekonomik başarıların abartılı biçimde açıklanması ve yorumlanması olduğu bugün artık kanıtlanmış bir olgudur. Fakat yine de hikayelerin gerçeğin yerine geçmelerine engel değildir. Bugün artık ekonomik hikayeler ekonominin gerçekleri olarak algılanmaktadır. 2000’lerde yaşanan Avrupa Birliği, dotcom ve mortgage hikayeleri de geleceğin ekonomik gerçekleri olarak öne sürülmüştü. Fakat sadece birkaç yıl içinde her üçü de büyük enkaza dönüşmüştü.

Peki sıradan insanlar her gün karşılaştıkları ekonomi haberlerinin gerçek mi yoksa abartılmış hikaye mi olduklarını nasıl anlayabilirler? Bu soruya geniş de olsa bir yanıt veren Ronald B.Tobias’ın 20 Master Plots adlı kitabına bakmak yerinde olacaktır. Tobias bu kitapta hikayelerde kullanılan 20 temel tema olduğunu söyler. İşte Tobias’ın belirttiği bu 20 hikaye teması: “Arayış, macera, takip, kurtarma, kaçış, intikam, sır, rekabet, mazlumluk, şeytana uyma, büyük dönüşüm, değişim, ustalaşma, aşk, yasak aşk, fedakarlık, keşif, aşırı sefalet, yükseliş, düşüş.”

Siz siz olun; eğer ekonomi haberlerinde bu 20 temadan birine rastlarsanız, haber değil masal dinlediğinizi daima hatırlayın!

27 Eylül 2012 Perşembe

Lütfen, bu yazıyı okumayın!

Ekonomi tarihinin en eski olmasa da en gelecek vaat eden açmazlarından bir hiç şüphesiz ücret sorunudur. Sanıyoruz dünya var oldukça varlığını koruyacaktır. İşverenler yeterince ücret verdiklerini düşünürken, işçiler asla hak ettikleri ücreti alamadıklarını ifade etmeye devam edeceklerdir. Peki sizce kim haklı? İşverenler yeterince ücret veriyor mu, yoksa gerçekten işçiler hak ettikleri ücreti alamıyor mu?

Klasik iktisat öğretisi gösterişli matematiksel formülleri ile ücretin denge noktasında ödendiğini yani her iki taraf ve ekonominin genel koşulları paralelinde ücret alındığını söylemektedir. Kısaca her şeyin olması gereken denge içinde yürüdüğünü belirtmektedir. Peki, gerçekten öyle mi? İşverenler, işçilerin hak ettiği ücreti ödüyorlar mı?

İktisat biliminde ücret teorileri konusunda en etkileyici ekonomistlerden biri hiç şüphesiz Albert Rees’ti. Ücretler, işsizlik ve iş piyasası konusundaki teorileri ile bu alanın önder kişisiydi. İlk kez ücretlerle ilgili farklı toplulukların ücret karşılaştırmalarını yaparak dikkatleri bu yöne toplamıştı. 1991 yılında öldüğünde New York Times’ın yazdığı gibi “Ücretler konusunda nasıl düşünülmesi gerektiğini dünyaya öğreten kişiydi.” Peki Rees ne diyordu ki?

Aslında farklı bir şey söylemiyordu. Diğer ekonomistler gibi onun teorileri de işçilerin yeterli ücreti aldığını söylüyordu. Yazdığı kitap ve makaleler son derece rasyoneldi ve işçilerin yeterince ücret aldığını anlatıyordu. Fakat ölümünden birkaç yıl önce Rees tüm dünyayı şaşırtan bir açıklama yapmıştı. Ekonomi dünyası adeta soğuk bir duş almıştı. Rees aynen şöyle diyordu: “30 yıldır derslerde öğrettiklerim ve kitaplarda yazdıklarım adaletle ilgili hiçbir şey içermiyor. ABD başkanları Nixon ve Ford dönemlerinde ücret istikrar komitelerinin başkanlığını yaptım ama bu görevlerde, derslerde öğrettiğim teorilerin çok küçük de olsa bir yardımını görmedim.”

Rees, klasik iktisat teorisinin adalet duygusu olmadığını söyleyerek herkesi şaşkına çevirmişti. Aslında bu argümana kimse karşı çıkamamıştı. Çünkü herkes klasik iktisat öğretisinin adalet duygusunu basit bir güdü olarak ele aldığının farkındaydı. Peki ciddiye alınsaydı ne olurdu dersiniz? Yani ekonomi bilimi adaleti basit bir güdü olarak değil de önemli bir bileşen olarak düşünseydi insanlar nasıl davranırlardı?

Amerika, 2005 yılında ülke tarihinin en büyük zararını yaşadığı kasırga faciası ile karşı karşıya kalır. Saatte 160 km. hızla esen Katrina kasırgası özellikle New Orleans ve çevresinde etkili olur. Şehrin %80’i sular altında kalır. 1.836 kişinin öldüğü faciada tahmini rakamlarla 80 milyar doların üzerinde zarar oluşur. Bölge tam bir kıyamet yaşamaktadır ve maalesef devletin hiçbir ekibi bölgeye ulaşamamaktadır. İnsanlar adeta ölümlerine terk edilmişlerdir.

Harvard Üniversitesi yıllar sonra yaşanan bu felaket üzerine yaptığı araştırmalarda tüm devlet ve özel kuruluşlar içinde sadece birinin başarılı olduğunu söylemiştir. O kuruluş, bugün dünyanın en büyük cirosunu yapan Wal-Mart adlı süpermarkettir. Peki Wal-Mart devletin ve diğer kuruluşların yapamadığı neyi yapmıştır dersiniz?

Wal-Mart’ın CEO’su Lee Scott olayın olduğu günün ertesinde yönetim kurulunu toplar. Şirketin bölgede 150 civarında mağazası vardır ve birçoğu çalışamaz durumdadır. Fakat bölgede neler olduğu konusunda kimsenin bir fikri yoktur. Devletin haber kaynaklarından haber alınamamaktadır. Herkes ne yapılacağı konusunda birbirine bakmaktadır. CEO Scott kısa bir tebligat yazarak tüm mağaza müdürlerine iletilmesini ister. Tebligat aynen şöyledir: “Bu şirket, felaketin boyutlarına uygun olarak hareket edecektir. Pek çoğunuz bulunduğunuz konumu aşan kararlar vermek zorunda kalacaksınız. O nedenle, her şeyden önemlisi adaletli ve doğru kararı verin.”

Bölgedeki Wal-Mart mağazaları, adeta sihirli bir el değmiş gibi tüm hasarlar giderilerek iki gün içinde çalışmaya başlamışlardı. Felaketin kent halkı üzerindeki etkisini gören mağaza çalışanlarının tek düşündüğü şey mağazaları değildi. O insanlara nasıl adaletli davranılacağına odaklanmışlardı. İnsanlar mağazalara hücum etmişlerdi. Tek istedikleri çocuklarına bebek bezi, bebek maması ve içecek bir şeylerdi. Bununla birlikte uyku tulumu, yiyecek, tuvalet malzemesi, el baltası, çizme, ip gibi malzemelere ihtiyaçları vardı. Mağazalar birkaç dakika içinde boşaltılmış ve insanlar ellerinde son kalan paralarıyla gişelere hücum etmişlerdi. Fakat gişelerde karşılaştıkları manzara göz yaşartan türdendi. Kasiyerler para uzatanlara kriz geçince ödersiniz diyordu. Bu inanılacak bir şey değildi. Mağaza müdürleri yetkilerinin çok üstüne çıkmışlar ve insanlardan para almıyorlardı. İnsanlar minnettar bakışlarla mağazalardan ayrılmışlardı. Tüm bunlar olurken devlet yardımı ise hala gelebilmiş değildi.

Kasırganın durmasıyla insanların ilaç ihtiyacı başlamıştı. Fakat tıbbi yardım ekipleri de bölgeye ulaşamamışlardı. Wal-Mart’ın mağaza müdürleri hızlı bir karar vererek ellerindeki ve depolardaki tüm ilaçları şehir meydanında toplayarak insanlara ücretsiz ve reçetesiz dağıtmaya başlamışlardı. Bu da mağaza müdürlerinin yetkilerinin çok çok üzerinde bir davranıştı. Tüm bürokrasi aşılarak adalet duygusu ile en doğru olan yapılıyordu.

Kriz sona erdiğinde Wal-Mart kapılarında yine kuyruk vardı. Kriz mağdurları aldıklarının bedelini ödemek üzere Wal-Mart’ın önünde bekliyorlardı. Kendilerine adaletle davranan bu şirkete adaletle karşılık vermenin mutluluğunu yaşamak istiyorlardı. Şirketin üst düzey yetkilisi ise o anlarda televizyonda yaptığı açıklamada “Hükümet de kendileri gibi davranabilseydi, kriz yaşanmazdı” itirafında bulunuyordu.

Adalet duygusu ekonomi içine girdiğinde hiç kimsenin öngöremeyeceği böyle bir sonuç oluşmuştu. Wal-Mart, Harvard Üniversitesine göre bu karmaşık yapıyı en iyi kavrayan organizasyondu. Adalet duygusunu içeren iktisat biliminin davranış şekli aynen böyleydi. Rees görse, sanıyoruz o da hak verecekti. İşte bu irrasyonel insan duygu ve davranışlarının bir sonucuydu ve yeniden yaşanması pek mümkün değildi.
O nedenle bu yazıyı okumasanız da olur!

26 Eylül 2012 Çarşamba

Baskın olmak pahalıdır ve taklit edilemez!

Analistler bugün yine birçok hisse senedi için “AL” tavsiyelerini sürdürdüler. Tıpkı dün ya da daha önceki gün olduğu gibi. Son yüz yıldır borsaların yükseldiği zamanlar düştüğü zamanlardan sanıyoruz daha fazladır ama yine de bu hiç düşmedikleri anlamına gelmez. Borsaların düşmesi yerçekimi kadar somut bir doğa kanunudur. Oysa analistler nedense “SAT” tavsiyesinde bulunmakta büyük tereddüt duyarlar. Genellikle de bu yönde karar verdiklerini göremeyiz.

2000 yılında ABD’de yapılan bir araştırmada 28.000 hisse senedi tavsiyesi taranmış ve çarpıcı bir sonuç bulunmuştur. Tavsiyelerin neredeyse %99,9’u “AL” yönündedir. Oysa gerçekleşen bunun tam tersidir. Al denilen hisse senetlerinin çoğu o dönemde düşmüştür. Peki öyleyse bu tek yönlü tavsiye piyasasını nasıl değerlendirmeliyiz? Neden tüm analistler daima al diyorlar?

Aslında bu rasyonel düşünce şeklinin bir sonucudur. Şimdi bir hisse senedi hakkında tavsiye verecek 10 analist olduğunu ve bunlardan birinin de siz olduğunu düşünün. Kararınızı vermeden önce diğer 9 analistin ne karar verdiğini bilmek istersiniz. Çünkü vereceğiniz yanlış karar, diğerlerinin kararlarıyla aynı yönde olmazsa büyük bir başarısızlık olarak görülecektir. Peki diğer analistlerin ne karar vereceğini nasıl bileceksiniz?

Belki de bu analistlik mesleğinin en kolay yanıdır. Diğer analistler kararlarını genellikle tek bir temel kıstasa göre oluştururlar. O da şirketlerinin para kazanmasıdır. Yani diğer analistler, hakkında karar verecekleri şirket ile çalışmalarını sürdürmek ve daha fazla kazanç elde etmek için o şirket hakkında satım yönlü bir karar kolay kolay veremezler. Bu, şirketle olan ilişkileri bozacağı için verecekleri karar bellidir. O nedenle diğer analistler alım yönlü karara yakındırlar. Bu şekilde düşündüğünüz zaman sürüden ayrılmamak adına sizin kararınız da alım yönlü olacaktır. Sonuç olarak siz ve diğer dokuz analist şirket için alım tavsiyesi vermiş olacaksınız.

Diyelim ki çok cesursunuz ve sat kararı verdiniz, diğer dokuz analist de tersi yönde tavsiye verdi. Böyle bir durumda hisse senedinin fiyatı düşerse sadece kazanan olursunuz. Ama tam tersi olursa her şeyinizi kaybedebilirsiniz. Herkes doğruyu bilirken siz hatalı bir karar vererek aptal durumuna düşeceksiniz ve hepsinden önemlisi şirketinizle firmanın arası açılacağından kendinizi kapının önünde bulacaksınız. Şimdi siz olsanız hangi kararı verirdiniz?..

Rasyonel düşündüğünüz sürece elbette ki alım kararı vermek en doğrusu olacaktır. Peki analist değil de sıradan bir yatırımcı olsaydınız ve piyasa realiteleri hakkında da hiçbir şey bilmiyor olsaydınız nasıl karar verecektiniz? Ya da daha basit söylersek alım kararı vermenin başınıza açacağı işleri düşünemiyor olsanız nasıl düşünürdünüz?

Doğanın en eski kanunlarından biri baskın olmak pahalıdır (it is expensive to be dominant) ilkesidir. Biyolojinin önemli varsayımlarından olan bu teori finansal sistem için de geçerlidir. Mesela iki köpek bir kemik için kavga etmeye başlayacaklarsa önce birbirlerinin ne kadar güçlü olduklarını anlamaya çalışırlar. Yani köpeklerden biri sıska ise, “ben de güçlüyüm” dese de bu inandırıcı olmayacaktır. Çünkü bu zor bir taklittir.

