30 Kasım 2012 Cuma

Vietnam'daki tanklardan Akdeniz plajlarına...

Merkez bankalarının piyasalara şıkıştıklarında likidite sağlaması, yatırımcıların sıradan bir beklentisi haline dönüştü. Piyasalara bir şekilde para enjekte etme finansal krizin başlamasıyla birlikte İngiltere Merkez Bankasının(BOE) yaratıcısı olduğu bir işlem. Tıpkı bir ağrı kesici gibi piyasalara rahatlama getirdiğini gören ABD Merkez Bankası FED de kısa sürede bu ilaca başvurmuştu. Ardından diğer merkez bankaları gelmişti. Krizin başından bu yana kadar en etkili yöntem olarak piyasaları fonlamayı rahatlıkla gösterebiliriz. Çünkü her Merkez Bankası kendi piyasasına uygun bir para enjekte etme şekli belirleyerek bunu yapmıştı. Yani operasyona kendine uygun bir ruh katmıştı. İngiltere hisse senedi ve tahvilleri satın alırken, ABD sorunlu varlıkları ve uzun vadeli hazine bonolarını almış, ECB ise daha farklı bir model kullanmıştı. İlk başlarda uygulandığında dikkat çekmeyen bu basit model kısa bir süre sonra merkez bankaları tarafından taklit edildikçe bir kahramana dönüştü. Hem yatırımcılar, hem vatandaşlar parasal gevşemeyi büyük bir heyecanla sürekli beklemeye başladılar. Peki ama neden?

Müzik tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı, yaratıcı ve etkileyici rock grubu birçoklarına göre hala Led Zeppelin’dir. 1966 yılında kurulan grup 1969 yılına kadar oldukça sıradan bir grup olarak hayatını sürdürdü. Fakat 7 Kasım 1969’da müzik otoritelerinin bugün bile en önemli 3 rock şarkısından biri olarak kabul ettiği “Whole Lotta Love” piyasaya çıkar. Şarkı bir anda hit olur. Vietnam’daki tanklardan Akdeniz plajlarına kadar her yerde bu şarkı çalmaktadır. Bir kere dinleyenin bir kere daha ve sonra bir kere daha dinlemek istediği büyülü bir şarkıdır Whole Lotta Love. Bu gerçek bugün bile değişmemiştir. Şarkı Led Zeppelin’i tüm dünyada bir efsane haline getirmiştir.

Led Zeppelin tam iki yıl sonra 8 Kasım 1971 yılında farklı dünyalardan bir şarkı daha getirir dünyalı müzikseverlere. “Stairway to Heaven” adlı şarkı Led Zeppelin efsanesini bir daha yok olmaz bir gerçeğe döndürür. Herkesin hayatı boyunca en az bir kere mutlaka dinlemesi gereken bu şarkı, dinleyenleri farklı dünyalara götürmektedir. Dinleyenler o ana kadar böyle bir şarkı dinlemediklerine öylesine emindirler ki böyle bir parçanın nasıl yazılıp bestelendiğine inanamamaktadırlar.

Sözleri ve müzikleriyle o ana kadar yapılan hiçbir şarkıya benzemeyen bu iki şarkı Led Zeppelin’i asla unutulmayacak bir müzik efsanesi haline getirmişti. Peki ama bu iki şarkı nasıl bestelenmişti?

Birçok rock müzik severin bugün bile daha iyisi yapılamaz dediği bu iki şarkının hem sözlerinin hem de müziklerinin taklit olduğu ortaya çıktığında herkes derin bir şaşkınlık yaşamıştı. Whole Lotta Love adlı parçayı 7 yıl önce Muddy Waters “You Need Love” olarak söylemişti ve Whole Lotta Love fikri mülkiyetlerin korunması sınırlamalarına göre taklitti. Stairway to Heaven adlı şarkının unutulmaz giriş kısmı ve gitar solosu ise Spirit adlı grubun “Taurus” adlı şarkısının aynısıydı. Müzikseverleri şok eden bu durum mahkemede Led Zeppelin üyelerini pek şok etmemişti. Cevapları kısa ve netti: “Evet, çaldık!”

Bugün Led Zeppelin efsanesini yaratan bu iki şarkı, fikri mülkiyetin korunması düzenlemelerine göre intihal sayılsa da öncülleri olan her iki şarkıda da olmayan bir şey bu şarkılarda vardı. Led Zeppelin her iki şarkıya da farklı bir ruh vermiş ve insanlara bunun farklı olduğunu inandırmıştı. Şarkılar insan ruhuna uygun hale döndürülmüş ve tarihin en büyük müziksel yaratıcılıklarından ikisi yapılmıştı.

Bugün piyasaların hem FED’den hem de ECB’den sürekli yeni bir parasal gevşeme beklemesinin arkasında da bu olgu vardır. Her yeni nakit enjektesi ile piyasalara yeni bir ruh verilmektedir. Ekonomik hayat üzerinde parasal bir rahatlık yaratan bu ruh, Whole Lotta Love ya da Stairway To Heaven kadar yapaydır.

29 Kasım 2012 Perşembe

Quod erat demonstrandum

Krize karşı yapılan tüm müdahaleler istenilen sonucu vermeyince geriye tek seçenek kalmış gibi görünüyor: Vatandaşlar.

Kemer sıkma tedbirleri, artan vergiler, işten çıkarmalar ve daha birçok tedbir. Büyük şirketlerin, merkez bankalarının, politikacıların hem yarattığı hem de çözemediği krizi yine sıradan insanların çözmesi bekleniyor. Tüm dünyada vatandaşların yapacağı fazla bir şey yok. Belki biraz öğünmekten başka…

1990 yılında yayınlanan ABD yapımı Northern Exposure (ülkemizde Kuzeyde Bir Yer adıyla yayınlanmıştı) adlı diziyi hatırlayanlar olacaktır. Alaska’nın Cicely adlı kasabasındaki bir grup insanın sıradan hayatlarını felsefik bir romantizmle anlatan dizi Altın Küre ve Emmy gibi birçok ödül kazanmıştı. Dizinin kahramanlarından radyo programcısı Chris Stevens, bir defasında Cicely halkına radyodan şöyle sesleniyordu: “Bu ülkenin en dahi insanları ne başkanlar, ne yöneticiler, ne büyükelçiler ne de haberleri kaplayan şöhretli kişilerdir. Bu ülkenin en dahi insanları her zaman ve en fazla sıradan insanlardır.”

Chris Stevens’ın söyledikleri finansal krizden bizi kim çıkaracak sorusu için de geçerlidir. Bizi bu krizden çıkaracak olan ne devasa şirketler, ne politika yapıcıları ne de merkez bankalarıdır; sadece sıradan insanlardır.

Qed.

Matematik bilimiyle uğraşanlar, teorilerini ispat için yazdıkları sayfaların sonunu “qed” yazarak bitirirler. Latince quod erat demonstrandum. Türkçe söylersek, işte cevap budur!

28 Kasım 2012 Çarşamba

Aptallar emindir, akıllılar şüphe duyar!

Mutluluğun resmini çizmek mümkün olabilir ama mutluluk ile mutsuzluğun arasını çizmek kolay değildir. Derin bir krizi tanımlayabilirsiniz ama sığ bir krizle orta noktasının neresi olduğunu göremezsiniz. Ya da birini çok sevebilirsiniz fakat normal sevme ile aradaki mesafeyi ölçmek pek mümkün değildir. Yoksa mümkün müdür?

İstatistik, matematik, sayılar veya nümerik herhangi bir datayı kullanarak ulaşılabilecek bir yanıt sadece o verilerin olduğu bir evrende doğru bir yanıt olabilir. Ama kişiler matematiği ve ihtimalleri hayatın her anına yaymaya son derece isteklidirler ve bunu yaparken de kararlarının kesinlikleri hakkında oldukça inançlıdırlar. Mesela şöyle bir ifadenin anlatmak istediği herkes tarafından kolayca anlaşılabilir: ‘Politikacı Bay A’ya %99 inanıyorum.' Bu sözü dinleyen birisi muhtemelen şu yorumu çıkaracaktır. Bay A, çoğu zaman inanılacak biri ama nadiren değil. O zaman şu ifadeyi nasıl yorumlarız? ‘Bana Bay A’ya %99 inanan 100 kişi gösterin, size %50’sinin %10 bile inanmadıklarını göstereceğim!’

Conservapedia adlı internet sitesinin kurucusu Andrew Schlafly’nin ileri sürdüğü gibi, olasılık sadece sayılabilir durumlar için geçerli ve mantıklıdır. İnancın, duyguların veya nitel olguların matematiksel ifadesi hatalı bir yaklaşımdır ve insanlar bu hataya çoğu zaman düşerler. Buradaki temel düşünce hatası, bir argümanın, doğru veya yanlış olabileceği gerçeği yanında ‘çok doğru’, ‘çok yanlış’, ‘çok çok doğru’, ‘çok çok yanlış’, ‘yaklaşık olarak doğru’ veya ‘yaklaşık olarak yanlış’ olabileceği seçeneklerinde tam olarak neyi ifade ettiğinin bilinememesidir. Bu durumu Azeri matematikçi Lütfi Askerzade’nin 1965 yılında ortaya koyduğu ve bugün mühendislikten finansa birçok disiplinin kullandığı bulanık mantık (fuzzy logic) teorisi oldukça iyi anlatır. Hayatta her şey klasik mantık teorisinin tanımladığı gibi ya doğru ya da yanlış değildir. Doğru ile yanlış arasında doğruya ve yanlışa yakın ama doğru veya yanlış olarak değerlendirilmesi zor alanlar vardır. İşte insanoğlu çoğu zaman bu alanları tanımlayamaz. Örneğin bir insanın yaşlı sayılabilmesi için tam olarak kaç yaşında olması gerektiğini bilemeyiz. 60 yaşındaki bir insana yaşlı diyebiliriz belki ama 60’dan geriye birer birer azalttığımızda en son hangi yaşın yaşlı olarak nitelendirileceğini tam olarak kestiremeyiz. İşte bu durum ancak bulanık mantık denilen uç değerler arasındaki alanların tanımlanmasına bağlıdır. Fakat bu çok zor bir durumdur ve yapılamadığı zaman olasılık hatası ya da mantık hatası olarak geri döner.

2007 finansal krizinin sebebinin hala tam olarak ortaya konamamış olmasının arkasında da bulanık alanların netleştirilmemesi sorunu vardır. Finansal, ekonomik, sosyal, teknolojik, medya ve insan faktörü gibi birçok etkenin bir araya gelmesi, daha önce tekrarı yaşanmamış bir etki oluşturduğundan, klasik ekonomi teorilerinin kesin mantık yaklaşımıyla çözülmesi mümkün değildir. Kriz öncesindeki karmaşık yapılı uyarıların algılanamamış olması da bu nedenledir.

Sanıyoruz dünyanın en büyük sorunu hep aynı kalmaya devam edecek: Aptallar kendilerinden son derece eminken, akıllılar şüphe duymaya devam edecek!

27 Kasım 2012 Salı

Peki ya tüm kadınlar yüksek topuklu ayakkabı giyerse?..

Global ekonominin karışık hali anlaşmazlıkları arttırmış durumda. Neredeyse kimse kimseyle anlaşamıyor. Avrupa Birliği ülkeleri bütçe görüşmelerinde kısa bir sürede anlaşacak gibi görünmüyorlar. Büyük finansal kuruluşlar sermayelerini düzenleyici kuruluşların istediği seviyeye çıkarmak hususunda inat ediyor. Kazanan şirketler daha fazla vergi vermeye yanaşmıyor. Yatırımcılar düzenlemelerin ayak bağı olmasını istemiyor. Neredeyse ekonominin tüm organları büyük bir anlaşmazlık anlaşması yapmış gibi davranıyor. Peki ama finansal piyasalardaki bu anlaşmazlık ruhu nereden kaynaklanıyor?

Son zamanlarda daha şiddetli bir hal aldığı düşünülse de finansal piyasaların doğasında gizli bir anlaşma bozma güdüsü vardır. Düzenlemeler ne kadar mükemmel olursa olsun manipülasyon, spekülasyon ve suiistimaller ile anlaşmalar bir şekilde ihlal edilir. Aşırılıklar, ekonomi tarihinin her döneminde düzensizliğin artması ve krizler şeklinde geri dönmüştür. Peki ama insanlar bu kadar kolay bir şekilde nasıl oluyor da düzenlemeleri görmemezlikten geliyorlar? Ya da başka bir şekilde söylersek, normal şartlar altında hiç de hoş karşılanmayacak bu tür davranışlar neden tercih ediliyor?

Erkekler, yüksek topuklu ayakkabı giymenin rahatsızlık verici bir şey olduğunu düşünürler ve kadınların neden yüksek topuklu ayakkabı giymeye devam ettiklerine pek anlam veremezler. Yüksek topuklu ayakkabı giyen kadınların ilgi toplama ihtimalinin daha yüksek olduğunu bilseler de altındaki içgüdüyü tam olarak kavradıkları söylenemez.

Yüksek topuklu ayakkabı tercih eden kadınlar bunun nedenini oldukça iyi bilirler. Yüksek topuklu ayakkabı boyu daha uzun gösterirken kadınları daha dik yürümeye yöneltir. Göğüsleri öne doğru, kalçaları arkaya doğru itmeye zorlayarak kadınlara has vücut biçimini belirginleştirir. Abartılı kadın figürü erkeklerin hoşlandıkları bir şey olduğu için kadınların rekabet yeteneğini arttırır. Fakat aradığımız cevap bu değil. Peki ya tüm kadınlar yüksek topuklu ayakkabı giyerse?..

Şimdi biraz oyun teorisi yapalım ve bu sorunun yanıtını bulmaya çalışalım. Eğer tüm kadınlar yüksek topuklu ayakkabı giyerse tek bir kadının yüksek topuk giyerek yarattığı avantaj teorik olarak ortadan kalkar. Boy göreceli bir kavram olduğu için kısa boylu kadınlar yine diğerlerinden kısa gözükeceğinden bir rekabet üstünlüğü yaratamazlar. Ya da daha basit söylersek hiç kimse birbirinden daha uzun gözükemeyecektir. Şimdi oyun teorimizi biraz daha geliştirelim. Eğer kadınlar bir araya gelse ve yüksek topuklu ayakkabı olayını çözüme kavuşturmaya çalışsalar ne yaparlardı dersiniz?

Ekonomik teori açısından kadınlar maliyeti az olan yöntemi benimseyeceklerdir. Uzun topuklu ayakkabı giymenin zorluklarını düşünerek topuksuz ayakkabı giymek konusunda anlaşmaya varacaklardır. Böylece herkes olduğu gibi görünerek adilane bir ortam yaratılacaktır. Kadınlar birbirlerine göreli bir rekabet üstünlüğü sağlamayarak manipülasyondan ve oluşabilecek anlaşmazlıklardan uzak bir ortam yaratacaklardır. Şimdi bu noktada oyun teorimizin son sorusunu soralım. Peki, kadınların topuksuz ayakkabı giyme anlaşması yürürlüğe girdikten sonra ne olacak?

Yapılan tüm araştırma ve deneyler tek bir sonucu göstermektedir. Kadınlardan biri rekabet üstünlüğünü eline geçirmek için yüksek topuklu ayakkabı giymeye yeniden başlayacak ve doğal olarak anlaşma bozulacaktır.

Sanıyoruz bugün finansal piyasalarda neden insanların yapılan tüm düzenleme ve anlaşmalara rağmen manipülasyon, spekülasyon veya suistimallerle kendilerine rekabet üstünlüğü ve çıkar sağladığını anlatabilmişizdir. Çünkü bu bizim doğamızda var... Böyle durumlarla karşılaştığımızda artık şaşırmak yerine daima kendimize şu soruyu sormamız bizi bir nebze rahatlatabilir: Peki ya tüm kadınlar topuksuz ayakkabı giyerse?..

26 Kasım 2012 Pazartesi

Yatak yoksulun operasıdır!

Küçük şirketlerin halka arzları birçok ülkede yaygın bir yöntemdir. Böylelikle sermaye piyasalarına dinamiklik getirilerek sermaye sıkıntısı çeken yaratıcı şirketlerin gelecek hayallerinin önü açılmış olur. Bu hem yatırımcı hem de şirket açısından bir tür kazan kazan oyunu gibidir. Yatırımcılar gelecek vaat eden şirketlere yatırım yapma fırsatı bulurken, şirket sahipleri de büyüme yolunda ihtiyaçları olan sermayeye ulaşırlar. Fakat bu kazan kazan oyunu önemli bir risk içermektedir.

1997 yılında Amerika’da yaşanan dot-com balonu ve sonrasında oluşan kriz tamamen bu tür küçük şirketlerin halka arzlarının sonucuydu. İnternet balonuna olan tutkulu inanç, garajda internet sitesi yapan birçok şirketin halka arzına sebep olmuştu. Yatırımcıların yüksek talebi bir anda büyük bir balon yaratmış fakat balonun patlaması da fazla uzun sürmemişti. 2000 yılında yaşanan kriz birçok inançlı fakat amatör yatırımcının paralarının tam anlamıyla kül olmasına neden olmuştu.

Yaratıcı ama sermaye noksanı olan şirketlerin halka arz yöntemiyle ihtiyaçları olan sermayeye ulaşmaları şüphesiz sermaye piyasaları için zaruri bir durumdur. Hem şirketler hem de yatırımcılar böyle bir işlem sonrası büyük paralar kazanabilirler. Fakat bu düşünce küçük şirketlerin halka arz piyasasındaki arz fazlasını açıklamaya yeterli değildir. 2000 krizinde olduğu gibi neredeyse “com” uzantılı tüm internet sitelerinin halka arzına sebep olan çok daha derinlerde farklı bir düşünce daha vardır.

Amerikan halkının müziği sayılan jazz, 1920’li yılların başından itibaren tüm dünyada tanınmaya ve sevilmeye başlanır. Afrika, Amerika ve Avrupa müzik tekniklerinin harmanlaması olarak değerlendirilen müzik türü bir anda tüm dünyada büyük bir popülerlik kazanır. Bunda jazz’ın gelişen tüm müzik türlerini absorbe edebilme yeteneğinin etkili olduğu söylenir. Bu nedenle klasik müziğin aksine jazz’a duyulan ilgi sürekli artmıştır. Birçok otoriteye göre melodilerin ikna yetisi, lirik tutku, canlılık, neşe ve duygusal dokunuşlar ile jazz, müziğin son noktası olarak kabul edilir.

Jazz 1960’lara kadar sürekli bir yükseliş yaşamıştı. Fakat o yıllarda kendi anne babasını öldürmeye kararlı bir evlat dünyaya getirdi: Rock!

1960’lı yıllara gelindiğinde, jazz plağı koleksiyoncusu ve uzmanı sayılan Atlantic Records’un sahibi Ahmet Ertegün,jazz’a düşman olduğunu düşünmediği rock müzik gruplarının plaklarını yayınlamaya başlar. Başlangıçta tek fark rock’ın bir azınlık müziği orijinine sahip olmamasıydı. Gelişen radyo ve televizyon, 15-20 yaş kuşağın rock müziğe ilgisini arttırmıştı. Dünyadaki ekonomik refah bu genç kuşağın rock müziğe hücum etmesine neden oldu. Beatles ile birlikte gelen İngiliz çıkarması ise Jazz’ın sonunu getirdi. 1972’ye gelindiğinde ABD’de satılan plakların sadece %1’i jazz’dı. Rock kendi anne-babasını tam anlamıyla öldürmüştü. Peki ama bu cinayet nasıl işlenmişti?

Dünyada yaşanan ekonomik mucize gençleri bazı nitelikleri nedeniyle rock müziğe yaklaştırıyordu. Jazz, yüksek bir profesyonel teknik ve müzikal yetkinlik gerektiriyordu. Oysa rock müziği icra etmek için nota bilmenize hatta okuma yazma bilmenize bile gerek yoktu. Amatör müzisyenler için ideal bir müzik dalıydı. Hatta öyle ki rock müzisyenlerin amatörlüğünden ötürü hiçbir kayıt ve konser başarıyla tamamlanamadığından ses teknisyenliği gibi bir meslek ve kayıt stüdyoları gibi bir sektör oluşmuştu. Jazz ritminden çok daha kaba olan sürekli ve titreşimli ritim ise jazz müziğin enstrümanları gitar, piyano ve davul ile yumuşatılmaya çalışılıyordu. İngiliz filozof Eric Hobsbawn “Sıradışı İnsanlar” adlı kitabında bu süreci oldukça çarpıcı şekilde yorumlar. Ona göre 60 ve 70 ‘li yıllarda yaşanan büyük gençlik hareketi giderek kendi kendini tüketen bir hal alıyordu ve 80’lere gelindiğinde bu tükeniş son noktaya ulaşmıştı.

Teknoloji, grup ve titreşim öğelerine getirdiği farklılıklar rock müziğinin tercih edilirliğini arttırsa da başarısının ardında sanat tarihinde sıkça karşılaşılan başka bir olgu vardı. Bu, yenilik olgusunu tamamen ticari kaygılarla yöneten müzik sektörüydü. 1973’te 2 milyar doları aşan plak satışlarının %80’ini rock müziği oluşturuyordu. Plakçıların evrensel orijinli diye sundukları müziği kısa sürede ticari metaya döndürmeleri rock’ın sonunu getirmişti.

Rock müziğini yaratan güdüler küçük şirketlerin halka arzlarının ardındakilerle aynıdır. Yatırımcıların temel arzusu daima daha fazla kar elde etmektir. Bunu yapmak için de her türlü spekülatif stratejiyi denerler. Fakat büyük şirketlerin hisse senetleri yeterince doymuş olduğundan bu tür hisse senetlerinin fiyatlarını küçük spekülasyonlarla değiştiremezsiniz. Apple hisse senetleri üzerine alacağınız büyük miktardaki pozisyonun size spekülatif bir kazancı olması düşük bir olasılıktır. Fakat küçük bir hisse senedi üzerinde alacağınız çok daha küçük tutarlı bir pozisyon bile bu şirketin hisse senetlerinin fiyatında ani ve büyük bir değişiklik yapabilecektir. Böylelikle yatırımcılar kısa vadede daha büyük getiriler elde edebileceklerdir. Uzun vade açısından düşünüldüğünde ise kazanma şansı çok daha düşüktür. Apple, Amazon, Cisco gibi şirketler de dot.com balonu sırasında halka arz edilmiş olsa da batan binlercesi içindeki oranları oldukça düşüktür. İşte rock müziği 60 ve80 yılları arasında zirveye çıkaran kolaylık ve basitlik küçük şirketlerin halka arzında da en önemli güdüdür.

Finansal piyasaların en tipik özelliklerinden biri çoğu zaman kendine ucuz ve eğlenceli alanlar yaratma kabiliyetidir. Hisse senedi piyasalarında da bunu küçük şirketlerin halka arzıyla yapar. Operanın merkezlerinden sayılan Napoli’de Napolililer, cinselliği en yoğun ve en ucuz eğlence biçimi olarak değerlendirirler ve üstüne de şöyle derler: “Yatak yoksulun operasıdır!”

25 Kasım 2012 Pazar

Yaşadığınız kriz en iyi krizdir!

Hayatımız boyunca aldığımız birçok kararın ardından “Keşke!..” dediğimiz anlar oldukça fazladır. O anda ne kadar geç kaldığımızı düşünür ve derin bir pişmanlık duygusu içine gireriz. “Keşke onu almayıp bunu alsaydın!..”, “Keşke onu yapmayıp şunu yapsaydın!..” dediğimiz anlarda daima çok geç olduğunu düşünürüz. Rasyonel dünya pişmanlıkları hayatımızın bir parçası kılar. Biz de sürekli beynimizin bir köşesini pişmanlık duygusuna kiralamış gibi davranırız. Neredeyse her kararın ardından bir de karşıt pişmanlık duygusu geliştiririz.

“Keşke şu elbiseyi alsaydın” ile başlayan pişmanlıklar “Keşke diğer hisse senedini alsaydın”, “Keşke başka biriyle evlenseydin”e kadar uzanır. Ekonomistler de çoğu zaman çözüm önerilerini “keşke”lere dayandırırlar. Mesela 2007 finansal krizinin çıkmaması için öncesinde neler yapılması gerektiğini anlatıp dururlar. Keşke türev ürünler piyasası düzenlense, konut kredileri herkese verilmese, menkul kıymet piyasası şişirilmese gibi birçok keşke sunarlar. Pişmanlıklara merhametli davranan karar sistemimiz bu tür yaklaşımları her zaman samimi ve rasyonel bulur. Peki ya bunlar doğru değilse?.. Yani geçmişte verilen karar en iyi kararsa?..

Böyle bir soruya yanıt vermek oldukça zordur. Geçmişte verilen bir kararın yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen en doğru karar olduğunu savunmak nasıl mümkün olabilir?

Amerikalı ekonomist Jeremy Rifkin “Entropi” adlı kitabında bunun yanıtını evrendeki düzensizliğin giderek azalmayıp tersine sürekli arttığı bakış açısıyla anlatır. Konunun teorik fiziksel yanını merak edenler bu kitabı okuyabilirler ama biz şimdi daha farklı bir açıdan bakarak yanıtı bulmaya çalışacağız. Gary Belsky, “Why smart people make big money mistakes” adlı kitabında öğrenciler üzerinde yapılan bir grup araştırmadan bahseder. Sınavlarda ilk seçtikleri seçeneği hatalı olduğu gerekçesiyle sonradan değiştirip farklı bir seçeneği işaretleyen öğrencilerin verdikleri yanıtlar izlenir. Sonuçlar hiç de beklenildiği gibi değildir. Öğrencilerin hatalı olduklarını düşündükleri ilk yanıtların %75’i doğrudur. Yani öğrenciler ileride bir “keşke” tuzağına düşmemek için doğru yanıtlarını değiştirmişlerdir. Peki bu sonucu nasıl yorumlamalıyız?

Uzun yıllardır pişmanlık duygusunu araştıran psikolog Thomas Gilovich, 1995 yılında yazdığı “The experience of regret: what, when and why” adlı makalesinde bilinenin ötesinde oldukça farklı bir sonuca ulaşır. Araştırmaya katılanlardan hayatları boyunca en çok pişmanlık duydukları şeyleri sıralamaları istenir. Liste uzun olsa da son derece tanıdıktır. Okulda yeterince başarılı olmamak, kötü kariyer tercihi yapmak, sevmediği biriyle evlenmek gibi pişmanlıklar listenin en tepesindedir. Gilovich, pişmanlıkları üzerine katılımcılarla yaptığı testlerde, meydana gelen bir şeyin olumsuz sonuçlarını görmeleri kişileri pişmanlık duygusuna yönelttiğini görür. Çünkü yapılan bir seçim sonucu ortaya çıkan olumsuz bir sonucu görmek ve değerlendirmek herkes için oldukça kolaydır. Fakat Gilovich olumsuz sonuçlar üzerine duyulan pişmanlıkların sınırlı olduğunu fark eder. Çünkü kişilerin ortaya çıkan sonuçları bir süre sonra kabul ettiklerini fark eder. Yanlış bir kariyer, doğru olmayan bir evlilik veya okuldaki başarısızlığın yarattığı olumsuz sonuçlara kişilerin yüklediği pişmanlık duygusu son derece sınırlıdır. Yeni hayata alışmak kısa sürmüş gibidir. Peki öyleyse, nasıl oluyor da hala bu insanlar hayatlarının en büyük pişmanlığı dediği bu olayları unutamıyorlar?

İşte Gilovich’in takıldığı yer burasıydı. Geçmişte yaptıkları seçimlerin olumsuz sonuçlarını bugün kabul eden insanlar neden hala pişmanlık duymaktadırlar? Gilovich araştırmalarına devam eder ve sonunda bu sorunun yanıtına ulaşır. Kişilerin olmuş şeyler hakkında duydukları pişmanlık sınırlı olsa da olmamış şeyler hakkındaki pişmanlıkları sınırsızdır. Çünkü olası olumlu seçimlerin sayısı sınırsızdır ve bu tamamen sizin hayal gücünüzle alakalıdır. Mesela bir hisse senedini alarak yaşadığınız bir kayıp sonrası, oluşan zarar nedeniyle duyacağınız pişmanlık sınırlıdır. Fakat o hisse senedi yerine keşke şunu alsaydım şeklinde duyduğunuz bir pişmanlığın maalesef sınırı yoktur ve bunu sonsuza dek bir pişmanlık olarak taşıyabilirsiniz. Ya da onunla değil de şununla evlenseydim dediğinizde yeni aday sayısını milyarlara kadar arttırabilirsiniz. İşte bu tür bir pişmanlığın sonu yoktur ve hayatınız boyunca sizi etkileyebilir.

Yaşadığımız en büyük pişmanlığın geçmişte yaptığımız hatalar değil, bugün dediğimiz “keşke”ler olması muhtemeldir. Çünkü bugün yaptığımız mücadele, başkalarının geçmişteki pişmanlıklarından farklı bir şey değilmiş gibi durmaktadır.

Bu açıdan değerlendirildiğinde bugün yaşadığımız kriz de en iyi krizdir herhalde!

24 Kasım 2012 Cumartesi

Kendi aklınızı kullanmak ile başkasının akılsızlığını kullanmak aynı şey midir?

Durup dururken hiç tanımadığınız birine cebinizdeki paranın bir kısmını çıkarıp verir misiniz?.. Böyle bir soruya evet yanıtı verirseniz herkesin sizi aptal yerine koyması riskini de göze alırsınız demektir. Fakat yine de cevabın “Hayır vermem!” olduğunu düşünmeyin.