İşte bu teori açısından değerlendirildiğinde analistlerin tamamının alım kararı verdiği durumda sizin satım kararı vermeniz ve “benim kararım da doğrudur” demeniz inandırıcı olmayacaktır. Bunun olgunun en çarpıcı örneği James Chanos’tur.

2000’li yılların başında dünyanın en gözde şirketi hiç şüphesiz Enron’du. En sıradan insandan ABD Başkanına kadar herkes bu dahi şirketin ölümsüz olduğuna inanıyordu. Wall Street Journal’ın muhabirlerinden Jonathan Weil, 2000 yılı Temmuz ayında Enron’un mali raporlarını incelemeye başlar. Ulaştığı sonuçları 20 Eylül 2000’de Wall Street Journal’da yayınlar. Aslında Weil, Enron’un tablolarını incelediğinde herkesin görebileceği bir şeyi görmüştür. Şirket muhasebe hileleri yapmaktadır.

Bu yazıyı okuyanlardan biri de bir hedge fon yöneticisi olan James Chanos’tu. Enron’un mali verilerini analize tabi tutan Chanos, şirket yönetiminin gelirleri abartmış olduğu sonucuna ulaşır. Enron’un hisse fiyatı o aralar 90 dolar düzeylerindeydi ve Chanos kararını vermişti: “SAT.”

Baskın olmak pahalıdır ilkesine karşı geldiği için önceleri herkes Chanos’un deli olduğunu düşünüyordu. Çünkü Enron, Fortune dergisi tarafından yılın en inovatif şirketi seçileli sadece birkaç ay olmuştu. Fakat Chanos satmaya devam ediyordu. Enron’un fiyatı düşmeye başlamıştı. Chanos, şirket hakkında “SAT” kararını her yerde söylüyordu. Diğer analistler de Enron’u incelemeye almışlardı. Hisse düşmeye devam ediyordu. Basın Enron’da yanlış giden bir şeyler mi var acaba diye düşünmeye başlamıştı. 2001 yılı Ağustos ayına gelindiğinde herkesi şaşkına çeviren CEO Jeff Skilling’in istifası geldi. Tüm dünya tedirgin olmaya başlamıştı. Chanos ise ortaya çıkan her bilgi ile satmaya devam ediyordu. Derken Enron’un kredi notu düşürüldü. Arkadan bankalar kredilerini durdurdular. Kaçınılmaz son ise Aralık 2001’de geldi. Şirket iflas başvurusunu yaptı.

Şirketin iflas başvuru yaptığı gün piyasa fiyatı 1 dolar seviyelerindeydi. Chanos, herkese deli dedirten yatırım kararıyla milyonlarca dolar kazanmıştı. Ama her şeyden daha önemlisi baskın olmak pahalıdır ilkesinin altında ezilmeden rasyonelliğin dışına çıkmış ve tam anlamıyla irrasyonel bir karar vermişti.

Finansal piyasalarda rasyonel düşünmek diğer oyuncuları taklit etmek ile hemen hemen aynı anlamdadır. Evet, baskın olmak pahalıdır ama aynı zamanda taklit de edilemez.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Bedava şarkı indirmeyi kim sevmez!

Ekonominin en temel kavramı hiç şüphesiz fiyattır. Klasik iktisat öğretisine göre fiyat arz ve talebin kesiştiği yerde oluşur. Biraz daha basitleştirirsek, mal ve hizmetler pazara sunulduğunda ona yönelik talep fiyatı belirler. İktisat kitapları fiyatın oluşumunu tam olarak böyle tanımlıyor. Peki, gerçekten böyle mi oluyor dersiniz?

Mesela yeni satışa çıkan ve bir günde beş milyon satan iphone telefonları düşünelim. Stoklar aşırı talepten kısa sürede tükendi. Halbuki talebin bu kadar yüksek olduğu bir pazarda fiyatların yükselmesi gerekmez miydi? Neden yükselmiyor öyleyse?

Klasik iktisat öğretisi bugün ekonominin en temel kavramı olan fiyatın nasıl oluştuğunu bile açıklayamaz noktaya gelmiştir. Peki, fiyatlar nasıl oluşuyor dersiniz?

Finansal sistemin yeni başrol oyuncusu irrasyonel insan için fiyat, klasik iktisadi teoriler tarafından oluşturulan bir şey değil artık. Hatta bunlarla hiç ilgisi bile yok. Örneğin bir mal düşünün; üretimi birkaç dakika içinde sonsuz sayıda yapılabiliyor. Fakat satıcısı üzerine fiyat etiketi koymamış. Fiyatı sizin belirlemenizi istiyor ve şöyle diyor: Bu malı istediğiniz fiyatı ödeyerek satın alabilirsiniz. Siz olsanız böyle bir mala kaç para verirsiniz?

Elbette ki hiç para vermezsiniz. Şimdi örneği biraz daha somutlaştıralım. Diyelim ki satışa çıkarılan ürün, çok sevdiğiniz bir müzik grubun son albümü. Yıllardır merakla bu albümü bekliyorsunuz. Fakat albümün satıldığı yer her zamanki gibi müzik marketler değil. Grup, albümlerini kendi internet sitesine koyuyor ve altına da şöyle yazıyor: Dileğiniz fiyatı ödeyerek albümü satın alabilirsiniz. Böyle bir durumda siz olsanız ne yaparsınız?

Şimdi biraz düşünelim. Bugün şarkıları birçok internet sitesinden indirmek yasak olsa da bu şarkıları indiremeyeceğiniz anlamına gelmez. Dilediğiniz şarkıyı birçok farklı siteden indirebilirsiniz. Üstelik bunu birkaç dakika içinde yapabilirsiniz. Öte yandan grubun şarkılarını binlerce siteden albüm çıkar çıkmaz da dinleyebilirsiniz. O nedenle hayranı olduğunuz grup bile olsa bunun için para vermeniz gerekmez. En azından klasik iktisat teorisinin başrol oyuncusu rasyonel insan böyle yapardı. Peki irrasyonel insan ne yapar dersiniz?

2007 yılında ünlü İngiliz müzik grubu Radiohead son albümlerini kendi internet sitelerine koyarak satışa çıkardı. Albüme herhangi bir fiyat belirlemeyen grup, fiyatın alıcılar tarafından belirlenmesini istedi. Yani isteyen herkes istediği fiyatı ödeyerek albümü satın alabilecekti. Klasik iktisadın başrol oyuncusu rasyonel insan, böyle bir durumda şu iki seçenekten birini seçmesi gerekirdi. Ya albüme herhangi bir fiyat ödemeden diğer internet sitelerinden indirecek, ya da en düşük tutar olan 0,01 pounda satın alacaktı. Çünkü iktisat kitapları ona öyle öğretmişti. Peki ya irrasyonel insan?

Albüm ilk hafta içinde 300.000’den fazla satarak büyük bir rekora imza atmıştı. Alıcıların albüme ödedikleri ortalama fiyat ise 4 pounddu. Yani yaklaşık 12 lira. Bu fiyat, grubun plak şirketiyle yaptığı anlaşmalardan elde edeceği tutarın kat be kat üzerinde bir fiyattı. Şarkılara ücretsiz erişebilme imkanı varken alıcıların ödediği bu tutar gerçekten inanılmazdı. Peki irrasyonel insan bunu neden yapmıştı?

Aslında bunun sebebi o kadar da karmaşık değildir. İrrasyonel insan tek bir şey düşünmüştür: Mal kaliteli ve para ödemeden ona sahip olmak hiç de doğru bir davranış olmayacak!

Öyleyse şunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Bedava şarkı indirmeyi seviyorsan son derece rasyonel düşünüyorsun demektir.

23 Eylül 2012 Pazar

Briççi olmak yetmez, pokerci olmak gerek!

Çin ve Japonya arasındaki adalar sorunu yatırımcıları endişelendirmeye devam ediyor. Çin, elindeki 230 milyar dolarlık tahvil üzerinden Japonya’ya yaptırım uygulayacağı yönündeki haberler iki ülke arasındaki ticari savaşın ne yöne gideceği konusunda tedirginliği arttırıyor. Her iki ülkenin ticari politikalarındaki şeffaf olmayan tutum ve nasıl davranacaklarını gizleyen yönetim şekilleri yatırımcıları önümüzdeki günlerde derin bir fikir jimnastiğinin içine sokacak gibi görünüyor.

Finansal piyasalarda işlem yapan yatırımcılar, kararlarını verirken genellikle karşı tarafın nasıl düşündüğünü anlamaya çalışırlar. Finansal kararlardaki başarı karşı tarafın oyun teorisinin ne olduğunu öğrenmeye bağlıdır. Çoğu zaman oynanan toplam sıfır oyunu olduğundan bir tarafın kazancı diğer tarafın kaybıdır. Peki gerçekte piyasaların düşünce şekli nasıldır? Piyasalar nasıl düşünür?

Bu soruya yanıt vermek için finansal piyasaların son yüzyıl içinde yaşadığı iki büyük krizin arkasındaki önemsiz iki sosyal ayrıntıyı ele alalım. Uygarlık tarihinin yaşadığı en büyük iki kriz olan 1929 ve 2007 krizlerinin kılcal damarlarından birine bakalım ve finansal sistemin nasıl düşündüğünü anlamaya çalışalım.

1920’li yıllarda finansal hayattaki değişim beraberinde kültürel yaşamda da köklü bir değişiklik yaratmıştı. O yıllarda Amerikalı işadamı Harold Vanderbilt, kimin tarafından bulunduğu tam olarak bilinmeyen briç adlı bir kağıt oyunun kurallarını ortaya koyar. Şansın etkisini aza indiren ve zihni yetenekleri öne çıkaran bir oyun olması nedeniyle kısa zamanda Amerika’da çok popüler olur. Oyunu o tarihlerde popüler kılan en temel özelliği işbirliği yapmayı zorunlu kılmasıydı. Dört kişiyle oynanan bu oyunda ikişer kişilik takımların kurulması zorunluydu. Böyle olunca da iyi takım olan ve zihinsel yeteneklerini akıllıca birleştiren taraflar oyunu kazanıyorlardı.

1929 yılında başlayan Büyük Buhran 1940’lı yılara kadar sürmüştü. O yıllarda ABD İskambil Üreticileri Birliği bir araştırma yapar. Briç oyunun oynanma sıklığının ne olduğunu görmek ister. Elde edilen sonuçlar oldukça şaşırtıcıdır. ABD’deki her iki evden birinde briç oynanmaktadır. Bu gerçekten çok yüksek bir orandır. Briç tüm sosyal hayata egemen olmuş gibidir.

Bugün artık briç bir yaşlı sporu haline gelse de bu bakış açısıyla 1929 ekonomik krizi değerlendirildiğinde, neden ikili veya belli grupların önderliğinde büyük hisse senedi manipülasyonların yapıldığını anlamak sanırım oldukça kolaylaşacaktır. Zira çoğu iktisatçı 20’li yıllardaki gruplaşmaların büyük buhrana neden olduğunu söylemektedir.

Şimdi de 2000’li yıllara gelelim…

2000’li yılların başından itibaren şans, sinir hakimiyeti ve bireysel taktiğe dayalı bir iskambil oyunu olan pokerin Texas Hold’em adlı versiyonu tüm dünyada popüler olmaya başlar. Pokerin en agresif ve dinamik versiyonu sayılan bu oyunda amaç rakibin elindeki tüm parayı almaktır. Uzmanlarına göre kazanmak için %85 kişisel taktik, %10 sabır ve %5 şansın etkili olduğu söylenir. Oyun, çok önemli dünya turnuvaları yanında internet ve cep telefonu versiyonları ile her an herkesin elinin altındadır. Çoğu zaman oyunda limit olmaz. Yani masadaki paranın sınırı yoktur. Oyuncuların tek amacı herkesi yenmek ve ellerindeki tüm paraları almaktır.

Bugünün finansal piyasalarında oynayan oyuncuları düşündüğünüzde sanıyoruz Texas Hold’em stratejisini her yerde göreceksiniz. Türev ürünlerde alınan pozisyonların şansı bağlılığı, hedge fonların bireysel teknikleri ile geliştirdikleri manevralar, büyük yatırımcıların sınırları zorlayan pozisyonları, döviz, borsa ve türev işlemlerin cep telefonlarından bile yapılması, işbirliği denilen kavramın unutulması ve hepsinden önemlisi sadece ben kazanayım hırsı ile girişilen yatırımlar finansal piyasaların düşünce şeklinin Texas Hold’em’e ne kadar benzediğini ortaya koyacaktır. Hatta belki 2007 finansal krizini yaratan düşünce şeklini de.