Şu anda devam eden ve çözümsüzlüğe giden Avrupa Birliği bütçe görüşmelerinde tam da bu durum yaşanmaktadır. Birliğin zengin ülkeleri yıllarca ceplerindeki parayı hiçbir neden yokken birliğin fakir ülkelerine dağıttılar. Fakat şimdi yaşanan kriz nedeniyle veremiyorlar. Bu da zengin ve fakir ülkeler arasındaki fikir ayrılığını arttırıyor. Bu noktada girişte sorduğumuz soruya dönelim. Eğer hiç tanımadığımız birine cebimizdeki paranın bir kısmını vermiyorsak Avrupa Birliği bu paraları yıllarca neden diğer ülkelere çıkarıp vermiştir dersiniz?

Klasik ekonomi öğretisi ve onun başrol oyuncusu rasyonel insana göre insanlar durup dururken paralarını başkalarına vermezler. Çünkü bu hiç mantıklı değildir. Fakat insan doğası üzerine yapılan araştırmalar zaten hiç de mantıklı yaratıklar olmadığımızı göstermektedir. Kendimizi nasıl hissettiğimiz, nasıl gördüğümüz, diğerlerinin bizi nasıl gördüğü gibi pek çok faktör bizi irrasyonel bir hale dönüştürmektedir.

Diktatör oyunu adlı bir deneyde kişilere 10 dolar verilir ve bu paranın ne kadarını deneye katılan ikinci oyuncuya vereceği sorulur. Kişi, ikinci oyuncuyu tanımamakta ve isterse paranın tamamını kendisi alma hakkına sahiptir. Üstelik bunu yaptığında ikinci oyuncu hiçbir itirazda bulunamayacak ve deney tamamlanmış olacaktır.

İkinci oyuncunun hiçbir pazarlık gücü olmadığı için bilinen tüm ekonomi teorilerine göre kendisine 10 dolar verilen oyuncunun tüm parayı kendisine saklaması gerekmektedir. Eğer bu para içinden 0,01 dolarını bile ikinci oyuncuya verirse, ikinci oyuncu için herhangi bir maliyet yaratmayacağı için kabul edilecektir. Bu ekonomistlerin söylediğidir. Fakat deneyden çıkan sonuçlar böyle değildir.

Kendisine 10 dolar verilenlerden çok azı paranın tamamını kendisine ayırmıştır. Katılanların önemli bir kısmı paranın 3 dolarını ikinci oyuncuya verir. Bu sonuç ekonomistleri şaşırtmıştı. Çünkü ortada hiçbir nedensellik yokken böyle bir sonucu açıklamak gerçekten zordu. Sizce insanlar ceplerindeki paranın %30’unu neden ismini bile bilmedikleri yabancılarla paylaşmışlardır?

Bu sorunun yanıtını bulmak için şimdi 2007 yılında Amerika’da yaşanan bir olaya dönelim. Bob Kitts adlı inşaat ustası, arkadaşı Amanda Reece’in evinin tadilatı için kendisiyle anlaşmıştır. Evi yıkacak ve yeniden yapacaktır. Bop çalışmalara hemen başlar ve evi yıkar. Oluşan atıkları kaldırırken evin temel duvarları içinde bir zarfa rastlar. Zarfın üzerinde “P.Dunne Haber Ajansı” yazmaktadır. Zarfı açar ve içinde 182.000 dolar para olduğunu görür. Paralar 1929 ekonomik buhranı sırasında duvarın içine saklanmış ve orada unutulmuştur. Şimdi Bob Kitts’in şu soruya yanıt vermesi gerekmektedir: Cebinizdeki parayı başkalarıyla paylaşır mısınız?

Bop’un para bulduğunu evin sahibi Amanda bilmemektedir. Bilse bile para onun değil, 90 yıl önceki sahiplerine aittir ve onların da kim olduğu belli değildir. Bop için karar verme anıdır ve Bop kararını verir. Evin sahibi Amanda’ya konuyu anlatır ve paranın bir kısmını kendisine vermek istediğini söyler. Amanda kabul eder ve Bop teklifini yapar. Bop’un teklifi paranın %10’udur.

Bu tutar deneylerin gösterdiği sonuçların oldukça altındadır. Zaten Amanda da bunu fark etmiş olacak ki paranın %40’ını ister. Oysa klasik ekonomi teorisine göre Amanda’nın teklifi kabul etmesi gerekirdi. Fakat Bop itiraz eder ve aralarında tartışma başlar. Yerel basına yansıyan olayı bir anda şehirde yaşayan herkes öğrenir.

Eğer Bop deneylerde ulaşılan sonuç olan paranın en azından %30’unu teklif etseydi anlaşmış olacaklardı. Fakat çok daha azını yapmıştı ve bu her ikisine de çok pahalıya patlamıştı. Birkaç gün içinde mahkemeden gelen mektupla şaşırmışlardı. Para zarfının üzerinde yazan P.Dunne Haber ajansının varisleri, sahibi oldukları gerekçesiyle paranın kendilerine verilmesini talep ediyorlardı. Sonunda da kazanan onlar olur ve paranın tamamını alma hakkını elde ederler.

İşte Avrupa Birliğinin zengin ülkeleri de yıllardır ceplerindeki paranın bir kısmını fakir ülkelere hiçbir görünür ekonomik neden yokken vermektedirler. Bugünlerde yaşanan tartışmalarda ise yoksul ülkeler, zenginlerin ceplerindeki paranın bir kısmını kendilerine vermek istememeleri nedeniyle şikayet etmektedirler. Tıpkı Bop’un, paranın %10’unu teklif ettiği Amanda’nın parayı az bulup kabul etmemesi gibi. Oysa klasik ekonomi, hem Amanda’nın hem de Avrupa Birliğinin yoksul ülkelerinin yapılan teklif ne olursa olsun kabul edeceğini söylüyordu. Fakat bekledikleri adil paylaşım bu değildi. Şimdi yazımızın başındaki soruyu yeniden soralım. Peki ama neden insanlar durup dururken ceplerindeki parayı paylaşma yoluna gidiyorlar?

İnsancıllık gibi ölçülmesi zor faktörlerin işin içinde olması muhtemel. Fakat araştırmacılar çok daha önemli bir ekonomik neden bulmuşlardır: Gelecekte bir karşılık bekleme!

Eğer gelecekte, bugün paranızın bir kısmını verdiğiniz bir yabancıdan bir karşılık bekliyorsanız veya bekleme ihtiyacı içine giriyorsanız, bu tür bir irrasyonel davranışa doğru yöneliyorsunuz. Gelecekte bir karşılık bekleme insanların binyıllardır evrimleşmiş bir özelliğidir. Gelecek belirsizliği avcı-toplayıcı toplumdan bugüne kadar insanoğlunun düşünce sisteminde kalıcı bir özelliğe dönüşmüştür.

Bugün Avrupa Birliğini kuranların yıllarca paralarını hiç tanımadıkları ülkelerle bölüşmesinin arkasında yatan sebep gelecekte Birlik otoritesini devam ettirmelerine ihtiyaç duydukları üye ülkelerin oylarıdır. Paralarını paylaşma nedenleri işte budur.

Diktatör oyunu, Avrupa Birliğini kuranların, paralarının bir kısmını sadaka olarak fakir ülkelere neden dağıttıklarını açıkça göstermektedir: Sadece oy için!

Paylaşmak üzerine dünya düşünce tarihinin yarattığı tüm bilgelik hümanizm üstüne kuruludur. Paylaşmanın ardındaki nedenselliğin bu ekonomik acı yönünü gösteren bir filozof ise bugüne kadar maalesef çıkmamıştır. Kendi aklınızı kullanmak ile başkasının akılsızlığını kullanmak sanıyoruz aynı görülmüştür.

23 Kasım 2012 Cuma

Homo economicus yaşıyor diye sevinmeli miyiz?

Bugün Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği görüşmelerinde aslında herkesin beklediği bir şey gerçekleşti. Parasal konular ve bütçe pazarlıkları yapılırken 27 ülke lideri görüş ayrılığına düştü. Hiçbiri birbiriyle anlaşamadı. Bu sürpriz bir şey değil. Ekonomik krizin yarattığı baskı ortamı, mümkün olan en düşük maliyetle en yüksek düzeyde kişisel yarar elde etmek isteyen homo economicus adlı yüz yıllık ekonomik atamızın hala yaşıyor olduğunu gösterdi bize. Fakat bu homo economicus, İspanya, İtalya, Yunanistan ve diğer borçlu ülkeler bu borçları yaratırken neredeydi? Ya da daha açık sorarsak, borçlu ülkeler dağ gibi borcu yaratırken de birlik üyesiydi. Peki o zaman nasıl anlaşmışlardı da şimdi anlaşamıyorlar?

Bugün yaşanan karmaşa ortamını görünce sanki bu borcu yaratan ülkeler bunlar değildi düşüncesine kapılan birçok kişi olmuştur. Avrupa Birliği ülkeleri bu borç yükünü yaratırken her konuda anlaşabilmişlerdi. Hiç kimse bu borçların bir gün ödenmesi gerektiğini hatırına getirmemişti. Peki ama Avrupa Birliği ülkeleri nasıl bir hata yapmışlardı da başlarına bunlar gelmişti? Bu kadar risk hangi kontrolsüzlük altında alınmıştı?

Bugün bile tüm yönetim guruları ve uzmanları topluluğun karar verme gücünün tek tek bireylerden daha üstün olduğunu söylerler. Farklı geçmiş, bilgi ve kariyere sahip kişilerin daha doğru ve dengeli bir bakış açısı gösterecekleri son derece mantıklı bir düşüncedir. Peki yönetim danışmanlarının söyledikleri gerçekten doğru mudur?

MIT’den James Stoner, 1961 yılında, grupların risk alma konusundaki davranışlarını incelediği araştırmasını yayınlar. İnsanların, risk almayı daha çok sevenler ve daha az sevenler olarak ikiye ayrılması mümkündür. Stoner, bu gerçeği kullanarak zekice bir deney tasarlar. Amacı riskli kararların nasıl alındığını bulmaktır. Riskli yatırım kararlarından oluşan bir dizi soruyu önce tek tek bireylere, sonra 5’er kişiden oluşan gruplara sorar. Sonuçlar oldukça şaşırtıcıdır. Bireysel alınan kararlardan çok azı daha riskli olan yatırım seçeneğini seçmiştir. Oysa grup olarak alınan kararların neredeyse tamamı daha riskli olan yatırım seçeneğini seçmiştir. Stoner ve sonrasında birçok araştırmacı bu hipotezi yüzlerce kez yeniden test etmişlerdir. Fakat sonuç hep aynı çıkmıştır: Grupça alınan kararlar daha risklidir. Peki ama neden?

Grupların daha riskli kararları bireylere göre daha kolay alabilmesinin nedeni ilk bakışta fikir birliği gibi gelebilir. Ama Stoner araştırmalarında daha farklı bir olguya ulaşmıştır: Kutuplaşma!

Bir gruba dahil olmak, kişilerin fikirlerini abartarak tek başlarına alacaklarından daha riskli kararlar almalarına neden olmaktadır. Böylece bireylerin başlangıçtaki eğilimleri ile kıyaslandığında ortaya son derece riskli bir karar çıkabilmektedir. Sizinle aynı düşüncelere sahip insanlarla bir araya gelmek mevcut düşüncelerinizi daha da güçlendirir. Yeni ve sizinkine ters bir fikir duyduğunuzda ise bir anda bu karşıt fikri savunur olarak bulabilirsiniz kendinizi. Bu sizin daha önce aşırı bulduğunuz bu düşünceyi, herkesin tuhaf bulacağı düşüncesiyle kendinize saklamış olmanızdan kaynaklanır. İşte o an sizin gibi düşünen birilerini gördüğünüzde bu uç fikirler su yüzüne çıkar. Böylece artan aşırılık herkesin kendi uç görüşünü ortaya çıkarmaya ve desteklemeye yönlendirir. Bu da başta hiç düşünülmeyen riskli seçeneğin kabul edilmesine sebep olur.

Bugün bu olguya, işadamlarının bir araya geldiğinde riskli projelere yatırım yapmasında, gençlerden oluşan çetelerin daha saldırgan olmalarında, internetteki tartışma gruplarında uç fikirlerin daha kolay paylaşılması gibi birçok yerde rastlarız. İşte, bugün birbirleriyle anlaşamayan Avrupa Birliği üyeleri yıllar önce Stoner’ın ortaya koyduğu bu tuzağa düşmüştü. Ülkelerin borç seviyelerinin artması kararları, başta bireysel olarak ülkelerin düşündüğü seviyelerin çok çok üzerinde alınmıştı. Grup olarak daha iyi kararlar alacaklarını düşünen ülkeler söz konusu risk olduğunda daha berbat kararlar alabileceklerini hiç düşünmemişlerdi. Bunun sonucunda da bugünkü borç ve risk çıkmazı oluşmuştu.

Kendi kendine verilmemiş kararların ekonomik, sosyal ve ahlaki sorumluluğunu Yunanistan, İspanya ya da Portekiz gibi ülkelere yüklemek doğru bir davranış değildir. Fakat lider ülkeler ve halkları bu yönde güçlü bir kararlılık içinde. Keşke aynı kararlılığı, daha önce alınan kararlara engel olmakta gösterebilseydiler.

Birlik ülkeleri kendileri için en yararlıyı en düşük maliyetle istiyorlar ve bunu almak için büyük bir çaba içindeler. Piyasalar ise bu isteklerden son derece rahatsız ve tedirgin. Onlar, ülkelerin daha azına razı olmaları ve söylenileni yapmalarından yanalar. Ne dersiniz, homo economicus yaşıyor diye sevinmeli miyiz?

22 Kasım 2012 Perşembe

Kim Kardashian kadar yeteneksizim ama neden hala ünlü değilim?!

Fiyatını sorgulamadan alışveriş yaptığımız zamanlar çok azdır. Maliyet ve fiyat arasındaki mantıksal ilişkiyi sorgulamak beynimizin otomatik bir düşünce şekli gibidir. Fakat bu sorgulamayı yapmadığımız anlar da vardır. Mesela hisse senedi alırken…

Tim Harford, Görünmeyen Ekonomist (The undercover economist) adlı kitabında bir fincan kahve için ne kadar ödemeye isteklisiniz diye sorar. Diyelim ki 10 lira veriyorsunuz. Öyleyse basit bir fiyat maliyet ilişkisi yapalım. Kahve çekirdekleri, bardak, kapak, şeker, ineği yetiştirme maliyeti, aydınlatma, servis ücreti ve diğer maliyetleri ekleyelim. Sonra da 1 bardak kahve için maliyetin ne olacağını düşünelim. Yapılan araştırmalara göre 10 liralık bir bardak kahvenin maliyeti 1 liradan daha azdır. Aslında bu hesabı birçok insan yapıyordur ama sonuçta çok az insan fiyat ve maliyet arasındaki eşitsizliği yüksek bularak satın almaktan uzak duruyordur.

Bir hisse senedi de bir fincan kahve gibidir. Diyelim ki Apple hisse senedi almayı düşünüyorsunuz. 1 Apple hisse senedine ne kadar ödemek mantıklıdır sizce. Apple’ın şu anki değerinin 560 dolar düzeylerinde olduğunu bilerek zihinsel bir maliyet-fiyat sorgusu yapalım. Herkesin hayranı olduğu Apple ürünlerini yapmak için öncelikle malzeme, pil, bellek gibi hammaddelere ihtiyacınız olacaktır. Üretimin kendi fabrikalarında yapılmadığını düşünürsek toplu bir üretim maliyeti ve nakliye maliyeti de eklenmelidir. Hatta belki bu ürünleri tasarlamak için zeki adamlara birkaç ay/yıl boyunca ödenen ücretleri de eklemeliyiz. En sonunda da görünür bir gelecekte bu ürünlerden ne kadar satış ve kar elde edeceğimizi hesaplamalıyız. İşte 1 Apple hisse senedinin fiyatına böylece ulaşmış oluruz. Bu fiyatı bir bardak kahve hassasiyetiyle söylemek mümkün değildir ama oransal olarak ondan çok farklı olması da mümkün değildir. Bugün 560 dolar olan Apple hisse senedinin değeri böyle bir zihinsel hesaplama ile 50 dolardan fazla çıkmayacaktır. Bu çıkarımı hatalı bulanlar varsa eğer şirketin iki ay önce 700 dolar olan değerinden 140 doların bu kısa süre içinde nereye uçtuğunu açıklamaya başlayarak zihinsel sağlamalarını yapabilirler. Peki ortaya koyduğumuz bu modele göre aradaki yaklaşık 500 dolarlık fark neyi ifade ediyor?

Amerikalı magazin yıldızı Kim Kardashian bugün artık magazin sayfalarından daha fazla sosyoloji araştırmalarına konu olmaktadır. Kim Kardashian etkisi diye tanımlanan bir olgu çözülmeye çalışılmaktadır. Sosyoloji uzmanlarının sordukları soru oldukça basittir: “Hiçbir yeteneğe sahip olmayan biri sadece birkaç yıl içinde büyük bir imparatorluğu nasıl kurabilir?”

Kardashian, bir TV kanalının ev kadınları için hazırlanan klasik programlarından birini sunuyordu ve kendisini ailesinden ve arkadaşlarından başka kimse tanımıyordu. Aynı saatte diğer kanallarda benzer programları yöneten rakipleri ise oldukça ünlü kişilerdi. Kardashian bir şekilde rakiplerini alt etmeliydi ama hiçbir yeteneği olmayan biri bunu nasıl başarabilirdi?

Aslında bu sorunun yanıtını bilen tek kişi kanalın program yöneticisiydi. Normal şartlarda Kardashian’ı bu programa çıkarmaması gerekiyordu. Fakat böyle bir programa çıkması gereken ünlülerin talep ettikleri ücret o kadar yüksekti ki, o anda program yöneticisinin aklında yeşil ışık yanmıştı: “Hiçbir yeteneği olmayan birini star haline getirmek bir starı program için kiralamaktan daha ucuzdur.” İşte bu düşünce ile Kardashian kardeşlere büyük bir güç imparatorluğu yaratılmıştı. Bunu yaratırken de kullanılan malzeme sadece “popülerlik” denilen algılamaydı.

Apple’ın 560 dolarlık fiyatının arkasında, yarattığı ve sattığı harika elektronik eşyalar vardır. Ama fiyatı 560’a çıkaran tek etki bu değildir. Peki nedir sorusunu ekonomistlere sorduğunuzda şu yanıtı alırsınız: “Bu değer şirketin gelecekteki tüm satışlarından elde ettiği kazançların bugüne indirgenmiş halidir...” Fakat sadece iki yıl sonra bile Apple’ın nerede olacağını kimse bilemezken siz bunu nasıl biliyorsunuz diye sorduğunuzda ise ekonomistler bu kez şöyle diyeceklerdir: “Biz demiyoruz, piyasa diyor zaten!”

Ekonominin uzmanı sayılan ekonomistlerin bile bilemediği bir şeyi piyasa denilen profesyonelden amatöre birçok yatırımcı ve aktörün oluşturduğu kalabalığın bileceğini söylemek hayalciliğin daha ötesidir. Bir şirketin bırakın 10 sene veya 5 sene sonrasını, gelecek yıl nerede olacağını bile kestirmek mümkün değildir. Hele hele bunu konunun uzmanı olmayan birilerinin bilmesi hiç mümkün değildir. Öyleyse başta sorduğumuz soruyu yeniden soralım: Apple’ın fiyatı nasıl oluşuyor?

Kim Kardashian efsanesi nasıl yaratılıyorsa, hisse senetlerinin değeri de aynı şekilde oluşuyor aslında. Bir firmanın, insanların algılamasında yarattığı güçlü duygular, bu en basit haliyle popülerlik olarak ifade edilebilir, fiyatların oluşmasına ve anlık olarak değişmesine neden oluyor. Piyasalar denilen yapı ise bu tür şirketleri daima vitrine çıkararak popülerliklerine popülerlik katıyor. Ekonomistlerin, fiyatlar her tür bilgiyi yansıtıyor açıklaması acaba 2 ay içinde Apple’ın fiyatındaki 160 dolarlık düşüşün ne tür bir bilgiden kaynaklandığını da açıklayabilir mi? Hikaye dinlemek isteyenlere, evet…

Acaba “Apple hissesi alır mısınız” sorusu yerine, “1680 dolara 3 Apple hissesi mi, yoksa 1730 dolara 1 ons altın mı alırsınız” sorusunu sorsak Apple hissesine yatırım yapanlar ne derler? Soruların sadece cevabı duymak istediğiniz zaman var olabileceğini hatırınızdan çıkarmayın. Ve unutmayın ki gelecek aklını kullananlar için gerçek, hayalciler için umut doludur.

Soruyu duymak istediğinizde ise sorduğunuz asla şu olmasın: “En az Kim Kardashian kadar yeteneksizim ama neden onun kadar ünlü değilim?..”

Maalesef finansal piyasalar her gün kendine bu soruyu soran insanlarla dolmaya başladı…

21 Kasım 2012 Çarşamba

Bu krizden bizi ancak 11 yaşındaki bir çocuk kurtarabilir!

Avrupa Birliği maliye bakanlarının Yunanistan konusunda anlaşma sağlayamaması yine piyasaların gündeminde. Endişeler yine artmaya başladı. Çünkü AB ve Almanya gibi lider ülkelerin çözmesi gereken tek sorun Yunanistan değil. Masada üç büyük sorun duruyor. Bunlardan ilki ve en önemlisi AB’nin devamlılığı. İkinci sorun Yunanistan’ın mali yönden desteklenerek euro birliğinin dışına çıkmamasını sağlamak. Üçüncü sorun ise diğer Avrupa ülkelerindeki kriz nedeniyle euro birliğinin ve dolayısıyla euronun dağılma ihtimali. İşte AB yöneticileri böyle bir ortamda Yunanistan’a gereken desteği vermeli miyiz diye düşünüyorlar. Birlik ülkeleri, vatandaşlar ve yatırımcılar da bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorlar. Ne dersiniz, sizce Birlik yöneticileri Yunanistan’ın bir türlü düzlüğe çıkamayan ekonomisini kurtarmalılar mı?

Aslında piyasaları tedirgin eden bu sorunun yanıtını bulmak oldukça kolay. Bu birçoklarına şaşırtıcı bir çıkarım gibi gelebilir. Ne yapılması gerektiği üzerine odaklanmak yerine AB’nin ne karar vereceğini söylemek yıldız falcılığından başka bir şey değildir diye düşünenler şüphesiz çoğunluktadır. Çünkü rasyonel bir ekonomist daima en iyi çözümü arar. Fakat çözüm bazen ortadadır ve onu görmek irrasyonel bir bakış açısı gerektirebilir. Evet, AB’nin Yunanistan konusunda hangi kararı vereceğini bilmek çocuk oyuncağı! İnanılmaz gibi gelse de 11 yaşındaki çocuk bile Yunanistan konusunda hangi kararın verileceğini kolayca bulabilir. Nasıl mı?.. Sadece biraz oyun teorisi ve davranışçı finans bilerek…

Japon elektronik firması Maspro Denkoh 2005 yılında elindeki kıymetli tabloları satmaya karar verir. 20 milyon dolar değerindeki tablolar içinde Picasso, Van Gogh, Cezanne gibi ressamların tabloları yer almaktadır. Bu tabloları satmak için iki büyük şirket Sotheby’s ve Christie’s firmaya başvurur. Fakat firma bu iki büyük müzayede evi arasında karar veremez ve firmalara şöyle bir bildirimde bulunur: “Tek el taş, makas, kağıt oyunu oynanacak ve kazanan resimleri satacaktır.”

Taş, makas, kağıt oyunu belki de her yaşta oynanan en yaygın el oyunlarından biridir. İki kişi ile oynanan bu oyunda eller taş, makas, ya da kağıt formuna sokulmadan önce yumruk yapılır, aynı anda üçe kadar yavaş yavaş sayılarak ele istenilen şekil verilir ve kazanan belli olur. Bu basit oyunda taş makasa, makas kağıda, kağıt da taşa üstün gelir. İşte Japon elektronik firması Maspro Denkoh’un müzayede evlerinden oynamasını istediği oyun budur.

Sotheby’s oyunu tamamen bir şans oyunu olarak değerlendirir ve kazanma şansını %50 olarak görür. Düşünceleri son derece rasyoneldir; böyle bir oyunda karşı tarafın ne yapacağını bilemezsin. Sonra da teklifini firmaya iletir. Sotheby’s’in teklifi kağıttır.

Şimdi sıra Christie’s’in teklifindedir. Fakat onlar Sotheby’s gibi bunun bir şans oyunu olduğunu düşünmezler ve tarihin en genç davranışçı finans ve oyun teorisyenlerini işe alırlar. Bunlar Flora ve Alice adlarında 11 yaşındaki ikiz kardeşlerdir. Flora ve Alice bu oyunu okulda öğrenmişler ve boş zamanlarında eğlenmek için oynamaktadırlar. Christie’s onlara eğer böyle bir oyuna katılsaydınız hamleniz ne olurdu diye sorar. Kızlar biraz düşündükten sonra makas yanıtını verirler. Christie’s teklifini makas olarak firmaya gönderir. Kısa bir süre sonra yanıt gelir. Kazanan Christie’s’dir.

Bu sonuca Christie’s de şaşırır. Çünkü bu hiç beklemedikleri bir sonuçtur. Şaşkınlıkla Flora ve Alice’e dönerler ve oyunu nasıl kazandıklarını sorarlar. Kızlar, doğru yanıtı bulmalarının çok kolay olduğunu söyleyerek üç aşamalı stratejilerini anlatırlar.

 Taş psikolojik olarak en güçlü hissettiren seçenektir.
 Eğer rakibiniz bir acemiyse; o, sizin taşı seçeceğinizi düşünür ve kendisi taşı yenecek olan kağıdı seçer.
 Öyleyse sizin seçmeniz gereken makastır.

Flora ve Alice şansın doğasını basit bir yaklaşımla çözmüşlerdi. Onlara göre Sotheby’s acemiydi ve hataya düşecekti. Öyle de olmuştu.

İşte bugün Yunanistan’ı kurtarıp kurtarmamaya karar verecek olan Avrupa Birliği temsilcileri aslında masada üç seçenekle karşı karşıyalar ve oynamaları gereken taş, makas ve kağıt oyunu. Psikolojik olarak en güçlü hissettiren seçenek, yani taş, Birliğin her koşulda devam etmesi. Taşı yenecek olan kağıt rolündeki sorun ise euro birliğinin sona ermesi. Herkes bu iki sorun arasındaki düşünürken makas rolündeki seçenek olan Yunanistan’a gereken desteğin her koşulda verilmesi kazanan olacaktır. Çünkü Birliği yönetenler tecrübeli insanlar ve acemiler hangi seçeneği seçerse seçsin onlar neyi seçmeleri gerektiğini biliyorlar. Bunu daha önce de defalarca yaptılar.

Finansal piyasalarda sadece zayıf olanlar şansı suçlarlar. İyi ve kötü şans, iyi ve kötü seçimler sonrası geliyorsa yapmamız gereken biraz daha fazla düşünmek olabilir. Eğer Avrupalı liderler yaşadıkları krizi çözemiyorlarsa 11 yaşındaki herhangi bir çocuktan yardım alabilirler. O mutlaka çözümü bulacaktır.

20 Kasım 2012 Salı

Sevgiliniz sizi aldatırsa ne yapmalısınız?

Piyasaların 1929’dan bugüne kadar yaşanan tüm finansal krizler sonrasında hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi belki artık hiçbirimizin şaşırdığı bir konu değildir. İnsanların ekonomisi ile finansal piyasaların davranış şekli iki farklı aslandır. O nedenle aslanlardan birinin yaralanmış olması diğer aslanın yoluna devam etmesine mani değildir.

Piyasalar daima yollarına devam edecekleri mekanizmaları yaratmakta son derece başarılıdırlar. Piyasada para bitince merkez bankalarının “şirketler bana lazım, en iyisi para enjekte edeyim (QE-parasal gevşeme)” demeleri, hükümetler büyük finansal kuruluşlar nakde sıkışınca “batmaları yararıma değil” deyip kurtarmaları (too big to fail) veya türev piyasalar balonu taşınamayacak noktaya gelince yeni düzenlemeler yapılması piyasaların enerjisini hiç düşürmeden yoluna devam etmesini sağlayan yöntemlerdir. İşsizlik gelişmiş Avrupa ülkelerinde bile %20’lere dayanmışken borsalar tarihi zirvelerinde dolaşmayı başarabiliyor. Hükümetlere güven en düşük seviyelerdeyken, o hükümetlerin çıkardığı tahvillere güven en üst seviyede olabiliyor. Peki ama piyasalar bu bitmek tükenmek bilmez enerjiyi nereden alıyor? İnsanlar karşılaştıkları küçük sorunların bile üstesinden gelmede zorluk çekerken, ekonomiye vurulan her büyük darbe nasıl oluyor da piyasalar tarafından kolayca geçiştirilip yola devam edilebiliyor?

Keşke hayatımızda karşımıza çıkan sorunları da piyasalar gibi kolaylıkla çözebilsek. Peki neden bunu her zaman başaramayız? İşyerinde yöneticimizin hakkımızdaki olumsuz bir görüşü neden bizi uzun süre etkiler? Hisse senetlerimizi düşük fiyattan satınca neden uzun bir süre yeniden almaya yanaşamayız? Arkadaşlarımızın hakkımızdaki olumsuz dedikoduları neden bizi rahatsız eder? Keşke biz de piyasalar gibi bu sorunların kolayca üstesinden gelebilsek. Piyasalar gibi sinirlilik, ümitsizlik ve hayal kırıklığı yaşamasak. Ne dersiniz, bunun kolay bir yöntemi olamaz mı?