Nobel ödüllü iktisatçı George Akerlof, Hayvansal Güdüler (Scala, 2010) adlı kitabında briç ve Texas Hold’em arasındaki düşünce farklılığını ortaya koyarak cevabını vermeden, acaba ekonomik hayatta bu farklılığın bir yansıması olabilir mi diye sorar. Bunun yanıtını elbette ki yatırımcılar daha iyi vereceklerdir. Ama Çin ve Japonya arasındaki krizin ne yöne gideceğini önceden görmek isteyip yatırım kararlarını ona göre verecek olanlara tek tavsiyemiz briççi gibi değil, Texas Hold’emci gibi düşünmeleridir. Çünkü artık briççi olmak yetmez, Texas Hold’emci olmak gerek!

18 Eylül 2012 Salı

En iyi romanı iyi ki sen yazmadın!?

Ekonomist Nouriel Roubini piyasaların çok bilinmeyen bir özelliğini afişe ederek eleştirilerine devam etti. Özellikle hisse senedi piyasalarının hem iyi hem de kötü haberlere sevinmeye başladığını belirterek bunun sağlıklı olmadığını savundu. Aslında son dönemlerde piyasa oyuncularının kayıtsızlıklarını iyice arttırmış olmaları ve kötü haberleri de bir alım fırsatı olarak değerlendirmeleri önemli bir konu. Bu tutumun arkasındaki psikolojinin, yatırımcılara büyük hayal kırıklıkları yaşatmadan bilinmesi büyük bir hassaslık içermektedir. Peki piyasaların bu tutumu nereden kaynaklanıyor?

Normal işleyen bir piyasa içinde olumsuz haberlerin satış fırsatı, olumlu haberlerin ise alım fırsatı olarak değerlendirilmesi gerekir. Fakat piyasaların giderek daha fazla irrasyonel olduğu düşünüldüğünde bu yapının da değişmiş olmasına şaşmamak gerekiyor. Lehman Brothers’ın çöküşü, Yunanistan’ın iflası, konut piyasasının birçok ülkede sönmesi gibi büyük katastrofik olaylardan yıkılmadan çıkan küresel piyasalar artık olumsuz olayları büyük bir sorun olarak görmüyor. Piyasaların bu davranış şekli insan psikolojisinin 80 yıla yakın bir süredir bildiği Halo effect (hale etkisi) adlı olgunun sonucudur.

Halo efekt, eğer kişinin iyi bir özelliği varsa diğer bazı kötü özelliklerinin olduklarından daha iyi değerlendirilmesini ifade eder. Basitçe ilk izlenime verilen önem ile de anlatılabilir. İşte küresel ekonominin son beş yıldır yaşadığı büyük krizlerden bir şekilde sıyrılabilmesi yatırımcıların artık küçük olayları dert etmemesine neden olmaktadır. Bu nedenle artık olumsuz haberler bir satış değil alım fırsatı gibi görünmektedir.

1991 yılında intihar eden bol ödüllü Polanyalı romancı Jerzy Kosinski’yi hatırlayanlar olacaktır. Birçok kitabı dilimize de çevrilen Kosinski’nin en önemli romanlarından biri The Steps (Adımlar, E yayınlar, 2000) adlı eseridir. Kitap 1969 yılında ABD’de en iyi kitap ödülü alma başarısını göstermiş ve 400.000’den fazla satmıştır. Politika, modern kültür ve ahlakın gizli etkileşimlerini çarpıcı bir kurguyla anlatan kitap bugün bile dünyada en çok okunan romanlardandır.

Kitabın ödüle layık görülmesinden birkaç yıl sonra sıradan bir irrasyonel deha kitabın aynısını yeniden yazar ve üzerine herhangi bir isim belirtmeden yayınevlerine gönderir. Yazar adı olarak kendi adını ekleyen kişi kitabı ülkenin en büyük 14 yayınevine gönderir. Kitap birebir The Steps’in kopyasıdır. Tek sözcüğü bile farklı değildir. Sadece üzerinde yazar adı olarak Kosinski yazmamaktadır. İrrasyonel deha bu 14 yayıneviyle yetinmeyerek ayrıca ülkenin en önemli 13 edebiyat ajansına da gönderir. Sonra da yanıtları beklemeye başlar.

Bu irrasyonel deha Chuck Rose adlı evlere kablo TV pazarlaması yapan bir kişidir. Hayatı boyunca yazar olmak istese de yayınevlerinden hep olumsuz yanıt almıştır. Sonrasında da bu deneyi yapmaya karar vermiştir.

Literatüre Kosinski Deneyi olarak geçen bu deneyde yanıtların tamamı geldiğinde inanılması zor bir sonuç ortaya çıkar. 14 yayınevi ve 13 edebiyat ajansının tamamı kitabı yayınlanmaya değer bulmazlar. Üstelik hiçbiri bu kitabın daha önce yayınlandığını bile fark etmemiştir. Chuck Rose bu sonucu şöyle eleştirir: “Kosinski, kitaplarının üzerinde kendi adı yazmadığı sürece kendisi kadar iyi bir yazar değildir.”

Bugün finansal piyasalar da ABD’li editörlerin gösterdiği kayıtsızlığı gösterir gibidir. Olumsuz haberler de olumlular gibi bir alım fırsatı gibi görülmektedir. Bu fenomenin tuzağına düşmemek için kararları tek bir örneğe dayandırmadan vermek önemlidir. Piyasaların aurasını tek bir olaya dayanarak değil de tüm özelliklerini tek tek göz önüne getirerek kararlar verilmelidir. Verilerin tamamını incelemeden nihai karar oluşturulmamalıdır.

Yani kısacası en iyi romanı siz yazsanız da üzerinde Kosinkski yazmıyorsa yayınlanmayacağı gibi piyasaları yukarıya doğru harekete geçiren her haber de olumlu değildir. O nedenle yükselişin uzun sürmesi beklenmemelidir.

15 Eylül 2012 Cumartesi

Kokain satanların bilançosu var mı?

Avrupa ve Amerika Merkez Bankalarının piyasaları memnun eden açıklamalarından sonra şimdi herkes hisse senedi piyasalarına hücum etmek üzere. Merkez bankalarının benzer müdahaleleri sonrası geçmişte hisse senedi endeksleri büyük yükselişler göstermişti. Beklenti şimdi de benzer bir sonucun oluşacağı yönünde. Global trendin yükseliş göstereceği açık olduğuna göre ortada cevap verilecek tek soru kalıyor: Hangi hisse senedine yatırım yapmalıyız?

Hangi hisse senedine yatırım yapılması gerektiğini gösteren birçok yöntem vardır. Fakat biz burada en temelini anlatmaya çalışacağız. Şimdi basit bir soruyla başlayalım. Siz olsaydınız, aşağıdaki gibi bir gelir tablosu olan şirkete yatırım yapar mıydınız?

Kokain Satışları………….24.800
Aidatlar……………………..5.100
Haraçlar……………………..2.100
TOPLAM GELİRLER…….32.000
Kokain Satış Maliyeti…5.000
Genel Kurul Ödentisi...5.000
Paralı Savaşçılar…………1.300
Silahlar……………………..2.700
Çete Üyel.Öd.Maaşl…9.500
TOPLAM GİDERLER…..23.500
NET KAR.…………………..8.500

Sanıyoruz gelir tablosundaki kalemler birçoklarına soruyu unutturmuştur. Böyle bir gelir tablosu olamayacağını düşünenler mutlaka vardır. Fakat resmi olmasa da bu gelir tablosu gerçek.

Bu gelir tablosunu daha önce Stephen Dubner ve Steven Levitt’ın Görünmeyen Ekonomi adlı kitabını okuyanlar hatırlayacaklardır. Kitapta, şu an dünyanın önemli ekonomistlerinden sayılan Sudhir Venkatesh’in üniversite yıllarında anketörlük yaparken başına gelen bir olay anlatılır. Suçluların olduğu mahallelerde anket yaparken kendini bir anda suç örgütünün içinde bulur. Çete lideri ile yaptığı anlaşma gereği elde ettiği bilgileri akademik kariyerinde kullanacağına söz verir. Çete lideri ise tuhaf bir merhamet ve anlayış duygusu içinde Venkatesh’in önerisini kabul eder. Çetenin görevi bir çeşit kokain olan Crack satmaktır. Ya da daha açık şekilde söylersek rap şarkıcıları Jay-Z ya da Fifty Cent’in eski işi. Çetenin lideri kitapta J.T. kısaltmasıyla tanımlanan beyaz ve genç bir Amerikalıdır.

J.T. tıpkı şirketlerde olduğu gibi hiyerarşiye dayanan bir iş modeli kurar. Pazarlama ve franchise işine önem vererek geniş bir satış ağı oluşturur. J.T. çetenin lideri olmasına karşın örgütsel hiyerarşinin orta basamaklarındadır ve amacı genel kurul denilen mafya babalarının arasına katılarak gelirlerini arttırmaktır.

J.T. katıldığı bir genel kurulda çete liderleri adına söz alır. Mafya babaları crack satışlarındaki düzensizlikten şikayetçidirler. J.T. hazırladığı mali tabloları ilk kez orada sunar. Satışlardaki mevsimselliği rakamlar ve grafikler ile anlatır. Mafya babaları muhtemelen hayatlarında ilk kez gördükleri mali tablolar ile şaşkına dönmüşlerdir. Toplantı sonrası J.T. artık istediğine ulaşmış ve genel kurula kabul edilmiştir.

Yukarıdaki gelir tablosu J.T’nin gelir tablosuydu ve mafya babaları bu tabloya yatırım yapmışlardı. Peki kimdi bu J.T.?

Kitapta anlatıldığı kadarıyla istediğini elde ettikten sonra yakalanmış ve hapse atılmıştı. Üniversitede iş idaresi okumuş ve mezun olunca bir şirkette çalışmıştı. Fakat şirket ortamının onu kısa zamanda zengin etmeyeceğini anlamıştı. Daha sonra crack satıcılığı işine girmişti. Okulda öğrendiği bilgileri kullanarak bir iş modeli kurmuştu. Çalışma sistemi McDonald’s sistemi ile aynıydı. Katı hiyerarşi, kalite standardı, iş disiplini ve işe göre ücret. Veri toplamanın ve yeni pazarlar bulmanın önemini daha önceki iş yerinden biliyordu. Bu nedenle daima yeni iş stratejileri yaratıyordu. Çalıştırdığı insanların özlük haklarına da dikkat ediyor ve öldürülen üyelerin ailelerine ölüm tazminatı veriyordu. Yaptığı işten mutluydu fakat yine de canını sıkan bir şey vardı. Şirketinde çalışan siyahların arasında tek beyaz ve tek üniversite okumuş kişiydi. Yani yalnızdı. İşte Venkatesh’in garip teklifine gösterdiği merhametin sebebi de buydu. Kısaca J.T. yaptığı işle değil ama iş yapış şekliyle tam bir irrasyoneldi.

Yazının girişinde verdiğimiz J.T.’nin gelir tablosu yatırım yapılacak bir hisse senedinde ilk dikkat edilmesi gereken yerdir. Şirketin faaliyetlerinden sonra ne kadar kar yarattığı o şirketin geleceği açısından en önemli işarettir. J.T.’nin işine baktığımızda 8.500 dolar tutarındaki karı satışlarının yaklaşık %27’sini oluşturuyordu ki bu onun neden genel kurula kabul edildiğini açıklıyordu. Çünkü oldukça yüksek bir kar marjı yakalamıştı ve yarattığı bu model genel kurul üyelerine bol para kazandırıyordu.

Elbette ki tüm şirketler crack satıcısı J.T.’nin işi kadar karlı olmayacaktır. Fakat bir hisse senedi satın almak sizi o şirketin genel kurul üyesi yapacaktır. Öyleyse, siz siz olun, yatırım yapacağınız şirketin gelir tablosuna bakmayı ihmal etmeyin.

14 Eylül 2012 Cuma

Sürekli pataklanan çocuk başarılı olur mu?

ABD Merkez Bankası Fed Başkanı Ben Barnanke piyasalara sınırsız likidite takviyesi kararı ile herkesi mutlu etmiş görünüyor. Fed Başkanı bu kararı ile işsizliği yeneceğini düşünüyor ve kendine oldukça güveniyor. Peki sizce piyasalara sınırsız para sürülerek işsizlik gibi narin bir gösterge olumlu yönde değiştirilebilir mi?

Parasal gevşeme operasyonu ile Wall Street (finansal piyasalar) ve Main Street (sanayi) arasındaki zincirleme reaksiyonun çalıştırılması amaçlanıyor. Piyasalara güven geldikçe harcamalar artacak, harcamalar arttıkça daha çok mala ihtiyaç duyulacak, daha çok mal için daha fazla üretim yapılacak ve daha fazla üretim için de daha fazla işçiye ihtiyaç duyulacak. Gerekli özenin azamisi gösterilerek bozulan ekonomi düzeltilmeye, emekleyen çocuk (işsizlik) büyütülmeye çalışılacak. Peki emekleyen bir çocuğun gelecekte başarılı olması için ebeveyn özeni yeterli midir; yoksa başarı genetiksel faktörlere mi bağlıdır?