Birçok kadının yaşadığı en büyük sorunlardan biri sevgilileri tarafından aldatılmaktır. Bu gerçekten yaşayan açısından üstesinden gelinmesi zor bir sorundur. Kızarsınız, bağırırsınız, sokağa çıkarsınız, unutmaya çalışırsınız ama bir türlü bir çözüm bulup yaşadığınız yoğun duyguları kontrol altında tutamazsınız. H.Tennen ve G.Affleck adlı psikologların 2001 yılında yayınladıkları bir makale hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir çözüm olduğunu söylüyordu. Üstelik bunun için günlere, haftalara, aylara değil sadece birkaç dakikaya ihtiyacınız vardır.

Psikologlar birçok aldatılma vakasını incelemişler ve böyle bir durumda kadınların ne tepkiler verdiklerine bakmışlardır. Streslerini yenmeye çalışanlar, terapiste gidenler, yakınlarına konuyu anlatıp destek alanlar, unutmak için türlü eylemler yapınlar maalesef aldatılmanın yarattığı karmaşık duyguları uzun süre yenememişlerdir. Oysa azınlıkta kalan bir grup birkaç dakika içinde her şeyi unutmuş, hayata yeni bir başlangıç yapmıştır. Psikologlar bu gruptaki kadınları biraz daha yakından incelediklerinde, onların basit bir teknik kullandıklarını görürler. Aldatılan bu kadınlar kendilerine basit bir soru sormaktadırlar: “Peki bunun bana ne faydası var?” Sonrasında da bu soruya yanıtlar vererek yeni bir hayata başlamaktadırlar.

İşte her şey basit bir sorunun yanıtını bulmaya bağlıydı: “Peki, bunun bana ne faydası var?” Finansal piyasaların her çöküşte yeniden dirilmesinin arkasında da kadınların bu davranış şekli vardır. Her kriz piyasalar için bir fırsat olarak algılanır. Her düşüş bir alım fırsatı, her çöküş yükselişin başladığı andır. Yatırımcıların böyle durumlarda kendilerine sordukları tek bir soru vardır. Aldatılmış olmanın verdiği acıya benzer bir duygu yaşamalarına rağmen kendilerine şu soruyu sorarlar: “Peki bu krizi nasıl fırsata çevirebilirim?”

İlk kez aldatıldığınızda suçun önemli kısmı size ait olmayabilir ama ikinci defa aldatılırsanız suçun tamamı sizindir. Ekonomik krizler hayatın gerçekleridir ve sizi her zaman aldatabilirler. Öyleyse onlara karşı mücadele etme yöntemlerini, yani aldatılamama yöntemlerini geliştirmeniz gerekir. Unutmayın finansal piyasalarda işlem yapan biriyseniz, biri size masum olduğunuzu söylerse bu sizin zekanıza hakarettir.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Kız arkadaşınızı ilk randevuda nereye götürmelisiniz?

Korku filmi seyretmek birçoklarının tutkusudur. Özellikle de ekonomik kriz zamanlarında…

Bu fikir birçoklarına tuhaf gelebilir ama Darren Mooney’in birkaç hafta önce yazdığı bir gazete yazısında bu düşünceyi haklı çıkaran önemli bilgiler yer alıyor. Ona göre özellikle ekonominin durakladığı zamanlar insanların daha fazla korku filmi izlediği zamanlar oluyor. Korku sinemasının en önemli karakterlerinden olan Dracula, Frankenstein ve King Kong 30’lu yıllardaki büyük buhran zamanında yaratılmıştır. 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizde ise The Amityville Horror gibi filmler büyük gişe hasılatı yaratmıştı. İşte, yazara göre şu anda dünya böyle bir dönemden daha geçiyor. Paranormal Activity 4, House at the End of the Street ve Silent House gibi filmlerin yüksek başarısı ekonominin 30’lar ve 70’lerde olduğu gibi büyük bir durgunluk içinde olduğunu gösteriyor. Şüphesiz ekonominin içinde olduğu krizi görmek için korku filmlerine bakmak gerekmiyor ama acaba korku filmleri ile ekonomi arasında bir ilişki olabilir mi?

Yazar Darren Mooney ekonomi ve korku arasındaki ilişkiye fenomenel olarak ortaya koyarken gerçekte böyle bir ilişki varsa eğer, bunun nereden kaynaklandığını söyleyemiyor. Öyleyse şimdi gelin hep beraber ekonomi ile korku arasındaki yakın ilişkinin psikolojik köklerini bulmaya çalışalım.

Kadınların herhangi bir çevresel faktörü değerlendirme eğilimleri yani tutumları ile bu tutumlarının sonucu olan davranışları arasındaki ilişkinin sırları ekonominin de sırlarını oluşturur. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse bir erkek için kız arkadaşıyla ilk kez çıktığı gün önemlidir. Çünkü her şeyin başlangıcı o ilk randevuda kadının tutum ve davranışlarına bağlı olacaktır. Eğer kadın o gece kendini mutlu hissederse büyük olasılıkla ilişkinin devam etmesini isteyecektir; beğenmezse de bitirilmesini. Bu iki seçenek her zaman erkek için önemli bir kararı zorunlu kılar: Acaba kız arkadaşını nereye götürmelidir? Güzel bir restorana, romantik bir filme, sahilde yürüyüşe, güzel müzik çalan bir pub’a veya daha yaratıcı başka bir yere… Ne dersiniz kız arkadaşınızı etkilemek için en uygun yer neresidir dersiniz?

B.Cohen ve G.Waugh adlı psikologlar bu sorunun yanıtını ortaya koyan “At the movies” adlı makalelerini 1989 yılında yayınladıklarında herkes birbirine bakakalmıştı. Çünkü ileri sundukları gerçek pek alışıldık değildi.

Psikologlar doğal alanlar, lunapark, sinema gibi yerlerde birçok farklı deney yapmışlar ve hep aynı sonuca ulaşmışlardı. Ne romantik bir film, ne güzel bir restoranda akşam yemeği, ne de sahilde romantik bir yürüyüş doğru randevu değildi. Psikologların yaptıkları deneylere göre kadınların nabız atışı ne kadar yükselirse partnerlerini o kadar fazla çekici buluyorlardı. Psikologların önerisine göre ilk randevunuzda kız arkadaşınızı götüreceğiniz yer ürkütücü bir yer olmalıydı; ya da en azından bir korku filmi. Böyle bir yere götürdüğünüz için kız arkadaşınızın sizi fazlasıyla tuhaf bulması riski vardı ama bilimsel olarak da sizi fazlasıyla çekici bulacaktı. Bu da istediğinize ulaşmış olduğunuz anlamına gelecekti.

Ne bir klasik müzik konseri, ne de bir doğa yürüyüşü kız arkadaşınızdan beklentinizi maksimize edecek yollar değildir. Yapmanız gereken onun kalbinin hızlı şekilde atmasını sağlamaktır. Kadınların ilk randevudaki tutumları daima romantizm odaklı olmasına rağmen; ancak davranışları yüksek adrenalin içerirse erkek istediğini alabilmiş olacaktır.

İşte ekonomi le korku arasındaki ilişki kadınların tutum ve davranışları arasındaki tutarsızlığa benzer. Ekonominin kötü gittiği dönemler insanların piyasalardan kaçtığı değil, daha fazla yaklaştığı dönemlerdir. Kötü giden ekonominin yükselttiği nabız insanları ekonomik kararlarında daha istekli ve piyasalara daha girişken kılar. 2007’de başlayan krizde ülkeler giderek kötüleşirken hisse senedi piyasalarının tarihi rekorlar kırmasının ardındaki sebep de budur: Yüksek nabız yüksek cazibe! Ekonomi kötü gittiği sürece de insanlar piyasalara daha fazla akın etmeye devam edeceklerdir.

Bir korku filminden doğacak aşk hikayesi ne kadar uzun süreli olur diye düşünenler olacaktır ama unutulmamalıdır ki bir dairenin başlangıç ve bitiş noktaları da aynıdır. Tıpkı ekonomi ve duyguların başlangıç ve bitiş noktalarının da aynı olduğu gibi.

18 Kasım 2012 Pazar

Zengin ve yakışıklıysanız evde kalabilirsiniz!

Bugün artık finansal piyasalarda işlem yapan profesyonellerden amatörlere kadar herkes casino mantığı içinde düşünme yetisi kazandığı için, her gün büyük dalgalanmalar gösteren hisse senetlerinin fiyatının nasıl oluştuğu ve neyi ifade ettiği hakkında pek fazla bilgi sahibi değildir. Günlük faaliyetlerini gerçekleştiren firma çalışanları da şirketlerinde herhangi bir normal dışı durum olmadığını bilseler de şirketlerinin hisse senetlerindeki gün içi değişimleri normal karşılarlar. Peki ama her an değişen hisse senedi fiyatlarını nasıl yorumlamalıyız öyleyse? Bu kadar normal karşılamak bizi anormal durumuna düşürmez mi?

Ekonomistler bu değişimin mantıksal dışavurumunu genellikle etkin piyasalar hipotezi ile yaparlar. Piyasaların bilgi açısından etkin çalıştığını bu nedenle de hisse senedi gibi varlıkların mevcut bilgiye ve yeni bilgiye en yüksek hızda tepki verdiğini söylerler. Bir hisse senedinin değerinin mevcut bilgiyi içermesi oldukça mantıklıdır ama yeni bilgiyi içerdiğini söylemek biraz ezoterik olmaz mı? Ekonomistlere göre yeni bilgi şu anda bilinmeyen fakat gelecekte rastlantısal olarak ortaya çıkacak bilgi olarak tanımlanır. Kaba bir çıkarımla açıklamak gerekirse, bugün yaptığımız bazı tahminler bize gelecekte bir şeyler olacağını söyler ve sonra da bu olayların gerçekten olduğu varsayımını kullanarak hisse senedi fiyatlarını değiştiririz. Herkesin hayal gücü olduğu için de fiyatlar dalgalanır durur. Her ne kadar eleştirel yanı güçlü olsa da etkin piyasalar teorisi son derece karmaşık bir değerleme modeli kullanır. Şu ana kadar birçok bilimsel model ileri sürülse de bu değerleme modelinin hangi insan davranışından evrildiğini söyleyen çıkmamıştır. Gelin şimdi hep beraber hisse senetlerinin günlük fiyatlarının ardındaki irrasyonel insan davranışını bulmaya çalışalım. Bunu yaparken de daha kolay anlaşılmasını sağlamak için facebook örneğini kullanalım.

Dünyanın en büyük müşteri portföyüne sahip şirketi olan facebook 17 Mayıs 2012 tarihinde 38 dolar fiyat ile halka arz edildi. Dünya sosyal medyasını veya başka bir ifadeyle söylersek dünya düşünme, yaşama ve paylaşma işlem hacminin neredeyse tamamını elinde bulunduran facebook için 38 dolarlık başlangıç fiyatı son derece makuldü. Fakat facebook’un değeri halka arz olur olmaz düşmeye başladı. Önlenemez çöküş bugün bile sona ermiş değil. Facebook’un şu an değeri 23 dolar seviyelerinde. Hala insanlar facebook’ta hesap açmaya devam ederken, şirketler aktivitelerini facebook’a kaydırırken ya da kısaca dünya facebook ile yaşamaya devam ederken, şirketin hisse senetleri neden bu kadar düşük bir fiyattan değerleniyor? Hangi düşünce ve davranış şeklimiz bu fiyatı oluşturuyor? Ya da etkin piyasa hipotezini savunan ekonomistlerin bakış açısıyla sorarsak, gelecekte ne tür bir olayın olmasını bekliyoruz da bu bilgiyi şu anki fiyatlara yansıtarak fiyatı bu seviyelere düşürmüş bulunuyoruz?

Bu zor sorunun yanıtı kadınların anlaşılması oldukça zor bir davranış şeklinde saklı. Psikolog Simon Chu ve bir grup arkadaşı 2007 yılında “Too good to be true?” adlı bir makale yayınlarlar. Makale kadınların karar verme sisteminde o ana kadar ortaya konulamamış çok tuhaf bir şeyi ortaya çıkarmaktadır: “Bazı harikalar gerçek olmamalı!”

Chu ve arkadaşları kadınlar hakkında herkesin bildiği bir gerçekle yola çıkarlar. Kadınlar iyi görünüşlü ve mevki sahibi erkeklerden hoşlanmaktadırlar. Birçok kadını deneylerine konu eder ve bu varsayımların ne kadar doğru olduğunu uzun vadeli bir ilişki açısından test ederler. Yapılan deneylerde kadınlar birçok erkeğin fotoğraflarına ve kısa özgeçmişlerine bakarlar ve kararlarını veriler. Kadınların tamamına yakını iki farklı erkek modelini evlenilecek erkek olarak seçerler. Bunlar yakışıklı ama yüksek bir mevki sahibi olmayan erkekleri ile yakışıklı olmayan ama yüksek bir mevki sahibi olan erkeklerdir. Fakat bu sonuçlar araştırma ekibini oldukça şaşırtır. Çünkü kadınlar en mantıklı ve değerli evlilik seçeneği olan hem yakışıklı hem de mevki sahibi olan erkekleri seçmezler. Yani yakışıklı erkekler diğerlerine, yüksek mevki sahibi olanlar az maaşı olanlara tercih edilirken hem yakışıklı hem de yüksek mevki sahibi olan erkekler uzun vadeli bir ilişki ya da evlilik için tercih edilmemiştir. Peki, en rasyonel seçenek olan bu seçenek neden tercih edilmemiştir dersiniz?

Simon Chu ve arkadaşları bu kez araştırmalarını bu soruya yöneltir ve kısa zamanda kadınların neden böyle karar verdiğini bulurlar. Kadınlar şöyle düşünmektedir: “Hem yakışıklı hem de yüksek mevkili bir erkek tüm kadınlar tarafından hoş bulunacağından eşine sadık olmama ihtimali yüksektir.”

Evet kadınlar gelecekte olması muhtemel bir olayı olması yüksek ihtimalmiş gibi karar mekanizmalarına ekleyerek kararlarını vermişler ve hem yakışıklı hem de mevki sahibi erkekleri evlilik için tercih etmemişlerdir. İşte hisse senetlerinin fiyatlarının oluşmasında da kadınların bu karar verme sistemlerinin izleri vardır.

Facebook örneğine dönersek sosyal medya gibi 5 yıl, 10 yıl veya 20 yıl sonra hangi boyutta olacağı bilinmeyen bir alanda facebook gibi güçlü bir şirkete bile güvenemezsin. Bugün hem çekici hem de mevki sahibi biri gibi olsa da şirketin son derece hızlı değişen dünyada gelecekte başka bir trendin etkisiyle yok olup olmayacağını kim garanti edebilir?.. İşte bu risk bugünkü fiyatlara yansıtılır ve bunun sonucunda da fiyatların sürekli değişen yapısı ortaya çıkar.