Bir çocuk yetiştirmek her zaman aileler açısından zor bir konudur. Fakat bu zor yolda ne zaman bocalasalar kolayca ulaşabilecekleri birçok çocuk yetiştirme uzmanı bulabilirler. Onların tavsiyeleri ile sorun kısa sürede aşılabilecektir. Hatta dileyenler uzmanların yazdıkları ve hepsi best-seller olmuş birçok kitaba da ulaşabilirler. Bu kitapların ortak özelliği, çocuk yetiştirmenin sanat ve bilim arasındaki bir yerde olduğu ve bu nedenle ebeveynlerin anlatılan tavsiyelere uymaları gerektiğidir. Bu kitapların ebeveynlere verdikleri ana fikir, çocuğun büyüme sürecinde gereken ilgi gösterilirse okul hayatında başarılı olacağıdır. Yani kısaca çocuklarla zaman geçirin, Mozart dinletin, kitap okuyun, müzelere götürün gibi tavsiyelerde bulunurlar. Şüphesiz anne ve babalar bu nedenle vardır ve sanki tek bir düşüncenin ürünüymüş gibi yazılan bu kitapların savunduğu bu fikirler son derece rasyoneldirler. Acaba rasyonel olan hala geçerli midir?

2009 yılında, eskiden psikologluk yapan 70 yaşlarındaki bir büyükanne, Judith Rich Harris The Nurture Assumption (Yetiştirme Varsayımı) adlı bir kitap yayınlar. Kitap çıkar çıkmaz büyük bir tepki toplar. Eğitimciler, çocuk yetiştirme uzmanları ve yazarlar Harris’i ağır bir dille suçlarlar. Hiçbir akademik unvanı ve çalışması olmayan Harris’in yazdıklarını saçmalık olarak nitelerler. Harris kitapta kısaca şöyle demektedir: “Çocuk yetiştirme kitaplarında okuduklarınız boşuna. Çocuğunuzun kişiliğine çok fazla katkı yapmıyorsunuz ve yaptığınız katkılar onların gelecekte başarılı olması için bir neden sayılamaz!”

Harris’in fikirleri gerçekten yüz yıllık çocuk yetiştirme sanatını kökünden sarsar nitelikteydi. Harris’e göre ebeveynlerin boşanmış olması, çocuk okula başlayana kadar annenin çalışması, çocuğun müzelere götürülmesi, çocukların televizyon seyretmesi gibi kriterler çocuğun ileride başarılı olmasını etkileyen sebepler değildi. Acaba ebeveynlerin çabaları boşa mı gidiyordu. Şöhretli ve çok kazanan çocuk yetiştirme uzmanları mı, yoksa bir büyükanne mi haklıydı?

ABD Eğitim Bakanlığı bu soruya cevap vermek için büyük bir proje başlatır. Bin okuldan yirmi bin öğrencinin çocuk parkından ilkokulun son sınıfına kadar olan başarı seviyeleri inceler. Yıllar süren bu çalışma sonrası elde edilen veriler rasyonel çocuk eğitimi düşüncesini silkeler gibidir. Başarı sanıldığı gibi sadece özel ilgi gösteren ailelerin çocuklarında görülen bir durum değildir. Boşanmış ailelerin çocukları, sürekli televizyon seyredenler, müzeye götürülmeyenler, kitap okunmayanlar ve neredeyse her gün düzenli dövülen çocuklar da başarılıdırlar.

Harris’in düşünceleri ABD Eğitim Bakanlığının uzun araştırmaları sonucu ulaştığı gerçeklerdir. Peki ama çocukta başarının sırrı nerededir?

Yapılan diğer araştırmalar da dikkate alındığında çocukların başarıların altında ebeveynlerin gösterdikleri özenden daha fazla genetiksel ve yapısal faktörler (ailenin kültür seviyesi, zenginlik seviyesi vs.) etkin durumdadır. İşte bu etkinlik global ekonominin bugün asıl üzerinde durması gereken bir sorun olarak öne çıkmaktadır.

Avrupa ve ABD Merkez Bankaları, çocuklarına şefkatli davranan bir ebeveyn gibi piyasalara sürekli para enjekte ederek büyük bir özen göstermektedirler. Düşündükleri, tıpkı şöhretli çocuk yetiştirme yazarlarının dediği gibi, gerekli özenin gösterilmesinin gelecekte başarı getireceğidir. Ama bundan daha önemli olan genetiksel faktörler göz ardı edilmektedir. Küresel ekonominin finansal piyasalara aşırı bağımlılığının yarattığı bozuk genetik yapı işsizlik gibi bir konunun üstesinden gelineceği üzerindeki şüpheleri arttırmaktadır. Bu yapı değiştirilmeden başarının gelmesi sadece tesadüfü faktörlere bağlı demektir.

Acaba Merkez Bankaları düzenli olarak pataklamaları gereken çocuklarını görmezden mi geliyorlar?

13 Eylül 2012 Perşembe

Bir çocuk oyuncağı:Ku Klux Klan

ABD Vergi Dairesi IRS’nin, bir bankanın vergi kaçırma yöntemlerini ihbar eden bir çalışanına 104 milyon dolar ödül verdiği haberleri birkaç gündür manşetlerde. IRS, whistleblowing denilen ihbar mekanizmasını birkaç yıldır uygulamada tutarak vergi kaçakçılığına dur demek istiyor. Sizce sadece bir ihbar sistemi kullanılarak insan ruhunun derinliklerine işlemiş bir duygu yok edilebilir mi? Acaba Amerika bundan sonra herkesin vergisini düzenli ödeyeceği bir ülke mi olacak?

Bu iki sorudan öncelikle ikincisine cevap aramakla başlayalım. Yaygın bir suç basit bir ihbar sistemi ile yok edilebilir mi dersiniz?

1865 yılında ABD’de kurulun Ku Klux Klan adlı örgüt kısa zamanda uygarlık tarihinin en büyük suç örgütlerinden birine dönüşmüştü. Özgürlüğüne kavuşan beyaz olmayan köleleri korkutmak, yıldırmak ve gerekirse öldürmek üzerine bir misyon tanımlamıştı kendisine. Fakat daha sonra bununla da yetinmemiş, siyahların oy kullanma, toprak edinme ve eğitim alma hakkını savunan beyazlara da saldırmaya başlamışlardı. Klan’cılar tüm Amerika’ya korku salan görünmez bir imparatorluk yaratmışlardı. Bu örgüt hakkında bilgisi olan bir tek kişi bile yoktu.

2011 yılı sonlarında kaybettiğimiz Amerikalı yazar William Stetson Kennedy, 1940’lı yıllarda Klan’ın merkezi sayılan Atlanta’da yaşayan sıradan bir vatandaştı. İnsan haklarına öteden beri büyük bir hassasiyet duyan Kennedy’inin en büyük hayali Klan’ı ortadan kaldırmaktı. Fakat 9 milyon üyesi olduğu söylenen ve bunların içinde yüksek rütbeli askerler, savcılar, yöneticiler ve hatta başkanlar olan bir örgütü tek başına ortadan kaldırması ne kadar mümkün olabilirdi ki?

Kennedy bu amacını gerçekleştirmek için gizli bir plan hazırlar ve örgüte üye olur. Örgütü muhbirlik yaparak yok etmeyi ummaktadır. Elde ettiği bilgileri günlüklerine gizlice not etmeye başlar. Öğrendiği şeyler karşısında hayrete düşer. Klan’cılar gizli olmak adına kendilerine özgü basit bir konuşma dili, işaretler, haberleşme yöntemleri geliştirmişlerdir. Fakat bu yöntemler son derece çocukçadır. Öte yandan örgütte hiç de çocukça olmayan başka bir şey daha vardır. Kurulan sistem ile toplanan paralar tepedeki yöneticilere doğru oluk oluk akmaktadır. Kennedy, Klan’ın bir suç örgütü değil, bir para örgütü olduğunu anlamıştır. Üyelerinin tek derdinin ise siyahların özgürlüklerine karşı çıkmaktan daha fazla geceyi gönüllerince dışarıda geçirmek olduğunu anlamıştır. Peki Klan’ı nasıl çökertecektir?

İşte Klan’ı çökerteceği gün gelmişti. Yıllardır örgütün en tepesindeydi ve o ana kadar Klan’ın bir suç işlediğini görmemişti. İşte o gün Klan’cıların bir sendika aleyhine gösteri yapacaklarını öğrenmişti ve vakit kaybetmeden bu ihbarı sendikadaki arkadaşlarına, şehirdeki başsavcıya, valiye ihbar etmişti. İhbarında kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Klan’ın kar amacı güttüğünü de ayrıntılarıyla anlatmıştı. İşte şimdi zafer zamanıydı.

Fakat sonuç tam bir fiyaskoydu. Klancılar bu ihbardan hiç etkilenmemişler hatta eskisine göre daha da güçlenmişlerdi. Kennedy’nin morali oldukça bozulmuştu. Tüm planı boşa gitmişti. Yapacağı fazla bir şey kalmamıştı artık.

Kennedy, o akşam ümitsiz bakışlarla evine doğru giderken gözleri yolda oynayan birkaç çocuğa takılır. Çocuklar bir araya toplanmış ve bir strateji oyunu oynamaktadırlar. Oyunun kuralları gereği garip parolalar ve işaretlerle iletişim kurmaktadırlar. Kennedy bu tuhaf sözcükleri duyunca gülümsediğini fark eder. Neden gülümsediğini düşünür. Bu gülünç sözcükler Klan’ınkilerle aynı çağrışımı yapmaktadır. İşte o an aklına parlak bir fikir gelir. Bugünkü tarih ise o anı Ku Klux Klan’ın bitirildiği gün olarak yazar.

O dönemin en revaçta radyo programı Süperman’ın Maceraları adlı çocuk oyunudur. Milyonlarca Amerikalı her akşam bu programı dinlemektedir. Bu oyunda Süperman dönemin azılı politik liderleri Hitler, Mussolini ve Hirohito ile savaşıp durmaktadır. Kennedy, hemen programın yapımcılarına ulaşır ve onlardan Ku Klux Klan ile ilgili birkaç bölüm yayınlamalarını ister. Programcılar, örgüt hakkında hiçbir şey bilmediklerini, bu yüzden yazacakları bir şey olmadığını söylerler. Kennedy onlara tüm bilgileri vereceğini söyler. Gizli parolaları, sözleri, törenleri, hiyerarşiyi, rütbeleri, kutsal kitaplarını ve diğer her şeyi anlatır. 4 bölümlük bir dizi hazırlanır ve ilk bölüm yayınlanır.

Ertesi gün Klan toplantısına katılan Kennedy herkesin büyük bir şok içinde olduğunu görür. Üyeler, kendi çocuklarının bile kutsal sözleriyle alay ettiğini söylerler. Ama en önemlisi Klan’ın en gizli parolası sayılan “kanrevan” sözcüğünü tüm Amerikalı çocuklar öğrenmiştir. Örgüt derhal parolayı değiştirir ve yola devam kararı alır. Kennedy ise yeni parolayı programcılara hemen iletir ve sonraki bölümde yayınlanır. Örgütte tam bir sessizlik vardır. Örgütün gizlilik kuralları sanki kendilerine karşı kullanılır gibidir ve tüm Amerikalı çocukların dilinde dalga geçtikleri bir hale dönmüştür. Artık toplantılara hiçbir Klan üyesi gitmemektedir. Örgüt tam anlamıyla bir yok oluş sarmalına girmiştir. Sonrasında ise bir daha asla toparlanamaz.

Kennedy’nin başarılı olmayan ihbar planını bugünlerde ABD vergi idaresi kullanarak insanların vergi kaçırmalarına bir son vermeyi ummaktadır. Fakat bu tür rasyonel çözümlerin böylesine büyük, gizli ve organize bir suç olan vergi kaçırma karşısında başarılı olmayacağını Ku Klux Klan örneği de göstermektedir. Klan’cılar, sakladıkları bilgi ile bu örgütü büyük bir güç haline getirirken, birçok insanın daha fazla kazanması için nasıl daha az vergi ödemeleri gerektiğini söyleyen bankacılar, danışmanlar, off-shore kuruluşlar da büyük bir güç haline gelmişlerdir. Şu anda ABD vergi idaresi ile büyük bir pazarlık içinde olsalar da oyunu onların kazanacakları açıktır. Çünkü irrasyonel insanın çözümlenemeyen duyguları vergi kaçırmayı zevkli bir oyun olarak görmeye devam etmektedir. Bu Antik Çağ’dan beri çözümleyemediğimiz bir sorundur.

Antik Çağ’ın büyük düşünürü Platon, Devlet adlı eserinde “Gyges’in yüzüğü” adlı bir hikayeden bahseder. Gyges adlı çoban bir mağarada parmağında yüzük olan bir ceset bulur. Gyges yüzüğü takınca görünmez olduğunu fark eder. Kimsenin kendini göremediğini anlayan Gyges o andan sonra korkunç şeyler yapmaya başlar. Platon hikayesini şu soru ile bitirir: “Eğer insanlar eylemlerinin görünmeyeceğini bilselerdi şeytanın ayartmalarına karşı durabilirler miydi?”

Bu soru herkesin vicdanında bir cevap mutlaka bulacaktır. Fakat insanların paralarına görünmezlik pelerini örten zeki finans mühendisleri ve off-shore’cular olduğu sürece vergi kaçırma eylemleri maalesef devam edecektir. Bu sorunun sona ermesinin tek yolu Ku Klux Klan’ın bitirilişinde olduğu gibi saklanan bilginin saklayanın aleyhine kullanılabileceği ortamı yaratmaktır. Yani bu da gözleri hesapları saklayan birkaç ülke ile off-shore hesapların olduğu yerlere çevirmektedir. Uzun süredir ilgili ülkeler arasında devam eden bu tartışma maalesef hala çözümlenmiş değildir.

Kısacası vergi sorununu ABD’nin çözmesi şu an için imkansız görünüyor. Ama yine de ABD vergi idaresi yolda finans oyunu oynayan çocuk görürse ne konuştuklarına dikkat etsin!

12 Eylül 2012 Çarşamba

İstatistikler şike yapmaz!

Eğer gelecek yıl dünyada açlıktan sadece bir kişi ölecek olsa küresel medya ölecek kişinin ortaya çıkmasının ardından büyük bir trajedi balonu yaratırdı. Herhalde tüm yayın kuşakları bu talihsiz insanın hayat hikayesini anlatan yayınlar yapar, ölmemesi için kampanyalar düzenlenirdi. Fakat maalesef bu olmayacak. Yine milyonlarca kişi açlıktan etkilenip binlercesi ölecek. Küresel medya ise konuyu trajedi olarak değil, sadece istatistik olarak sunacak. Geçmiş yıl şu kadardı, bu yıl şu kadar…

İstatistiğin gerçeği saklama yönü onun şöhretlerinden biri olsa da bazen çok acı gerçekleri başka hiçbir açıklamaya gerek kalmadan oldukça etkili bir şekilde sunar. Yani istatistikler bazen maalesef yalan söylemez.

Sumo güreşi Japonya’nın milli sporu ve önemli bir sembolüdür. Müsabakalarda iki sporcu karşı karşıya gelir ve sınırları belli bir alandan diğerini dışarıya atmayı başaran mücadeleyi kazanır. Genellikle turnuvalarda sporcular üst üste 15 maç yaparlar ve kazandığı maçlar kaybettiklerinden fazla olanlar ülke sıralamalarında üst sıralara yükselerek bir kahramana dönüşürler. İlk 66 sıradaki güreşçiler büyük bir zenginliğin içine girerler. Bu nedenle müsabakalar büyük bir rekabet içinde geçer. Sumocular tüm müsabakaları kazanmak için varlarını yoklarını ortaya koyarlar. Onurlarına yenik düşmemek adına II.Dünya Savaşında ağır bir yenilgi alan Japonların milli sporlarında sonuna kadar onurlarıyla mücadele etmesi en doğal sonuçtur. Ama gerçekten öyle mi dersiniz? Sumo güreşçileri tüm müsabakalara her şeyden önce onurlarını korumak için mi çıkarlar dersiniz?

Chicago Üniversitesinden Steven Levitt, 1989 ila 2000 yılları arasında yapılan 281 güreşçiye ait 32.000 mücadelenin istatistiklerini incelemeye başlar. 15 maç üzerinden yapılan turnuvalarda Levitt’in incelediği sadece 15.maçlara ait sonuçlardır. 15.maça 8-6 üstün giren ve turnuvadan istediğini almaya başaran bir sumocu ile 7-7’lik bir skorla giren ve her şeyi son maça bağlı olan sumocuların mücadelelerindeki kazanma oranlarına bakar. Bu sumoculardan 8-6 önde olanın bu maçı kazanma ihtimalinin 7-7 berabere girenden daha yüksek olduğu teknik olarak söylenebilir. Çünkü mevcut skor bunu gösterir niteliktedir. Bununla birlikte 8-6 önde olan sporcular geçmiş maçlarını %50’den fazla bir oranla galibiyetle kapattıkları da istatistiklerden anlaşılmaktadır. Şimdi böyle bir durumda kazanma oranlarının ne olması beklenir. 15.maçları 8-6 önde olanlar mı, yoksa 7-7 berabere olanlar mı kazanmıştır dersiniz?

Levitt’İn bulduğu sonuçlar istatistiğin gerçekleri pek anlatmadığına işaret eder niteliktedir. 8-6 önde olan sumocular son maçlarını %80 oranında kaybetmişlerdir. Ya da başka bir deyişle 7-7 berabere olanlar %80 oranında kazanmışlardır. Bu oran sporcular arasındaki güç dengesine uygun bir oran gibi görünmemektedir. Acaba son maçlara hile mi karışmıştır? Nasıl olsa turnuvadan istediğini almış olan 8-6 öndeki sumocular, bir sonraki turnuvada yapacakları maçı kazanma sözü karşılığı bu maçları bilerek mi kaybetmişlerdir? Onurun her şeyden önemli olduğu bir ülkede son maçlarda şike yapıldığını söylemek pek mümkün değildir. Levitt de söyleyememiştir zaten. Öyleyse istatistikler yine yalan söylemektedir.

Birkaç yıl önce iki eski sumo güreşçisinin aynı hastanede birkaç saat arayla aynı solunum yolu rahatsızlığından öldükleri basına yansıyınca insanlar dikkatlerini sumo güreşine çevirirler. Acaba sumocular zehirlenmiş miydiler? Bunu bilmek zordu fakat yeni bilgiler gelince bunu tahmin etmek son derece olasıydı. İki sumocu polise başvurarak maçlarda şike yapan sporcuların isimlerini vermişlerdi. Şikeye başvurduklarını söyledikleri 40 sumocu Levitt’in araştırdığı 281 sumocu içindeydi. Eski sumocular ise Levitt’in istatistikle ulaştığı sonuçlara hayatlarını kaybederek ulaşmışlardı.

İstatistikler maalesef bazen yalan söylemiyor. Tarım ülkelerindeki kuraklık bu yıl değişik vesilelerle gündeme gelse de henüz yeteri kadar dikkat çekmiş görünmüyor. Son dokuz yılın en düşük soya fasulyesi hasadı beklenen Amerika’da fiyatlar yükselmeye başlamış durumda. Soya fasulyesi üretilen bölgenin son 76 yıl içinde yaşadığı en büyük kuraklık sonrası soya fasulyesi vadeli işlem kontratlarında tarihin en yüksek seviyeleri oluşmuş durumda. 17 dolar olan kontratların üç ay içinde 20 dolara yükselmesi bekleniyor.

Kuraklığın yarattığı benzer sonuçlar diğer önemli tarım alanları Güney Amerika ve Rusya’yı da etkilemiş durumda. Yükselen soya fasulyesi fiyatlarının yakın bir zaman içinde et fiyatlarını da arttırması bekleniyor. Standart&Poors’un 8 zirai üründen oluşan ziraat endeksi de %17 artmış durumda. Mısır %21, buğday %36 yükselmiş görünüyor.

Bu vahim tabloya bir de hedge fonları eklemek gerekiyor elbette. Kuraklığı yeni bir getiri fırsatına dönüştürmek isteyen hedge fonlar da bu oyuna eklenmiş durumdalar. Zirai ürünlerin fiyatlarının gelecek birkaç ay içinde tarihin en yüksek seviyelerine yükselmesi an meselesi.

İstatistikler ne yazık ki yine yalan söylemiyor. Kuraklık sonucu artan gıda fiyatları yine trajedi değil, maalesef istatistik yaratacak gibi görünüyor. Bir kişi değil, binlerce kişi ölecek. İtirafçı sumocuların hayatlarıyla ödedikleri gerçeği şu an vadeli işlem fiyatları ve kuraklık söylüyor.

İstatistiklerin ne zaman yalan söyleyip ne zaman söylemedikleri çoğu zaman anlaşılamaz. Fakat şike yapmadıkları her zaman söylenebilir.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Ekonomistlerin ekonomiden anlamadıkları doğru mu?

Son yüzyılımıza damgasını vuran büyük küresel krizleri şöyle bir göz önüne getirelim. 2007 küresel krizi, 2000’lerdeki dot.com krizi, 1998 Rusya krizi, 1997 Asya krizi, 1987 global borsa çöküşleri ve 1929 ekonomik buhranı. Sizce ekonomistler makul bir fikir birliği içinde bu krizlerin kaçını önceden görebilmişlerdir? Cevabı sanıyoruz herkes biliyordur. Ekonomistler ve klasik iktisat öğretisi maalesef bu krizlerin hiç birini öngöremeyerek masum insanların çöküşüne de seyirci kalmıştır. Ekonomistler krizleri neden öngöremiyor dersiniz?

Bu soruya birçok yanıt verilebilir ama biz en irrasyonel olanını vererek ispat etmeye çalışalım. Acaba eski adıyla iktisatçılar, yeni adıyla ekonomistler uzmanı oldukları ekonomi bilimini bilmiyor olabilirler mi?

Okullarda iktisat derslerini genelde konusunun uzmanı sayılan iktisatçılar anlatırlar. İktisat biliminin öğrencilere karmaşık gelmemesi için okullar, “İktisada Giriş” adlı bir dersi müfredata ekleyerek, öğrencilerin ekonomi ile ilgili temel kavramları daha önceden öğrenmelerini sağlarlar. Genellikle tüm okullarda bu ders mutlaka okutulur. Bu derste öğretilen kavramlardan bir de “fırsat maliyeti” denilen olgudur.

Fırsat maliyeti en basit ya da en karmaşık haliyle aynı tanıma sahiptir. Klasik iktisat öğretisi bir şeyi gerçekleştirdiğinizde, vazgeçtiğiniz diğer şeylerin bir maliyeti olduğunu söyler. Diyelim ki saatine 100 lira kazanacağınız bir işi yapmayıp uyumayı tercih ederseniz uyumanın fırsat maliyeti 100 lira olur. Çünkü 100 lirayı fırsata çevirmeyip maliyete dönüştürmüşsünüz demektir.

Farklı bir örnek daha sunalım. Diyelim ki Eric Clapton konserine bedava bilet kazandınız. Fakat o gece bir de Bob Dylan konseri var ve siz bir Dylan hayranısınız. Dylan konserinin biletleri ise 40 dolara satılıyor. Bu tutar size makul geliyor. Çünkü normal bir zamanda Dylan konserine 50 dolara kadar para verebileceğinizi düşünüyorsunuz. Nihayetinde kararınızı verdiniz ve Eric Clapton konserine gitmeyi seçtiniz. Böyle bir durumda fırsat maliyetiniz ne olur? Yani kaçırdığınız şey size ne kadara patlamıştır?

Aslında cevap oldukça kolaydır. Eğer Dylan konserine gitseydiniz 40 dolar ödeyecektiniz. Bu konser için 50 dolar ödemeyi daha önceden göze aldığınız için cevap 50-40=10 dolar olacaktır. Fakat Paul Ferraro ve Laura Taylor adlı iki iktisatçının merak ettiği başka bir şey daha vardır: Acaba İktisada Giriş dersini alanlar ile bu dersi hiç almadan iktisada girenler (!) arasında bir bilgi farkı var mıdır? Bu nedenle yukarıda anlattığımız konser problemini, aşağıdaki dört şıkkı ekleyerek öğrencilere sorar.
a) 0
b) 10
c) 40
d) 50
Daha önce de söylediğimiz üzere doğru cevap B şıkkıdır. Fakat teste katılan 270 adet İktisada Giriş dersi almış ve daha sonra üzerine İktisat okumuş öğrencilerin sadece %7’si doğru cevabı bulabilmiştir. Peki ya hiç İktisada Giriş dersi almadan İktisat okumuş öğrenciler bu soruya nasıl cevap verdi dersiniz? 88 öğrenciden sadece %17’si doğru cevabı vermiştir. Oysa bu konuda hiç malumatı olmayan insanların bu soruya doğru cevap verme olasılığı istatistiksel olarak %25’tir. Yani sınavlara giren herkes cevabı kafadan atsa %25’inin doğru olması gerekirdi. Fakat maalesef ne İktisada Giriş dersi alanlar, ne de almayanlar bu oranı yakalayabilmişlerdir. Sizce bu sonuçlar altında sorun nerededir?

Akla gelen ilk şey İktisada Giriş dersini almanın pek de önemli görünmediği gerçeğidir. Ya da ikinci olarak öğrencilerin bu derste anlatılanları gereğince öğrenmemiş olmalarıdır. Peki üçüncü olarak acaba İktisada Giriş dersini veren öğretmenler öğrettikleri kavramları bilmiyor olabilirler mi?

İşte testi gerçekleştiren Ferraro ve Taylor’un aklına da bu soru takılır: Acaba İktisada Giriş dersini veren ekonomistler bu sorunun yanıtını biliyorlar mı?

Ferraro ve Taylor bu soruyu 199 kişiden oluşan daha önce İktisada Giriş dersi vermiş öğretim görevlilerine sorar. Aldıkları cevap iktisat biliminde yeni bir dönem açacak niteliktedir. Anlı şanlı profesörlerin sadece %21’i soruya doğru yanıt verebilmiştir. Yine yukarıda andığımız istatistik biliminin bakış açısıyla değerlendirirsek hepsi kafadan atsaydı %25’i doğru cevap vermiş olacaktı. Soruya ekonomistlerin verdiği yanıtlar nasıl bir bilgisizlik içinde olduklarını deşifre eden türdendi. %25’i A şıkkı, %26’sı C şıkkı ve %28’i D şıkkı yanıtını vermişti. Cevap oranlarının yakın dağılımı yine istatistik bilimi açısından değerlendirildiğinde tüm ekonomistlerin ya yanıtı kafadan attıkları ya da hiç bilmedikleri sonucu çıkıyordu. Aslında her iki sonuçta aynı şeyi ifade ediyordu: konuyu bilmiyorlardı! Peki basit bir algılamaya dayanan bu yanıtı son derece karmaşık formülleri ve teoremleri çözen ekonomistler neden bulamamışlardı?