Kadınların gelecek hayallerini gerçeğe dönüştürürken kullandıkları “bazı harikalar gerçek olmamalı” bakış açısında olduğu gibi piyasalar da şirketler ne kadar harika olsalar da geleceğin getirebileceği en olumludan en olumsuza uzanan her çeşit senaryoyu kararlarına yansıtarak fiyatların günlük dalgalanmalarına ve oluşmasına neden olurlar.

Finansal piyasalardaki herkes bugün hisse senetlerinin değerindeki dalgalanmayı sorgulamadan normal bulmaktadır. Alışılabilir olan her şey doğal gözükmeye başlarsa, doğal olmayan her şey de sadece alışılmış olmayan olarak görülür. Sonrasında da yaşanan en acı krizler bile sadece alışılmadık olarak değerlendirilip köklerindeki doğal olmayan davranışların ortadan kaldırılmasına asla yönelinmez. Bu nedenle de krizler kolay kolay çözülemez.

17 Kasım 2012 Cumartesi

Görünmez El:Erkeğin bir macerası kadının hayat hikayesi!

Hayatın her anında karşımıza çıkan ve aynı zamanda ekonominin en eski gizemi olan “görünmez el” ekonomi biliminin en önemli teorisidir. Bir ahlak felsefecisi olan Adam Smith’in bulduğu bu kavram herkesin uyumsuz yaşadığı bir toplumda uyumun kendiliğinden ortaya çıkacağı düşüncesine dayanır. Peki ama nasıl? Görünmez el nasıl bir gizemli güçtür ki kimsenin uyum içinde olmadığı bir ortamda bile bir denge yaratabilmektedir?

Hiç şüphesiz görünmez elin nasıl çalıştığını göreceğimiz en açık yer bir malın fiyatının nasıl oluştuğu sürecidir. Arz ve talep teorisi denilen bu teoriye göre bir mala talep artarsa o malın fiyatı artacaktır. Malın fiyatının artması sonucunda da talep edenlerin birçoğu ürünü satın alamayabileceklerdir. İşte buradaki fiyat artış mekanizması görünmez elin yarattığını düşündüğümüz bir durumdur. Görünmez el nasıl hissediyorsa hissediyor ve talebin arttığını hesaplayıp sonrasında da bu talep artışı kadar fiyatı arttırıyor. Talep edenlerin bir kısmı ise başta malı satın alabileceklerini sanarken, artan fiyatlar sonrasında alamayabilmektedirler. Daha vahşice söylersek görünmez el onlara büyük bir hayal kırıklığı yaşatıyor. Peki sizce görünmez elin bu mistik ayarlama mekanizmasının gizli doğası nereye dayanıyor?

Bu sorunun ne Adam Smith ne de diğer ekonomistler tarafından kesin olarak ortaya konulan bir yanıtı bulunmamaktadır. Ekonominin tüm teorilerinin insan davranışlarından kaynaklanabileceği varsayımının gücüne inanarak gelin bu yanıtı şimdi hep beraber bulmaya çalışalım. Görünmez elin tarihi sis perdesini hep beraber kaldıralım.

“Ekonomi kadın icadıdır!” başlıklı yazımızda ekonominin kadınların duygu ve sezgileri ile olan yakın ilişkisini ortaya koymuştuk. Aynı bakış açısı ile bu kez ekonominin en temel prensibi olan görünmez elin, kadınların hangi davranışından esinlenerek ileri sürüldüğünü bulmaya çalışacağız. Görünmez elin doğası, kadınların pek az bilinen bir davranış ve sezgisine dayanır: Hiç tanımadıkları bir erkeğin doğru kişi olmadığına anında karar vermek!

Bir kadın üzerinde çekim yaratmanın altın kuralının ne olduğu psikologların uzun süredir üzerinde çalıştığı bir konudur. Erkekler sürekli farklı yaklaşım tarzı benimserler. Pahalı arabasından, işinden, duygularından veya kendisinden bahsederek hayatlarının kadını olduklarını düşündükleri kişiyi ilk görüşte etkilemek için ellerinden geleni yaparlar. Peki kadınlar böyle bir durumda erkekler hakkında nasıl karar verirler. Doğru erkeğin kim olduğunu bulmak için hangi duygusal karar sistemini kullanırlar?

Psikolog Paul Eastwick’in 2006 yılında yazdığı “Selective vs. Unselective Romantic Desire” adlı makalesi kadınların gizli kalmış bir yönünü keşfederek çarpıcı şekilde ortaya çıkarmıştır. Kadınların ilk kez karşılarına çıkan ve kendilerinden etkilendiklerini söyleyen erkekler hakkında birkaç dakika içinde nasıl karar verdikleri daha önce açıklığı kavuşturulmuş bir konudur. İki tür yaklaşımın kadınlarda önemli bir pozitif etki yarattığı bilinmektedir. Yapılan uzun deneyler sonrası “Pizza malzemesi olsaydın ne olurdun?” gibi bir soru ile başlayan sohbetlerde, kadınlar, kendileri hakkındaki yaratıcı, komik ve olağandışı konuşmalar aracılığıyla yakın bir çekim hissi duymaktadırlar. İkinci yaklaşım ise tekrar psikolojisine dayanır. Kadınların kısa süre içinde farkında olmadan etkilendikleri diğer erkek grubu ise kendi hareketlerini taklit edenlerdir. Bacak bacak üstüne attığında erkek de aynı davranışı sergiliyorsa, kadınlar farkında olmadan benzersiz bulundukları hissine kapılarak erkeğe karşı bir çekim duyabilmektedirler. Fakat bu her iki yöntem de öteden beri bilinen şeylerdir. Eastwick’in kadınlar hakkında farkına vardığı gerçek ise bunlardan çok farklıdır.

Yapılan deneylerde erkeklerin bir kısmı görüştükleri kadınlardan sadece birine onu çekici bulduğunu söylerken, diğer erkek grubu birbirinden hiç haberi olmayan birçok kadına kendilerini çekici bulduğunu söylemiştir. Bu aslında erkeklerin iyi bildiği bir olgudur. Çünkü erkekler genellikle şanslarını arttırmak için aynı anda birbirini tanımayan birçok kadına olumlu davranışlar sergileyerek hayatlarının kadını olduklarını anlatma ve ikna etme yolunu seçerler. Böylece istatistiğin gücünden yararlanarak kendilerine kısa sürede bir partner bulmak isterler. Bir kadından olumlu yanıt beklemenin başarı olasılığını örneğin %10 olarak değerlendirip, 5 kadına teklifte bulunarak şanslarını beş kat arttırdıkları yanılsamasına düşerler. Ne dersiniz, sizce böyle davranan erkekler şanslarını arttırıyorlar mıdır?

Eastwick’in defalarca yaptığı deneyler hep aynı sonucu göstermiştir. Şansını basit bir istatistik kuralı ile arttırmak isteyen erkeklerin bu davranışı kadınlar tarafından sezilmekte ve son derece itici bulunmaktadır. Birçok kadını aynı anda sevebilen bu sevgi dolu erkekler maalesef kadınlar tarafından antipatik olarak değerlendirilmektedir. Peki kadınlar bunu nasıl algılıyorlar?

Bu sorunun yanıtını vermek çok zor olmakla birlikte aynı zamanda çok da kolaydır. Eastwick’e göre yanıt oldukça kısadır: Kadınlar her zaman kendilerini özel hissetmek isterler ve aynı anda birden fazla kişiyle flört etmek isteyenleri hemen anlarlar! Ekonominin bakış açısıyla söylersek talebin yüksek olduğunu fark edip kendi değerlerini arttırırlar.

Erkeklerin kadınlara karşı talepleri arttığında her kadın bu artışı tıpkı ekonominin görünmeyen el mekanizmasının çalışma şekli gibi hissetmekte ve daha erişilmezmiş gibi davranarak değerlerini arttırma yoluna gitmektedirler. Buradan şunu açık şekilde anlayabiliriz artık. Ekonominin görünmez elinin çalışma sisteminin ardındaki gizem, kadınların istatistiksel düşünen şıpsevdi erkekleri ayırt etmesinde kullandıkları karar sistemi ile aynı doğaya sahiptir; talep artarsa fiyat da artar!

Erkeğin sadece bir macerası kadının ise hayatının tüm hikayesi olan bir konuda elbette ki kadınların karar sisteminin erkeklerinkinden gelişmiş olması biyolojik olarak da son derece mantıklı bir çıkarımdır. İşte bu sır perdesi aralanmamış keskin karar sistemi görünmez elin de ilham kaynağıdır.

15 Kasım 2012 Perşembe

Duygularınız doğru eşi seçiyorsa, doğru hisse senedini de seçemez mi?

1930 krizinden dünyayı kurtaran ekonomist John Maynard Keynes hisse senedi piyasası için geliştirdiği teoride şöyle diyordu: “Güzellik yarışmasında kimin birinci olacağını bilmek istiyorsanız önemli olan sizin kimi en güzel bulduğunuz değildir; yarışmanın birincisini bilebilmek için diğer jüri üyelerinin ne düşündüğünü bilmek daha önemlidir.”

Keynes bu sözleriyle doğru hisse senedinin nasıl seçileceğine vurgu yapıyordu. Yatırım yapılacak hisse senedini bulmak için sizin zeki ve bilgili olmanızın yeterli olmadığını, piyasadaki bilgisiz ve aptal insanların da nasıl düşündüğünü bilmeniz gerektiğini söylüyordu. Hangi hisse senedine yatırım yapılacağı finansal piyasaların en gizemli bulmacasıdır. Cevabı bulmak çoğu zaman çok da mümkün değildir. Yapılan tüm analizler ve edinilen bilgiler diğerlerinin kararının ne olduğunu bilemediğiniz sürece başarısızlıkla sonuçlanır. Peki acaba doğru hisse senedini herkesin duygularıyla hareket ettiği finansal piyasalarda nasıl buluruz? Ya da daha kısa sorarsak duygularımız bize yatırım yapılacak doğru hisse senedini söyleyebilir mi?

Ekonominin insan duygularını en iyi yansıtan bilim dalı olduğu giderek daha fazla insan tarafından kabul edilen bir düşünce olmaktadır. Özellikle de kadınların duygu ve davranışları ekonominin tüm alanlarıyla yakından ilgilidir. Kadınların düşünce ve davranış şekilleri adeta ekonominin altın kuralları gibidirler. Peki hangi hisse senedinin alınacağını kadınların duygu ve davranışlarından öğrenebilir miyiz?

Hangi hisse senedinin alınacağı en az hayatınızı geçireceğiniz kişiyi seçmek kadar önemlidir. Kadınların eş seçerken dikkat ettikleri en önemli kriterlerin başında mevki gelir. Yapılan birçok araştırmada kadınların yüksek mevkili erkekleri düşük mevkililere göre daha çekici buldukları ortaya çıkmıştır. Bu olgunun biyolojik nedenini bulmak fazla zor değildir. Evrimsel açıdan bakıldığında, yüksek mevkili erkeklerin ideal eşi simgelemeleri doğaldır. Yüksek mevkili insanlar büyük ihtimalle varlıklı da olacakları için kendilerini ve ailenin olası çocuklarını rahat şekilde bakacak güçte olacaklardır.

Kadınların yakından tanıdıkları biri hakkında karar vermeleri elbette ki kolaydır. Fakat ya kişiyi tanımıyorlarsa?..

Fransız psikolog Nicolas Gueguen kadınların hiçbir bilgiye sahip olmadıkları erkekler hakkında nasıl karar verdiklerini araştıran bir dizi deney yapar. Doğru erkeği bulma sınavlarında basit bir içgüdünün onları yönlendirdiğini fark eder. Restoranlarda, yollarda ya da üniversitelerde yapılan birçok deneyde hep aynı tuhaf şeyi fark eder. Kadınlar, bir anda karşılarına çıkan erkeklerin arkadaş olma tekliflerine genellikle çok düşük seviyede olumlu yanıt vermektedirler. Fakat kollarının dirseklerden üst kısmına hafifçe parmaklarıyla birkaç saniye dokunan ve teklifini ileten erkeklere daha yüksek oranda olumlu yanıt verdiklerini görür. Gueguen bu deneyi defalarca yapmasına rağmen sonuç değişmez. Parmaklarıyla hafifçe kadınların üst koluna iki saniye dokunanlar, dokunmayanlara göre iki kat daha yüksek olumlu yanıt almışlardır. Peki ama bu neden kaynaklanmıştır dersiniz?

Nicolas Gueguen önceleri bunun samimiyet duygusunun nakli ve paylaşımından kaynaklandığını düşünür. Fakat yaptığı araştırmalar bu sonucu teyit etmez. Yani kadınlar sırf samimi buldukları için erkekleri doğru kişi olarak seçmemektedirler. Gueguen araştırmasına devam eder ve sonunda kadınların karar siteminin nasıl çalıştığını keşfeder. Kadınlar nazik bir dokunuşu yüksek mevki işareti olarak algılamaktadırlar. Yapılan birçok araştırma da bu gerçeğe işaret etmektedir: Dokunan dokunulandan daha baskındır. Fakat bu durum sadece kadınların kollarının üst kısmına dokunulduğu durumlar için geçerlidir. Çoğu kadın bu dokunuşu bilinçli olarak fark etmese de irrasyonel karar sistemleri onlara erkeklerin daha yüksek mevkili olduğunu düşündürtmektedir. Bu da ilk kez gördüğü erkeğe olumlu yanıt verme olasılığını yükseltmektedir.

Peki doğru hisse senedini seçerken kadınların bu eşsiz karar sistemlerinden nasıl yararlanabiliriz? Dokunma, kadınların kararlarında güçlü bir sinyal olsa da dokunma eyleminin olumlu karşılanacağı kesin değildir; karakolda da sona erebileceği açıktır. İşte bu durum tüm hisse senetleri için de geçerlidir. Desteklediğiniz spor kulübünün, sürekli ürünlerini satın aldığınız şirketin, paranızı yıllardır yatırdığınız bankanın ya da kullandığınız telefonu üreten şirketin hisse senetleri size cazibeyle dokunuyor olsa da sonlarının karakolda bitecek gibi hazin bir tablo yaratmayacağını kim garanti edebilir.

Keynes’in dediği maalesef doğrudur. Güzellik yarışmasında kimin en güzel olduğuna siz değil, diğer jüri üyeleri karar verir. Siz en güzelin kim olduğunda eminseniz büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. O nedenledir ki insanlar bu akılsızlıkları yüzünden çoğu zaman “alınlarında yazılı olandan” daha çok acı çekerler.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ekonomi kadın icadıdır!

Son dakika fırsatlarının ya da stokların bitiyor olduğunu vurgulayan davetkar tekliflerin sonrasında gelen satışların, bir firmanın satışları içindeki payı daima yüksektir. Bazen önemli bir ihtiyacımızı gidersek de çoğu zaman hiç de planlamadığımız bir ürünü satın almış buluruz kendimizi. Son derece rasyonel bir karar verdiğimizi tüm aile üyelerimize ya da arkadaşlarımıza teyit ettirsek de aslında irrasyonel bir karar vermişizdir. Peki ama bu tür fırsatların arkasındaki fazlasıyla davetkar fenomen nereden kaynaklanmaktadır?