İşte tüm sorun klasik iktisat öğretisinin bu karmaşık matematiğindedir. Klasik ekonomik teorinin formül, denklem ve grafikleri hayatın en önemli boyutunu içermemektedir: insan davranışları! Tüm bu karmaşık matematiği sınırlı matematik bilgisiyle anlamaya çalışan ekonomistler ise çoğu zaman hayatın matematiğini kaçırmaktadırlar. Bu da klasik iktisat biliminin ve iktisatçıların ne kadar güvenilir olduklarının basit bir göstergesi gibidir.

9 Eylül 2012 Pazar

Küresel krizin bitirilememesinin doğası!

İflas sadece küçük işletmelerin değil, dünya ekonomisini yöneten devasa şirketlerin ve hatta ülke ekonomilerinin de kaderidir. Peki 2007 yılından bu yana yaşanan krizde iflas etmesi gerektiği halde iflas etmeyen ya da ettirilmeyen kaç büyük şirket ya da ülke vardır dersiniz?

Bugün artık can çekişen klasik iktisat teorisinin en önemli görevlerinden biri hiç şüphesiz cevap vereceği yeni sorular ortaya koymaktır. Yani aslında böyle bir soruyu sorması gerekenler rasyonel düşünen iktisatçılar olmalıydı. Fakat ne yazık ki böyle bir soruyu şu anda sormak ve buna cevap vermek iktisatçılar açısından hiç kolay değildir. Neden mi?

Çünkü iflas etmesi gereken şirketler ve kurumlar son beş yıldır büyük bir kurtarılma programının hedefi durumundalar. Açığa satışın birçok ülkede hala yasak olmasının altındaki sebep de budur. Açığa satışın iflasa yakın şirketleri son bir hamle ile çökerten doğası yasaklanmasının altındaki en temel nedendir. Bununla birlikte son günlerde gelen ECB ve Fed politikaları da temelde şirketler ve ülkelerin iflas etmesini önlemeye yöneliktir. Avrupa Merkez Bankası ECB’nin limitsiz tahvil alımı ve ABD Merkez Bankası Fed’in parasal gevşeme operasyonları ile normal şartlarda iflas etmesi gereken birçok şirket ve ülkenin iflasının önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Bir şirketin ya da ülkenin iflas etmesi kimsenin isteyeceği bir şey değildir. O nedenle bu yönlü politikaların desteklenmesi pozitif bir yaklaşımdır. Zor durumda olan şirket ve ülkelerin iflas etmekten kurtarılması ya da en azından bunun için mücadele edilmesi erdemli bir ekonomik davranış sayılabilir. Peki ya bu şirket ve ülkeler iflasa terkedilirse ne olur?

Sorunun yanıtı aslında birkaç sözcükle özetlenebilir. Aşırı karı seven riskli yatırım anlayışının önüne geçilmiş olur. Çünkü krizin başından bu yana batmamak için mücadele eden şirket ve ülkelerin bugüne nasıl geldiklerine dönüp bakıldığında tek bir şey görülecektir: Ekonominin büyüme yıllarında daha fazla kar elde etmek için son derece riskli yatırımlar yapılması. Risk iştahı denilen bu olgu bugün global ekonominin içine girdiği çıkmazın en temel duygusudur. İşte, eğer bu şirket ve ülkeler kurtarılmayıp iflasa terkedilirse, aslında elde edilecek en önemli getiri, aşırı kar elde etmek için alınan riskin azalacak olmasıdır. Yani global ekonomideki risk azalacaktır. Peki bu nasıl olacak dersiniz?

İrrasyonel düşüncenin dünyadaki kült kitaplarından olan Freakonomics’te ekonomist Steven D.Levitt ABD’de 90’larda artan suç oranının 2000’lere gelindiğinde nasıl düştüğüne sıra dışı bir açıklama getirir. 90’larda artışa geçen suç oranı 2000’li yıllara gelindiğinde öngörülemez bir şekilde %50’den fazla düşüş göstermiştir. Kriminologlar, politikacılar ve hatta klasik iktisatçılar suç oranının neden düştüğü üzerine senaryolar geliştirirler. İktisatçılar suç oranlarındaki düşüşün nedenini 90’larda artan ekonomik refaha ve gelişmeye bağladılar. Politikacılar silahsızlanma kanunlarındaki artışı neden olarak gösterdiler. Kriminologlar ise suçla mücadelede uygulanan yöntemleri ön plana çıkardılar. Ama Steven D.Levitt’ın suç oranındaki düşüşe getirdiği açıklama çok farklıydı.

Yasa dışı işlerde çalışan Norma McCorvey adlı kadının tek derdi kürtaj olmaktı. Fakat ABD kanunları 70’li yıllarda bunu yasaklıyordu. McCorvey, hakkını aramak için mahkemeye başvurdu ama davayı kaybetti. Çocuğunu doğurmak zorunda kaldı ama mücadelesinden vazgeçmedi. Dava ABD Yüksek Mahkemesine gitti. Yüksek Mahkeme tarihi kararını verdi ve ABD’de kürtaj serbest oldu. İşte Levitt’e göre ABD’de suç oranını düşüren bu davaydı.

Ona göre, söz konusu suç olduğunda tüm çocuklar eşit doğmuyordu. Olumsuz bir aile ortamında doğan çocuklar araştırmalara göre suça daha yakındı. Doğal olarak McCorvey’in çocuğu da, babası olmaması, annesinin yasa dışı işlerde çalışması nedeniyle suça yakındı. Eğer McCorvey gibi milyonlarca kadın yaşadıkları kötü hayatın yanında bir de istemedikleri çocuklarını doğururlarsa çocukların suça bulaşma ihtimali yüksek olacaktı. İşte 70’lerin ortalarında alınan kürtaj yasağının kaldırılması kararı sonucunda, bu doğmamış çocukların suç işleyecekleri yaşlar olan 2000’li yıllara gelindiğinde suç oranları düşmüştü. Basitçe Levitt şunu diyordu. Potansiyel suçlular havuzu boşalırsa, suç oranı da azalır.

Bugün ekonomi için de aynı yaklaşımın kullanılması sanırız bundan farklı bir sonuç doğurmayacaktır. Eğer ECB tahvil alımını durdursa, Fed parasal gevşemeye dur dese ve birçok ülkenin sermaye piyasası mevzuatı açığa satış yasağına son verse öncelikle birçok şirket ve ülkenin iflas ettiğini göreceğiz doğal olarak. Fakat sonrasında, kar elde etmek adına sınırsızca kullanılan risk alma duygusunun önemli ölçüde azalacağını göreceğiz. Çünkü batan şirket ve ülkeler şu anki kaosu yaratan yüksek riskli yatırımların suç havuzunda yer alan şirket ve ülkeler olacaklardır. Onların olmadığı bir dünyada yatırım hiç şüphesiz daha az riskli olacaktır.

Öyleyse ekonomiye yön verenlerin asıl cevap vermesi gereken soru şudur. Global ekonominin birkaç yılı mı daha önemlidir, yoksa geleceği mi?

6 Eylül 2012 Perşembe

Altın odadaki numaratör

Altın fiyatları yükselmeye devam ediyor. Yatırımcıların, fiyat değişimlerini en kolay öngörebildikleri varlıkların başında altın geliyor. Çünkü rezerv para ilişkileri, piyasadaki para hacimlerini ölçerek öngörü yapmayı kolaylaştırıyor. Böyle olunca da altının yönü çoğu zaman yatırımcıları şaşırtmıyor. Fakat piyasa dengesi açısından bakıldığında altının fiyat hareketini neyin sağladığı açık değildir. Klasik ekonomi teorisi arz ve talebin bunda etkili olacağını söylüyor. Peki bu arz ve talebi neden göremiyoruz? Yoksa hala Hindistan’daki düğün sezonu klişelerine inanmaya devam mı etmeliyiz?

Altının değerli olduğunu karşı duyulan büyük güven son yüz elli yıl içinde değişmediğine göre tarihsel bir yolculuk yaparsak altının değerinin nasıl oluştuğunu belki anlayabiliriz. Altın üzerine spekülatif işlemler, doların Amerika’da piyasaya çıkmasıyla başlar. Samuel Gilpin, finansal işlemlerin merkezi Manhattan’ın aşağı mahallelerinde küçük bir kahvehane işletmektedir. Henüz borsanın bile kurulmadığı 1863 yılında Gilpin’in aklına dahiyane bir fikir gelir. Kahvehanesine gelen finansçıları sürekli seyreden Gilpin kendi kendine şöyle der: “Neden olmasın?”

Kahvehanenin arkasındaki bir odayı altın spekülatörlerine tahsis eder. Oda sıradan döşenmiş ve basit bir görünümdedir. Tek dekoratif yanı bir kaseye damlayan suyun çıkardığı sesin altın para gibi şangırdamasıdır. Spekülatörler odaya altın oda adını verirler. Odaya talep giderek artmaktadır. Ülkenin en büyük üretici, satıcı ve brokerları tekliflerini birbirlerine vererek altının fiyatını oluşturmaya başlarlar. Herkes oluşan bu fiyattan ertesi gün altın alışverişini yapmakta, akşam herkes yine altın odada toplandığında, yeni fiyatı oluşturmaktadırlar. İşler Gilpin açısından oldukça iyi gitmektedir. İçecek satışları artmıştır. O anda Gilpin’in aklına dahiyane bir fikir daha gelir.

Gilpin, altın odanın duvarlarından birine kolla çalışan bir numaratör koyar. Böylece oluşan son fiyat numaratöre aktarılarak herkesin görmesi sağlanır. Bu, altın odadaki gürültüyü bir miktar azaltır. Fakat Gilpin’in dehası bu değildir. Gilpin, numaratörü öyle bir duvara yerleştirmiştir ki, numaratörün bir yüzü de sokağa bakmaktadır. Artık herkes Gilpin’in kahvehanesinin önünde toplanmaya başlamıştır. Gilpin sanki bir borsa gibi kahvehanedeki fiyatları halka duyurarak insanları altın üzerine bu fiyatlardan yatırım yapmaya teşvik eder. Numaratörde oluşan fiyatlar bir süre sonra tüm halkı altın piyasasının içine çeker. Gilpin bir taşla iki kuş vurmuştur. Artık içecek servisi dışarıya da yapılmaktadır.

Gilpin’in yarattığı büyük hücumun kendi aleyhine dönmesi uzun sürmez. Hem altın oda, hem de dışarısı artık kitleleri taşıyamaz hale gelir. Birkaç ay içinde ilk altın borsası olan New York Altın Borsası yan sokakta büyük bir binada açılıverir.

150 yıl sonra bugün bakıldığında altının fiyatının oluşumu arka taraflarda bir altın odanın olduğunu hala gösterir gibidir. Geçen yıl zerohedge adlı internet sitesi tarafından yayınlanan wikileaks belgelerinde Çin’in bir taşla nasıl iki kuş vurduğu çıklanmıştır. Avrupa ve ABD altın fiyatlarının yükselmemesi için altını baskı altında tutarken Çin sürekli altın satın alarak piyasadaki altın miktarını azaltıp fiyatını yükseltmekte, aynı zamanda da doların rezerv para gücünü kırmaya çalışmaktadır. Çin’in bu hareketi diğer ülkeleri de altına yönlendirmekte ve en yüksek altın rezervi kendilerinde olduğu için de para birimleri yuanı güçlü tutmaktadırlar.

İşte altın odanın içindeki görünüm budur. Dışarıdakiler ise 150 yıl önce olduğu gibi içeride oluşan fiyatı görüp oyuna katılmaya devam etmektedirler. Dışarıya içeçek servisi ise maalesef sona ermiştir!

5 Eylül 2012 Çarşamba

Bu soruyu asla kendinize sormayın!

Hollanda Başbakanı bugün yaptığı açıklamada Yunanistan’a daha fazla yardım etmeyeceklerini belirterek Yunanistan’ın euro birliğinden ayrılmasının kaçınılmaz olabileceğini söyledi. Uzun bir süredir Yunanistan’ın birlik dışına çıkma/çıkarılma planları konuşuluyor. Fakat bu konuda somut bir adım henüz atılmış değil. Öte yandan Hollanda Başbakanının tam genel seçimler öncesi böyle bir çıkış yapması ne anlama geliyor olabilir?

Hayat insana her zaman cevabını bulabileceği ya da seçeneklerden birini cevap olarak seçebileceği sorular sormaz. Dünyada her gün milyonlarca insan hiçbirimizin cevap veremeyeceği bir soruya cevap vermek zorunda. Tıpkı Afrika’da her gün açlıktan ölen binlerce kişi gibi.

Kendimize sormaya asla cesaret edemeyeceğimiz ya da sorsak bile cevabını asla veremeyeceğimiz şu soruyu doğa binlerce Afrikalıya her gün sorar: “Bugün ölmemek için ailenizden kimi feda edeceksiniz?”

Açlık ve susuzluk Afrika’da yaşayan birçok ailenin yüzleşmek zorunda olduğu bir gerçektir. Çok az yiyecek ve çok az su, geniş aileler şeklinde yaşayan Afrikalıların tamamına yetecek kadar değildir. Tüm aileye yetmeyecek kadar az olan gıda ve suyu kim kullanacaktır öyleyse? İşte bu sorun ailelerin çözmesi gereken bir sorundur. Eğer gıda ve su herkese yetmeyecek kadar azsa, birilerinin aç ve susuz kalmasına yani ölmesine karar verilecek demektir. Peki siz bir Afrikalı aile reisi olsaydınız aileden kimin yaşayıp kimin ölmesi gerektiğine nasıl karar verirdiniz?

Bu zor soruya cevap vermek hiç şüphesiz o şartları yaşamadan mümkün değildir. Fakat doğanın bu gerçeği antropolojinin araştırma konularından biridir. Ortaya çıkan şaşırtıcı gerçek ise hayatın bu en zor sorusuna verilen cevabın ekonomik düşünce sisteminin bir ürünü olduğudur. Tesadüfi, doğal veya istisnai görünen bu tür kararlar aslında ekonomik temellere dayanmaktadır. Aileler açlığın hüküm sürdüğü şartlarda kimin ölmesine izin veriyorlar dersiniz?

Yapılan antropolojik araştırmalar, birçok kültürde zor zamanlarda gençlerin korunup yaşlıların feda edildiğini göstermektedir. Yeterli yiyecek yoksa ölüm çabuklaştırılmaktadır. Eğer aynı ailede hem yaşlı bir erkek, hem de yaşlı bir kadın varsa öncelik kadının olmaktadır. Eski zamanlarda kuzey kutbunda yaşayan yerliler, yiyeceğin az olduğu zamanlarda, yaşlıları denizde yüzen buz parçalarının üzerine bırakırlardı. Eski Japonlar ise zor zamanlarda yaşlıları soğuktan ölecekleri ya da vahşi hayvanlara av olacakları dağlara bırakırlardı. Afrikalılar ise ya ölüme terk etmekte ya da aileye açlık getiren cadı damgası vurarak öldürmektedirler. Modern dünyada barbarlık olarak algılanabilecek bu olaylar, ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide karar verme sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu kararın yaşlılar aleyhine olmasının nedeni tamamen ekonomiktir. Yaşlılar güçsüz oldukları için çalışamamakta ve aileye gelir getiremezler. Daima aileye ekonomik bir külfet, bir gider kaynağı olurlar. Ailenin mevcut kaynaklarını azalttıklarından dolayı da ölüm için ilk tercih edilen onlar olur.

Doğanın bu gerçeği bugün Yunanistan için işler gibidir. Avrupa Birliği içinde gelir yaratma potansiyeli en düşük olan ülkedir. Aynı zamanda mevcut borcu ile de Birliğe en fazla yük olan ülke konumundadır. Bu nedenle ailenin yaşlı kadını ya da belki kıtlık getiren cadısı olarak algılanmaktadır. Öyleyse, ailenin kaynaklarını daha fazla azaltmadan verilmesi gereken karar onu yalnız başına ölüme terk etmek olacaktır.

Doğanın yasalarının altında ekonomik nedenler olması gibi ekonominin yasaları altında da doğal nedenler vardır. Keşke hayatımız her zaman Tarzan’ın hayatı kadar güvenilir olsa; bir dalı tutmadan diğerini bırakmasak.

4 Eylül 2012 Salı

Gayrimenkul krizini golf sahasına bakarak göremezsin!

ABD’de büyük konut projelerinin banka kredisi bulmasındaki güçlükler giderek artıyor. Bankaların artık bu projeleri fonlamak istememesi Amerikalıları yeni bir mortgage balonu patlar mı acaba diye düşündürmeye başlamış durumda. Umarız bu kez farklı olur.

Sanayi tarihi yarattığı her ürünün alternatifini de yaratma başarısı gösterirken, bunu yapamadığı nadir şeylerden biri evdir. İnsanlar yaşamak için eve muhtaçtırlar ve yerine koyacakları makul bir ikame mal henüz bulunamamıştır. Alternatifi olmaması nedeniyle ev fiyatlarının daima artış eğilimi göstermesi içgüdüseldir diyebiliriz. Fakat ekonomi tarihi aynı zamanda bize göstermiştir ki ev fiyatlarının artışı sürekli olamamaktadır. Krizler bu yükselişi keskince terse çevirebilmekte ve yatırım için ev alanların yatırımlarının önemli kısmını kaybetmelerine sebep olabilmektedir. Peki bu tür krizlere yakalanmamak için ev fiyatlarının düşüşe geçeceğini nasıl anlayacağız?

Tarihin en büyük iki gayrimenkul krizinden biri 90’ların ortasında Japonya’da yaşandı. Ülke o yıllarda başlayan krizi hala atlatabilmiş değildir. Arazi fiyatlarının son otuz yıl içinde 5.000 katına çıkması ile artan ev fiyatları sonrasında gayrimenkule yatırılan paraların dörtte üçü buharlaşıp gitmiştir. Habersiz yakalanan Japon halkı maalesef birikimlerini gayrimenkul balonuna feda etmiştir. Böyle bir krizin geldiğini hiçbir ekonomist görememiştir. Peki ev fiyatlarının aşırı şiştiğini ve bunun sürdürülemez olduğunu Japon halkı göremez miydi?

Ekonomistlerin gördükleri üzerine yaptıkları yorumlar aslında çoğu zaman göremedikleri üzerine kuruludur. 90’ların başında Japonya’da konut piyasası kötüleşmeye başlamıştı. Konut satışları yavaşlamış, kredilerde geri ödemeler azalmıştı. Fakat ekonomistlerin nedense baktığı bu göstergeler değildi. Onlar ekonomiyi bambaşka bir göstergeden izliyorlardı.

Golf sporu gayrimenkul fiyatlarının şişmeye başlaması ile birlikte Japonya’da büyük bir sempati yaratmıştı. Çalışanların %70’ine yakını golf oynuyordu. Her yer golf kulübü dolmuştu. “Teknik ayrıntıları en küçük detayına kadar inceleyerek iş yaparlar” şeklinde abartılmış bir şöhrete sahip Japon iş dünyası tüm bağlantılarını bu golf kulüplerinde yapmaya başlamıştı. Golf kulüpleri üyelerinin mülküydü. Yani bir golf tesisi yapıldığında tıpkı bir toplu konut projesi gibi daire daire (burada pay pay) kulüp üyelerine satılıyordu. Kulübün niteliğine göre üyelikler milyon dolarları bulabiliyordu. Arazi fiyatları yükseldikçe golf kulübü üyelikler de artıyordu. Üyelikler, tıpkı bir konut gibi başka birine daha yüksek bir fiyattan satılabiliyor, üyelik belgeleri teminatı ile bankadan kredi alınabiliyordu. Artık gayrimenkul demek golf demekti.

Ekonomistler, ekonominin ne kadar parlak olduğunu görmek her Japonun ilk önceliğiymiş gibi yeni göstergeler yaratıyorlardı. Bunlardan biri de Nikkei Golf Üyeliği endeksiydi. 100 puan olan endeks kısa süre içinde 1.000 puana yükselmişti. Yani bunun anlamı golf kulüplerine üyelik bedeli 10 kat artmış demekti. Ekonomistler bu endekse bakarak yorum yapıyor ve mortgage sektöründe herhangi bir sorun olmadığını vurguluyorlardı. Golf üyelik bedelleri artıyorsa ev fiyatları da artıyordur. Halk tekrar durma noktasına gelen konut piyasasının içine çekilmişti. İşte balon tam da o anda patlamıştı.

Kulüp üyeliklerinde yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu düşünen otoriteler kulüpleri incelemeye almıştı. Çok geçmeden skandallar ardı ardına patladı. Resmi onaylı iki bin üyelik vermesi gereken Ibaraki Kulübü 60.000 üyelik satmıştı. Yani 58.000 kişi dolandırılmıştı. En şöhretli golf kulübü Gatsby ise satabileceğinin 15 katını satmıştı. Ve bunlar gibi onlarcası. Golf piyasasının durması mortgage piyasasına da yansımış ve zaten donmuş sektör bugün hala atlatamadığı büyük bir çöküşün içine girmişti.

Japon ekonomistlerin gördüğü şey sadece golf endeksiydi. Fakat kimsenin aklına “golf endeksi de ne oluyor ki?..” diye düşünmek gelmemişti. Koskoca Japon ekonomisi golf endeksine göre ekonomiyi yöneten ekonomistlerin önderliğinde buzdağına çarpmıştı.

Gayrimenkul piyasalarındaki likidite yetersizliği ya da daha basit ifadesiyle konut satışlarının yavaşlaması çoğu zaman gizlenmeye veya mevsimsel görülmeye çalışılan bir olgudur. Çünkü büyük konut projelerinde alım satımın durması kredileri, kredilerin durması alım satımı durdurur. Bu nedenle olumsuzlukların piyasayı etkilemesine mahal vermemek için piyasalardaki likidite pek şeffaf değildir. Tüketicilerin şişen balonun patlamasından kendilerini korumaları için yapmaları gerekense ekonomik verileri daha yakından takip etmekten başka bir şey değildir.

Yani kısacası gayrimenkul krizini golf sahasına bakarak göremezsiniz!


3 Eylül 2012 Pazartesi

Lütfen vergileri arttırın!

Sorunlar bir türlü azaltılamıyor. Birçok kurtarıcıya ihtiyacımız var. Euro bölgesi kurtarılmayı bekliyor. İspanya bankaları kurtarılmayı bekliyor. ABD’deki işsizlik azaltılmayı bekliyor. Sermaye piyasaları likidite bekliyor. Küresel etkileşimler herkesi bir tarafından krizi bulaştırdığı için aslında herkes kurtarılmayı bekliyor. Peki ama herkesin kurtarılmayı beklediği bir ortamda bizi sadece birkaç merkez bankası mı kurtaracak?

Şu an için tek kurtarıcı olarak büyük merkez bankaları görülüyor. Onların piyasaya enjekte edeceği likidite ile belli bir rahatlığın sağlanması planlanıyor. Geçici refah sona erinci kurtarıcı beklemeye yine devam edeceğiz. Acaba sorun problemleri çözmeye çalışan düşünce şeklimizden kaynaklanıyor olabilir mi?

Mesela merkez bankalarının kurtarıcılığını beklemek yerine, ödediğimiz vergiler biraz arttırılsa ve elde edilen vergiler ile zorda olan ülkeler ve şirketler kurtarılsa istemez misiniz?!.. Sanıyoruz hayır tek yanıt olacaktır. Elbette ki insanlar da en az şirketler ve ülkeler kadar zor durumda. Hatta kaldı ki insanların durumu son derece iyi olsa bile vergi artışına kimse evet demeyecektir. Öyleyse bir problemi çözmek için düşünce şeklimizi nasıl değiştireceğiz?

90’lı yıllarda düzensizliğin, kaosun, yoksulluğun ve suçun merkezi Kolombiya’nın başkenti Bogota idi. Dünyanın en azılı uyuşturucu satıcısı Pablo Escobar’ın ölümünden sonra oluşan kaotik ortam şehri yaşanılmaz bir hale getirmişti. Sadece 1993 yılında işlenen cinayet sayısı 4.200’dü. İşte böyle bir ortamda yapılan belediye başkanlığı seçimlerini daha önce herhangi bir devlet görevinde bulunmamış matematik profesörü Antanas Sivickas kazanmıştı. Böyle bir suç batağını bir matematikçinin temizlemesini kimse beklemiyordu. Fakat Sivickas bir irrasyoneldi.

Sivickas, göreve gelir gelmez kimsenin akıl erdiremediği bir şey yapar. Şehrin en kalabalık cadde ve meydanlarına pandomimciler yerleştirir. Uyuşturucu baronlarını yola getirmek için üniversite öğrencilerini yüzleri beyaza boyalı pandomimciler olarak sokaklara salar. Bu gülünç yöntem gözü dönmüş uyuşturucu çetelerini etkisiz kılmada ne kadar etkili olabilirdi ki? Halk bu tuhaf yöntemi alaya almıştı. Fakat Sivickas’ın kafasında basit bir matematik vardı: Çok bilinmeyenli bir denklemi çözmek istiyorsan öncelikle en basit bilinmeyenden başla!

Trafik düzensizliği şehirde yaşanan kaosun en kilit noktasıydı ve önce bu sorunun çözülmesi gerekiyordu. Fakat pandomimciler ne ceza kesebiliyordu, ne silah taşıyordu, ne de insanlarla konuşabiliyordu. Ellerinden gelen sadece pandomim mesleğinin özellikleri olan taklit ve alaya alma idi. Bu yöntemleri kullanarak insanlara ne yapmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Böyle bir yöntem ne kadar başarılı olabilirdi ki?