Kadınların ekonomi ve finans konuları ile çok da ilgili olmadıkları yapılan birçok araştırmada tespit edilen bir olgudur. Bunun nedenleri üzerine birçok araştırma yapılsa da şimdiye kadar söylenmeyen bir sebebi daha eklemek yerinde olacaktır: “Ekonominin teorileri zaten kadınların davranışlarından türetilmiştir. Kadınların ekonomiyi anlamak için ayrıca bir çaba içine girmeleri gereksizdir!”

Bu teori birçoklarına sürrealist ve feministçe gelebilir ama ekonominin birçok teorisinin arkasında kadınların klişeleşmiş davranış kalıplarını bulmak hiç de zor değildir. Hatta buradan hareketle ekonominin erkekler tarafından kadınların davranışları izlenerek yaratıldığı bile söylenebilir.

Kadınların en tipik davranış şekillerinden biri sevgili ya da eş seçerken takındıkları “kaçan kovalanır” yaklaşımıdır. Kadınlar, erkeklerin ilgisini çekebilmek için hiç oralı değilmiş gibi son derece isteksiz bir davranış şekli benimserler. Böylece kendilerine aşık olanları peşlerinden koşturacaklarına ve daha çok aday arasından daha doğru bir seçim yapacaklarına inanırlar. Peki acaba gerçekten öyle mi olur? Yani erkekler kendilerine karşı ilgisiz görünen kadınların peşinden gitmeye daha mı meyillidirler?

Kaçanın gerçekten kovalanıp kovalanmadığını merak edenlerden biri de psikolog Elaine Walster’dı. Walster, bu sorunun yanıtını öğrenmek için bir grup arkadaşıyla birlikte çalışmaya başlar ve bir dizi deneyler yaparlar. Sonuçlar 1973 yılında “Playing hard to get” (Elde edilmesi zoru oynamak) adlı bir makale ile duyurulur. Fakat Walster ve arkadaşlarının ortaya çıkardıkları şey kadınların düşündüklerinin ve erkeklerin beklediklerinin tam tersidir.

Walster ve arkadaşları yaptıkları ilk deneyde bekledikleri sonucu alamazlar. Çünkü onların ortaya çıkarmak istedikleri şey kaçanın kovalandığı gerçeğidir. Fakat yapılan ilk deneyde kaçanın kovalandığı yönünde bir işaret bulamazlar. Vaz geçmeyip yeni bir deney tasarlarlar. Onda da aynı sonuçlara ulaşırlar ve yine kaçanın kovaladığına dair bir iz bulamazlar. Durmazlar ve 3 deney daha yaparlar. Üniversite öğrencilerinden hayat kadınlarına, çalışan kadınlardan sevgili bulma ajanslarına kaydolmuş kadınlara kadar farklı gruplarda birçok kadınla benzer deneyler yaparlar. Fakat tüm deneyler aynı sonucu verir: Kaçan kovalanmamaktadır! Peki ama deney yapanları bile şaşırtan bu sonuç neyi ifade etmektedir?

Hayal kırıklığına uğrayan araştırmacılar bu kez ortaya çıkan sonucun nedenini araştırmaya başlarlar. Elde edilmesi zoru oynamak neden herkesin söylediği gibi bir etki yaratmıyor?.. Sadece boş bir söylenti gibi duruyor?..

Birçok erkekle konuşurlar ve onlara sürekli peşinden koşturmayı seven biriyle mi yoksa daha kolay biriyle mi arkadaşlık yapmayı istediklerini sorarlar. Erkeklerin tamamı her iki seçeneğin de kendilerine göre bazı avantaj ve dezavantajları olduğunu söylerler. Ama zor kadınların peşinden koşmaya istekli oldukları yönünde bir yanıt alamazlar. Araştırmacılar buradan da bir sonuca ulaşamamıştır. Durmazlar ve erkeklerle konuşmaya devam ederler. Sonunda da yanıta ulaşırlar. Elde edilmesi zor kadınların peşinden neden koşulmadığını en sonunda bulurlar. Araştırmacılar sadece yanıtı değil, yanıtı neden bu kadar geç bulduklarının yanıtına da ulaşmışlardır. Çünkü yanıt kadının peşinde koşan erkekte değil, onu izleyen sıradaki erkekte saklıdır. Kadının zor biri olduğunu gören sıradaki erkek bu zor göreve istek duymamaktadır. Çünkü insanların birçoğu üzerine zor bir iş almak istemez. İşte araştırmacıları uzun bir süre peşinden koşturan yanıt bu kadar basittir.

Şimdi gelelim girişteki sorumuzun yanıtına ve bu davranışın ekonomi bilimi ile ne ilgisi olduğuna. Son dakika fırsatları kaçan kovalanır davranış şeklinde de gözlenebileceği üzere, bir şeyi arzulama düzeyimiz kısmen de olsa onu ne kadar kolay elde edeceğimiz ile ilgilidir. Yani her zaman alabileceğimiz bir şey, son dakika fırsatıyla alacağımızdan daha az mutluluk verecektir. Bundan dolayıdır ki elde edilmesi zor olana karşı normalin üstünde bir istek duyarız. Peki kadınların bu tipik davranışının ekonomi ile ilgisi nerede saklıdır?

Ekonominin herkes tarafından kabul edilen en temel varsayımı kaynakların kısıtlı olduğu kabullenmesidir. Sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla olan bitmek bilmez hikayesi ekonomi bilimi olarak adlandırılır. Modern ekonomi bilimi bulunmadan çok daha önce, kadınlar, kendilerini sahip olunmaya değer sınırlı bir kaynak olarak görmüşler ve buna göre davranmayı bilmişlerdir. Bu davranış şekli bugün ekonomi biliminin ilham kaynağı gibi duran kaçan kovalanırdan başka bir şey değildir.

Bugün ekonomik kararlarımızda zor olana karşı aşırı bir yönelme duymadığımız ortadadır artık. Bu, kadınların artık ekonomiye yön veremeyeceği ve yazının ortaya koyduğu düşünce itibarıyla dolaylı olarak ekonomi biliminin sona ereceği anlamına gelecektir. Ne dersiniz öyle mi?

Bugün finansal piyasaların davranış şekli kazanılması zor bir görüntü çizmekle beraber sadece size karşı istisnai davranarak istediğinizi vereceği yönündedir. Sizce bu davranış şeklini nerden almışlardır dersiniz?

13 Kasım 2012 Salı

Devenin burnu!

Bir elbise almayı düşünüyorsunuz ve bunun için 500 liralık bir bütçe ayırdınız. Mağazaya gittiniz ve almak istediğiniz elbiseyi buldunuz. Fakat küçük bir sorun var, fiyatı 520 lira. Yani bütçenizin biraz üzerinde. Şimdi düşünelim, bu elbiseyi alır mısınız?

Belki birçokları inanmayacaktır ama bu basit karar bugün büyük finansal krizin mimarı gibi durmaktadır. Konut kredilerinin global bir çöküşe neden olması sürecinde yapılan en büyük hatalardan biri konutun değeri ile verilen kredi arasındaki oransal çarpıklıktı. Bankacılık klasik yaklaşımı gereği, teminatın belli oranı karşılığı kredi alınabilir. Finansal kriz öncesinde konut kredilerinde bu oranın %75-80 arasında olması ideal sayılıyordu. Yani 100 liralık bir ev için en fazla 80 lira kredi alınabileceği gibi. Fakat kredilerin menkul kıymetlerin hammaddesini oluşturması nedeniyle daha fazla kredi vermek uğruna bu oran giderek arttırılmıştır. Evin değerinin %90’ı, %95’i ve hatta %100’üne kadar kredi verilmeye başlanmıştı. Evlerin değerlerinde yaşanacak düşüşlerde kredinin teminatsız kalacağı riski göz ardı edilmişti.

Burada yapılan hata insanların masum ve zararsız gördükleri bir düşünceden kaynaklanır. Kaygan bayır hatası (slippery slope) denilen bu olgu farkedilmediği sürece büyük sorunlara neden olur. Eski bir fabl bu sorunu çok güzel anlatır. Deve, gece üşüyen burnunu sahibinin çadırına sokmak için izin ister. Sahibi bu talebi uygun bulur. Fakat bununla yetinmeyip sırayla başını, boynunu, gövdesini ve en sonunda tüm vücudunu sokmak için izin ister. Sahibi ise başta burnunu sokmasına izin verme hatasını maalesef sonuna kadar yapmaya karşı gelememiştir.

Kaygan zeminler herkes için oldukça risklidir. Örneğin bir elbise almak için 500 lira bütçe ayırdıysanız, 520 liralık bir harcama sizi fazla rahatsız etmeyecektir. Çünkü nasıl olsa 500’ü ödeyen 520’yi de öder diye düşünürsünüz. Fakat her zaman böyle olmaz. Tıpkı finansal krizde örneklerine birçok kez rastladığımız gibi...

İngiltere’nin 1866 yılında el koyduğu Overand Gurney adlı bankadan 150 yıl sonra el koyduğu ilk banka olan Northern Rock’ta konut kredileri, evin değerinin %125’i oranına kadar çıkmıştı. İşte, devenin burnu ile başlayan hikayenin hazin sonu!

12 Kasım 2012 Pazartesi

Rüyalarınızdaki evi Victoria’s Secret yapsın!

Feodal boyunduruktan yeni kurtulan ya da köyden şehir hayatına geçiş yapmaya çalışan insanlar için bir ev sahibi olmak aynı zamanda statü göstergesi olarak da algılanır. Bunu bilen gayrimenkul üretim firmaları ve diğer sermaye sahipleri daima daha fazlasını sundukları oturma alanları ve siteler yapmaya devam ederler. Her yapılan konut projesi bir öncekinden dünya ve mars kadar farklıymış gibi bir yansıtma ile sunulur. Bu da ev fiyatlarının giderek yükselmesi anlamına gelir. Gelir seviyesinin aynı hızla yükselmeyeceği varsayımı altında da zaman içinde likit olmayan bir gayrimenkul piyasası ve arazi spekülasyonu yaratıldığı gözden kaçırılır.

Konut piyasasının geliştiği dönemlerde konut üretim şirketleri, şehrin önemsiz bölgelerine yaptıkları siteleri Havai ya da Malibu sahiline yapılmışçasına ve bugünün değil de 100 yıl sonrasının teknolojisine sahipmişçesine büyük bir şatafatla sunarlar. Siteler ardı ardına yapıldığı için herkes bu tür sunumlara alışmış gibidir. Her sitenin bir öncekinden daha büyük bir refah sunacağı daha yapılmadan belli gibidir. Peki ama böyle bir yansıtmaya konut üretim şirketleri neden ihtiyaç duyarlar?

Gelin şimdi bu sorunun yanıtını bulmak için birkaç gün önce yapılan Victoria’s Secret defilesine gidelim. Victoria’s Secret firması 11 yıllık geleneğini bozmayarak “Fantasy Bra” isimli sutyenin yeni versiyonunu tanıttı. Üzerine yeni eklenen taşlarla değerinin 2,5 milyon dolar olduğunu açıkladı. Birçok insanın hayranlıkla izlediği binlerce değerli taş ve 20 kıratlık bir pırlantayı içeren böyle bir ürünü kim istemez değil mi?.. Fakat böyle bir şeye sahip olmak beraberinde küçük bir sorunu da getirecektir. 2,5 milyon dolarlık bir sutyeni hiçbir kadın gardırobunda saklamayı göze alamayacaktır. Kilitli bir kasada saklamanın da bir anlamı olmayacağına göre Fantasy Bra’yı almak pek mantıklı değildir. Zaten alan da pek yoktur. Değerli taşlar her yıl bir öncekinden sökülerek yenisine eklenir ve o yılın defilesinde büyüleyici bir sunumla tanıtılır. Peki ama Victoria’s Secret firması satmadığı bir ürünün her yıl neden fiyatını biraz daha arttırarak büyük bir keşif yapmış gibi sunar?

Victoria’s Secret firması da herkes gibi bu ürünün satılmayacağının farkındadır. Fakat bildiği farklı bir şey daha vardır. Sutyen teknolojisi ve modasının her yıl gelişmesi mümkün değildir. Bu alanda yapılabilecek olanların daima bir sınırı vardır. Sürekli daha iyi bir sutyen yaratmak pek kolay değildir. Ama eğer bu sınırları bilerek hareket ederlerse bırakın diğer müşterileri ve medyayı, kendi sadık müşterilerinin bile dikkatini çekemeyeceklerdir. İşte bu gerçeği bilen firma, her yıl önceki yıldan çok farklı ürünler tasarlamış olduğu hissini vermek üzere, üzerine eklediği birkaç taşla sürekli fiyatını arttırdığı “Fantasy Bra” adlı ürünü vitrine çıkarır. Bu gösterişli ürünü görenler bütün sutyenlerin önceki yıldan çok farklı olduğunu düşünürler. Bu düşünce de onları bilindik bir müşteri davranışını yönlendirir. Muadilini çok daha ucuza alabilecekleri bir Dream Angels modelini, fiyatını 2,5 milyon dolar ile kıyaslayarak çok düşük bulduklarından, 300 dolar ödeyerek almaya yöneltir.

İşte daima daha iyisini yaptıklarını yansıtan konut üreticileri de aynı tekniği kullanırlar. İçinde yaşanılacak bir apartman dairesi için yapabileceklerinin sınırlı olduklarını bilirler. Bu nedenle daire yerine siteleri ön plana çıkararak bir “Fantasy Bra” etkisi yaratmaya çalışırlar. Böylece insanların muadilini daha ucuza alabileceği evleri daha yüksek fiyatlardan satın almaya yöneltirler. Bir apartman dairesinin içinde size sunulacakların bir sınırı olduğunu siz de iyi bilirsiniz; ama “site” adındaki yaşam alanlarında sunulanların sınırının daima arttırılabileceğini de konut üreticileri iyi bilirler. Bu nedenle müşteriler evlere değil, yaşam alanlarına çekilmeye çalışılır. Tıpkı kimsenin almayacağı “Fantasy Bra” da yapılmaya çalışıldığı gibi.

Ev satıcıları genellikle insanları rüyalarını gerçekleştirmeye davet ederler. Ama birçokları rüyaları gerçekleştirmenin tek yolunun uyanmak olduğunu bilmez.

11 Kasım 2012 Pazar

Yemeğini tabakta bırakan kazanır!

Yanlış veya doğru olduğu zamanın ruhuna göre değişen masum kabullenmelerin hayatımızda ne tür sonuçlar yarattığını anlayamamak yerleşik bir davranış kalıbımız olmuştur. Bu kabullenmeler insan hayatı için ne kadar vazgeçilmezse finansal sistem için de o kadar vazgeçilmezdir. Fakat içerdikleri tehlikeyi nedense göreyiz.