Pandomimciler önce yayaları hedef almışlardı. Trafik kurallarına uymadan caddeleri kullanan kişilerin yanlarında yürüyor, çevrelerinde dolaşıyor ve hareketlerini taklit ederek onları alaya alıyorlardı. Daha sonra dikkatsiz sürücülere yöneldiler. Yolları kapatan, yanlış yere park eden, kırmızı ışıkta geçen sürücülere bir futbol hakemi gibi kırmızı kart gösteriyorlardı. Halk bu eğlenceli gösteriyi sevmişti. Pandomimciler istekli vatandaşlara da kırmızı kart dağıtmışlardı. Artık herkes hata yapana kırmızı kart gösteriyordu. Sonuç çok etkileyiciydi. Birkaç ay içinde trafik kurallarına uyum %25’lerden %75 seviyelerine yükselmişti. Üstelik rüşvet batağına dönen 2000 kişilik trafik polisi kadrosunu da kaldırmıştı. Şehirde artık trafik polisi yoktu ve pandomimci sayısı iki katına çıkmıştı.

Sivickas bir matematikçi olarak bir şeyi iyi biliyordu. İnsanların düşünce ve davranış şekillerini değiştirmek tüm reformların temeliydi. Ödüller ve cezaların davranışları değiştireceğini beklemek ancak rasyonel düşünenlerin saflığıydı. Kişilerin karar verme psikolojilerini etkileyen öğeler ne ödüller, ne de cezalardı. Pandomimciler trafik hatası işleyenlere ne ceza kesebiliyor, ne de onları tutuklayabiliyorlardı. Fakat Bogotalılarının damarlarına kadar işlemiş bir korkuları vardı: Dalga geçilme! İşte bu duyguyu yaşamak istemeyen azılı haydutlardan sıradan köylülere kadar tüm Bogotalılar trafik kurallarına uymaya başlamıştı.

Sivickas kelimelerin ve eylemlerin yetersiz kaldığı yerde irrasyonel insan davranışlarına başvurmuş ve şehri yaşanılır bir cennete dönüştürmüştü. Bundan sonraki amacı halkın refah seviyesini yükseltmekti. Fakat bu o kadar kolay değildi. Çünkü paraya ihtiyacı vardı ve yapabileceği tek şey vergileri arttırmaktı. Sivickas o anda bile rasyonel politikacılar gibi düşünmemiş ve %10 vergi artışını referanduma taşımıştı. Halkın yanıtı da hiç rasyonel değildi. Bütün şehir vergi artışına evet demişti.

Bugün merkez bankaları piyasaya sürekli daha fazla para enjekte ederek problemi çözmeye çalışıyorlar. Fakat bu problemin bu şekilde çözülemeyeceği 5 yıldır görünüyor. Çünkü ne finansal kurumlar, ne ülkeler ne de yatırımcılar riskli yatırımlardan uzak durmuyorlar. Azaltılması gereken borç ve risk yükü giderek artıyor. Yapılması gerekenin kurumları kurtarmak yerine düşünce ve davranış şekillerini değiştirecek politikaları hayata geçirmek olduğu bir türlü anlaşılamıyor.

Üstüne üstlük merkez bankaları, AB, IMF ve diğer ilgili kurumlar çabaları karşılığı insanlardan minnet ve anlayış bekliyorlar. Öyleyse şu soruya hep beraber yanıt verelim. Böyle bir ortamda size vergileri arttıracaklarını söyleseler cevabınız ne olurdu?

2 Eylül 2012 Pazar

En son ne zaman kaçakçılık yaptınız?

Kaçakçılık ekonomi tarihinin en eski suçlarından biri. Bir malın yasalara aykırı olarak bir ülkeye sokulmasını ifade ediyor. Yasalara aykırılık ise genellikle ithalat vergisinin ödenmemesi şeklinde ortaya çıkıyor. İki farklı ülke arasında bir nevi arbitraj işlevi gören kaçakçılık, fiyat farklılıklarının kısa vadede giderilerek fiyatların birbirlerine yaklaştırılması şeklinde de yorumlanabilir elbette. Fakat asıl üzerinde düşünülmesi gereken kaçakçılık yapmaya neden meyilliyizdir?

Bu soruyu itham kabul edip savunmaya geçecekler olacaktır mutlaka. Şüphesiz böyle bir yasadışı eylemi hayatı boyunca gerçekleştirmemiş olanlar vardır. Fakat küresel bir ekonomik düzlemde böyle kişilerin azınlıkta kalacağı açıktır. Çoğu zaman ekonomiden önce bir psikoloji ya da sosyoloji sorunu olarak algılanan kaçakçılık yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Fakat insanoğlu bu suçu işlediğinin çoğu zaman farkında değildir.

Ekonomi tarihinin bilinen en büyük kaçakçısı Çinli Lai Changxing’tir. Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için hayatı boyunca okula gitmemiştir. Çin’in komünizmden kapitalizme geçişinin önderi olarak gösterilen Changxing, 2000’li yıllara gelindiğinde dünyanın en zenginleri arasına girmiştir. Bu zenginliğini otomobil, akaryakıt, tütün, elektronik ev eşyası gibi malları Çin’e ithal ederek sağlamıştı. Fakat kurduğu sistem ile gümrük memurlarını maaşa bağlamış ve bunun karşılığında da bu malların vergilerini ödemeden ülkeye sokarak daha ucuz fiyatlardan satabilmişti. Lüks malları ucuz fiyatlara sattığı için halk arasında bir kahraman olarak tanınıyordu. Fakat tek başına kurduğu bu güç imparatorluğunun yasadışı olduğunun fark edilmesi fazla uzun sürmemişti. 6 milyar dolarlık malı ülkeye vergi ödemeden soktuğu anlaşılmış ve hakkında yakalama kararı çıkarmıştı. Uzun süren mülteciliğinin ardından geçen yıl Çin’e iade edilmiş ve tutuklanmıştı. Changxing sadece yasalar karşısında değil, birçoklarının vicdanında da suçlu sayılmıştı. Bu sonderece rasyonel bir karardı. Peki öyleyse bu hikayede biz neredeyiz?

Diyelim ki yurtdışına bir tatile gittiniz ve dönerken de uzun süredir almayı istediğiniz cep telefonunu satın aldınız. Çünkü iyi biliyorsunuz ki bu telefonu kendi ülkenizde satın alırsanız iki katı fiyatı ödemek zorunda kalacaksınız. Fakat iyi bildiğiniz bir şey daha var. Bu telefonun ülkeye sokulması belli bir vergiyi ödemeyi gerektiriyor. Limit veya tür kısıtlamaları nedeniyle bildirim yapıp vergi ödemeniz gerekiyor. Peki biz ne yapıyoruz dersiniz?

Genellikle birkaç yöntemden birini benimsiyoruz. Ya telefonu çantalarımızın bulunamayacak en ücra köşesine gizliyoruz. Ya zaten kendi telefonumuzmuş gibi davranıyoruz. Ya da ülkeye önceki gelişimizde almışız gibi hareket ediyoruz. Böylelikle birkaç yüz liralık vergiyi ödememiş oluyoruz. Sonrasında bu hikayeyi ailemiz ve arkadaşlarımıza anlatıyor ve kahraman olduğumuzu herkesin kabul etmesini bekliyoruz. Ölçeksel farklılıklar göz ardı edildiğinde Changxing’in eylemlerinin aynısı yapmış olmuyor muyuz?

Rasyonel davranış kişileri kaçakçılık eylemlerine içgüdüsel olarak yönlendirmektedir. Çünkü akıllıca düşünüp yasalar hakkında yeterli bilgiye sahipseniz böyle bir eylemin fayda ve maliyet analizini rahatça yapabilirsiniz. Bu aslında klasik iktisat öğretisinin başrol oyuncusu rasyonel insanın davranış şeklinden başka bir şey değildir.

Bu nedenledir ki rasyonel insan artık ekonominin başrol oyuncusu değil, giderek kötü adamı olmaya başlamıştır. Rasyonel insanın şu soruya verilecek bir yanıtı her zaman varken, irrasyonel insanın (büyük bir gururla) yoktur: “En son ne zaman kaçakçılık yaptınız?”

1 Eylül 2012 Cumartesi

Apple ve Samsung kavgasının gizli doğası!

Apple ve Samsung arasındaki savaş yeni açılan cephelerle her gün farklı bir aşama kaydediyor. Apple, patent haklarının Samsung tarafından ihlal edildiği gerekçesiyle başlattığı savaşta 1 milyar dolarlık bir tazminat kazanmıştı. Şimdi de Samsung’un ürünleri için satış yasağı savaşı başlamış durumda. Bu kavganın ne kadar süreceği şimdilik belli değil fakat kısa sürede bitmesi mümkün gözükmüyor. Çünkü doğasında çok derin bir tartışmayı içeriyor. Gelin şimdi bu derin tartışmanın gizemli yolculuğuna çıkalım ve savaşın gerçek nedenini öğrenmeye çalışalım.

Sicilya’nın en büyük mafya ailelerinden birinin yedinci kuşaktan lideri Leonardo Messina ya da bilinen adıyla Narduzzo, 1992 yılında İtalya polisinin Leopar Operasyonu ile yakalanmıştı. Fakat Narduzzo’nun tutuklanışını farklı kılan bir neden vardı. Daha önce birçok mafya lideri tutuklanmış olsa da Narduzzo mafyanın nasıl çalıştığı hakkında ayrıntılı bilgi veren ilk kişiydi. Narduzzo, omerta’yı (sessizlik kanunu) bozarak sadece politikacıları değil, ekonomi dünyasını da şaşırtmıştı. Ortaya çıkan manzara, mafyanın klasik iktisat teorilerinin öğrettiği sistemi mükemmele yakın uyguladıklarıydı.

Elde edilen gelirler yerel patronlardan üst patronlara ve oradan da büyük patronlara aktarılıyordu. İdeal bir bölüşüm sistemi yaratılmıştı ve kimse itiraz etmiyordu. Merkezi bürokrasi mükemmel şekilde işliyordu. Haraç paralarının aksatılmadan ödenmesi ve yerel patronların birbirlerinin bölgelerine girmemelerini sağlamak için merkezi idare elçiler göndererek herkesin pazarını koruyordu.

Dükkan sahipleri kendilerini ziyaret eden mafya üyelerine korunma bedeli karşılığı örneğin her ay 100 dolar ödüyorlardı ve bu tutarı ödedikleri için mafyaya şükran duyuyorlardı. Çünkü bu 100 dolar klasik iktisat teorisinin ilkeleri ile hesaplanıyordu. Mafya babası sonsuz ihtiyaçlarını tatmin etmek için dükkan sahibinin tüm parasını almıyordu. Çünkü iyi biliyordu ki yüksek bir tutar alırsa mafyanın geliri artardı, ama dükkan sahibi buna karşı koyamayacağı için dükkanını kapatacak ve mafya gelecek aylardaki gelirlerinden mahrum kalacaktı. Bu nedenle mafya babaları koruma ücretini dükkanın faaliyetlerini bozmayacak ve kendilerine minnettar kalınacak seviyede belirliyorlardı. Bu aslında klasik ekonominin denge fiyatıydı. Pazarda istekli alıcıların istekli satıcılar ile biraraya gelerek, bir mal veya hizmeti değiş tokuş etmeleri fiyatı. Bu denge uzun bir süre korunmuştu. Ta ki bir gün Narduzzo’ya ait bir dükkanın başka bir mafya babası tarafından ziyaret edildiği güne kadar.

Narduzzo’ya haraç ödeyen bir dükkanı başka bir mafya babası ziyaret etmiş ve artık bundan böyle kendisine de haraç ödemesi gerektiğini söylemişti. Öyleyse bu dükkan bundan böyle hem Narduzzo, hem de diğer mafya babası tarafından ziyaret edilecek ve haraç istenecekti. Şimdi hep beraber düşünelim. Bu dükkan sahibinin faaliyetlerini sekteye uğratmadan ödeyebileceği tutar 100 dolardır. Eğer her iki mafya babası da 100 dolar isterse, bu toplamda 200 dolara eşit bir tutar olacaktır ki, bu dükkanın kapanma riskini ve aynı zamanda mafyanın gelirlerinin düşme riskini beraberinde getirecektir. Öyleyse bu seçenek çok riskli bir durumdur. Peki dükkan sahibi her iki mafya babasına da 50 dolar ödese ne olur? Bu seçenek dükkan sahibi açısından sorun yaratmamakla birlikte mafyanın gelirlerini düşüreceği ve global dengeyi bozacağı için mafya ailelerinin güçlerini kaybetme riskini içerecektir. Bu seçenek de mafyanın istediği seçenek değildir. İşte o anda Narduzzo ile diğer mafya babası arasında savaşın başladığı andır; aynı zamanda da klasik iktisat teorisinin çöktüğü an.

Sanıyoruz Apple ve Samsung arasındaki kavganın gizli doğasını anlatabilmişizdir. Mafya liderlerinin aynı anda haraç istedikleri yerde ikame mallar teorisinin devreye girmesi gerekmektedir. Yani dükkan sahibi sunulan hizmetten birini seçerek alacak, diğerini ise almayacaktır. Fakat bu mafya liderlerinin istediği şey değildir. Hiçbiri gücünü ve pazarını kaybetmek istemeyecektir. Tıpkı Apple ve Samsung'un da istemedikleri gibi. Klasik iktisat öğretisi maalesef hayatın dinamikleri karşısında bir kez daha ağır bir mağlubiyet almış durumdadır.