Kilo vermek için birçok yöntem deneriz. Kitaplar okur, spor yapar, kalorileri sayar ve hatta düşünce sistemimizi yeniden dizayn ederiz. Bu kadar çabaya rağmen bazen sonuca ulaşır, bazense ulaşamayız. Başarısızlığın nedenleri üzerine düşündüğümüzde de kimyamızı veya biyolojimizi aşamadığımız gibi paranormal gerekçeler yaratırız. Aslında başarısızlık bünyemizde derin bir geçmişe sahiptir. İşte o anda gözden kaçırdığımız ve yemek alışkanlığımızın, uyguladığımız diyetler tarafından aşılamayan bir kabullenmesi başarısızlığın tarihsel köklerini sunar bize. Çocukluğumuzdan gelen bu ön kabul basit bir soru ile karar sistemimize yerleşmiştir: “Yemeğini bitirdin mi?”

Eminiz bu soruya aşina olmayan yoktur. Kendimiz için olmasa da çocuklarımıza mutlaka dikte ettiğimiz soruların başında gelir. Peki bu sorunun ilerleyen yıllarda bozulan kilo dengemizi normale döndürmede ne kadar tehlikeli bir silaha dönüştüğünü biliyor musunuz?

Tüketici davranışları ve besin biliminin dünyadaki en önemli kişilerinden sayılan Amerikalı Profesör Brian Wansink bu fenomeni test etmek için zekice bir deney tasarlar ve deneyin sonuçlarını 2005 yılında Bottomless Bowl (Dipsiz Kase) adlı makalesiyle yayınlar. Makale, yerleşik değerlerin kökündeki bir hatayı ortaya koyduğu için büyük bir şaşkınlıkla karşılanır. Wansink’in deneyi oldukça basittir. Bir grup insan yemek için masaya otururlar. Yemek çorbayla başlamaktadır. Fakat çorba kaselerinin yarısı özel olarak ayarlanmış bir düzeneğe sahiptir. Kaselere, yedikçe sürekli çorba dolduran gizli bir aparat monte edilmiştir. İşte böyle bir düzenek içinde insanlar sohbet ederek çorbalarını içmeye başlarlar. Özel ayarlanmış kaseden içenlere kasedeki çorba seviyesi azaldıkça gizlice çorba takviyesi yapılır. Çorba içme faslı 20 dakika sürer. Wansink’in anlamaya çalıştığı şey yemeğe devam etme kararının “Yemeğini bitirdin mi?” gibi basit bir soruyla bilinçdışı şekilde belirlenip belirlenmediğidir. Sonuç tam da Wansink’in düşündüğü gibidir. Kaselerine sürekli çorba eklenenler diğerlerine göre %73 daha fazla çorba içmişlerdir ve ne kadar içtiklerinin farkına bile varamamışlardır. Peki burada hata nerededir?

Wansink, benzer deneyleri tekrarlayarak bu sorunun yanıtını bulmuştur. Kişilerin kafalarındaki hacim ve boyut kavramı oldukça büyük bir yanılsama içermektedir. Kişiler ince uzun bir bardak ile kısa geniş bir bardak arasında karar verirken bile %20 daha fazla sıvı tüketmektedirler. İşte yiyecek ve içeceklerimizin bulunduğu kaplar arasında karar vermemizi sağlayan ve oldukça güvendiğimiz bu karar sistemimiz maalesef bizi büyük bir hataya sevk etmektedir. Hatanın kaynağı da “Yemeğini bitirdin mi?” sorusuyla başlamaktadır.

Zamanın ruhu içinde anlamını yitiren ve finansal krizlerin mimarı olduğu düşünülen başka bir kabullenme de finansal sistem için geçerlidir. Paranın altına endeksli olarak basıldığı günler çok gerilerde kalmış olsa da altın ve para arasındaki güven korelasyonu maalesef zaman içinde artmıştır. Paraya güven azaldığında altına yönelme insanların kafasında yer etmiş en temel finansal karar olarak ortaya çıkmaktadır.

Altının değerli olduğu fikri aslında büyük bir yanılsamadır. Paraya güvenmeyip satın aldığınız altın herhangi bir kriz anında işinize pek yaramayacak ve sonunda onu güvenmediğiniz paraya dönüştürmek zorunda kalacaksınız. İşte bu paradoksu fark edip çözüm öneren belki de tek kişi uygarlık tarihinin en büyük mucitlerinden Thomas Edison’du. Edison 1929 ekonomik buhranına çözüm olması için altının göreli değerini ortadan kaldırarak bankaların sınırsız para yaratma yetkisini ellerinden alacak bir çözüm önermişti. Edison’un önerdiği parasal sistem çözümü basitçe şöyleydi. 36 çeşit emtia direk olarak paraya döndürülebilir bir şekle bürünüyordu. Mesela çiftçiler buğday, mısır, şeker, pamuk gibi ürünleri devlete vereceklerdi. Karşılığında da geçmiş 25 yılın fiyat ortalamaları üzerinden verdikleri ürünün yarısı değerindeki parayı nakit alacaklardı. Hak ettikleri paranın diğer yarısı ise sertifika olarak kendilerine verilecek ve bu sertifikalar da ikinci el piyasada alınıp satılarak emtiaların fiyatları belirlenmiş olacaktı. Böylelikle emtia üreticileri de kredilerini ödeyebileceklerdi. Kısacası para sadece altına değil, bu 36 çeşit emtiaya, global ekonomideki payları oranında endekslenmiş olacaktı.

Edison’un önerdiği sistem elbette ki kabul edilmemişti ama eğer kabul edilseydi türev ve kredi balonlarının bu kadar şişmesi mümkün olmayacaktı. Kısacası eğer iki ipi sıkı bir düğümle bağlarsanız, ipin en sağlam yeri düğüm attığınız yer olur. Ama ipe her dokunuşunuzda da canınızı yakan tek nokta orası olacaktır.

Finansal sistem için bu artık çok geç olsa da kilo vermek istiyorsanız yemeğinizi tabakta bırakmaya bugünden başlamanız faydalı olabilir.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Güzel bir filmi neden defalarca seyrederiz?

Yatırımcı Mark Faber borsaların %20 düşebileceğini söyleyince piyasalarda bir endişe duygusu oluşmuş gibi görünüyor. Avrupa’daki kemer sıkma tedbirlerinin de dayanılamayacak bir noktaya gelmesi endişeleri arttırıyor. Üstüne Almanya’da artan aşırı borçlanma eklenince endişeler de had safhaya çıkıyor tabi. Aldığı hisse senetlerinin sonunu düşünenler, kemer sıkmaktan bıkanlar, aşırı borcu olanlar elbette derinden endişeleniyordur. Peki ama piyasadaki birçok yatırımcı, oyuncu ve seyircinin endişeleri ne kadar gerçekçi? Ya da daha kısa sorarsak, piyasalar endişelenir mi?

Daha önce finans felsefecileri tarafından cevabı aranmamış bir soru olduğu için gelin yanıtı hep beraber bulmaya çalışalım. Endişelenmek insan doğasının en çok yetiştirdiği ürünlerden biridir. Mesela Hollywood filmlerinin başarısı ne kadar çok seyredildiklerine bağlıdır. İnsanlar sinemada, DVD’de ve hatta TV’de aynı filmi heyecan içinde defalarca seyrederler. Psikoloji bilimi endişe duygusunun oluşması için belirsizlik olması gerektiğini söylediği halde, insanlar sonunu bildikleri filmleri aynı endişe duyguları ile nasıl seyrediyorlar dersiniz?

İşte psikolojinin henüz net olarak açıklayamadığı bu konu Endişe Paradoksu (paradox of suspense) adlı olgudur. Bu paradoks finansal piyasalar için de geçerlidir. Aşırı şişen borsaların %20 düşmesinde piyasa algısı içinde hiçbir belirsizlik yoktur. Bu son derece doğaldır. Avrupa’daki kemer sıkma tedbirlerinin belli bir noktada kırılacağı açık bir sosyal olgudur. Ya da Almanya’daki aşırı borçlanmanın borçluların bir kısmı açısından bir şekilde iflasla son bulacağı finansal piyasaların doğasını bilen herkes için oldukça normal bir durumdur. Peki piyasalar tüm bu sonuçların normal olduğunu ve herhangi bir belirsizlik içermediğini bildikleri halde neden endişe duygusu taşıyorlar dersiniz?

Bu karmaşık problemin birkaç aşamalı çözümüne ilk katkıyı yapan Rus psikolog Bluma Zeigarnik’tir. Üniversiteden yeni mezun olan Zeigarnik 1920’li yıllarda küçük bir restorana gider ve yemek yer. Ardından garsondan hesabı ister. Garson bir çırpıda Zeigarnik’in ne yediğini hatırlar ve hesabı söyleyiverir. Bugün birçoklarına yabancı gelmeyecek bu olgu o anda Zeigarnik’e tuhaf gelir. Değişik yerlerde garsonları incelemeye devam eder. Fakat gördüğü şey değişmez. Garsonlar hesabı henüz ödememiş müşterilerin hesabını kolayca hatırlarken, hesabını ödemiş olanlarınkini unutmaktadır. Peki ama neden?

Zeigarnik kafasındaki soru işaretlerini test etmek için laboratuvara döner ve bazı deneyler yapar. Garsonları gözlemlerken fark etmiş olduğu gibi, bitirilmemiş görevlerin insanların zihninde çakılı kaldığını ve dolayısıyla kolay hatırlandığını görür. Zeigarnik etkisi denilen bu olgu o zamandan bu yana üzerinde en çok araştırma yapılan psikolojik olgulardan biridir. Bu çalışmaların biri de, insanların aynı filmin tekrarını izlerken endişe duygusunu nasıl oluşturduğunu ortaya koyan Amerika’nın önde gelen sanat filozoflarından Noel Carroll’unkidir.

Carroll’un ortaya koyduğu düşünce aslında psikoloji dünyasını sarsıcı niteliktedir. Çünkü Carroll, endişe duygusunun sadece gerçek bir belirsizliğin varlığında oluşturulmadığını, aynı zamanda eğlencelik bir endişe duygusunun da oluşturulabildiğini söyler. Eğer bir filmi daha önce seyrettiysek ve sonunu biliyorsak, o filmin o şekilde bitmeyeceğini hayal ederiz. İşte bu hayal etmeler bir belirsizlik oluşturmakta ve endişe duygusu yaratmaktadır. Tamamen sonunu bildiğimiz bir filmi zevkle izlemek için yaratılan bir eğlencelik endişe duygusu.

Sonunu bildiğimiz bir filmi seyrederken filmin o şekilde bitmeyeceğini birkaç saniyeliğine hayal etmemizin yarattığı eğlencelik endişe duygusu bugün finansal piyasaların psikolojisine de hakim olmuş durumdadır. Piyasalarda yatırım yapanlar, oyuncular, aktörler ve hatta seyircilerin önemli bölümü defalarca seyretmiş oldukları filmi her zaman yeniden seyretmek isterler. O nedenle borsaların %20 düşecek olması eğlencelik bir endişe duygusu yaratır. Bu duygu onların kararlarına yön vererek Zeigarnik’in tespit ettiği gibi yarım kalmış bir görevi yani daha fazla para kazanma duygusunu güçlendirir. Çünkü para kazanma duygusu asla sona erecek bir duygu olmadığı için insan zihni bu yönde duygular yaratacak şekilde evrimleşmiştir. Bunun sonucunda da eğlencelik endişe duygusu yaratmayı kolayca başarır. Her yükselişin düşüş, her gerginliğin çatırdama, her genişlemenin patlama getirdiğini biraz fizik bilen tüm piyasa işlemcileri bilirler. Bunu bildikleri için de endişe duyguları belirsizlik altında değil, eğlencelik olarak gelişir. Yani sadece para kazanmak için.

Finansal piyasalarda yatırım yapanların şunu asla unutmaması gerekir. Çözmeleri gereken asıl sorun endişe paradoksu değildir. Sahip olduklarını sandıkları, gerçekten sahip oldukları ve piyasalarda işlem yaparak ortaya çıkardıkları üç farklı kişiliklerinin olduğu sorunudur. Hem sizin, hem de diğer piyasa işlemcilerinin her üç kişilikten hangisi ile davrandığını bilmek başarının en önemli anahtarı gibi durmaktadır. Çünkü hangi kişiliğin işlemleri yönlendirdiğini anladığınız an endişenin gerçek mi yoksa eğlencelik mi olduğunu da anlarsınız.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Arkadaşına aşık olsan ona açılabilir miydin?

Finansal kararlarımızda neden başarısız oluruz? Finansal piyasa işlemcilerinden sıradan insanların basit yatırım kararlarına kadar bu herkesin merak ettiği bir konudur. Çünkü piyasalarda başarılı olmanın şifresini içerdiği düşünülür. Eğitim, sosyal yapı, karmaşıklık, zihinsel faktörler gibi birçok faktör başarısızlığın nedeni olarak sayılabilir. Ama en temel neden bunların hiçbiri değildir. Sizce insanlar finansal kararlarında neden başarısız olurlar?

Ekonomi felsefecilerin hala üzerinde tam bir anlaşmaya varamadıkları termodinamiğin ikinci kanunu entropinin başarısızlığın yoğunluğunu arttırdığı gerçeği kabul edilerek sorunun cevabının aranmasına başlanabilir. Volatilite denilen finansal varlıkların fiyatlarındaki oynaklığın artması düzensizliğin artması ile aynı anlamda görülebilir. Düzensizliği arttıran temel neden ise öngörülmesi zor insan duygularının finansal kararlar üzerindeki etkisinin giderek daha fazla olmasıdır. İşte bu döngü de kişilerin finansal kararlarındaki başarısızlığın kaygan zeminini oluşturmaktadır. Peki bu kaygan zeminde kişiler verdikleri finansal kararlarda ne kadar başarılı ya da başarısız olacaklarını önceden anlayabilirler mi?

Bu sorunun cevabını ortaya koyan bir araştırma henüz yapılmadığı için gelin hep beraber yanıt bulmaya çalışalım. En temel duygusal ihtiyaçlardan biri aşık olmaktır. İnsanlar mutlaka hayatlarının bir yerinde birilerine aşık olurlar. Buraya kadar her şey sorunsuzdur. Fakat eğer aşık olduğunuz kişiye henüz duygularınızı anlatmadıysanız sorun başlamış demektir. Bu zor durum birçoklarının yaşadığı bir durumdur. Peki böyle bir durumda nasıl bir düşünce şekli taşımalısınız ki aşık olduğunuz kişiyi ikna edebilesiniz? Ya da daha kısa sorarsak, sizi hayatınızın en büyük kazanımına ne götürür?

Pennsylvania Üniversitesinden Gabriele Oettingen bir arkadaşına gizliden gizliye aşık olan üniversite öğrencileri üzerinde bir çalışma yapar. Öğrencilerin aşık oldukları kişiyi nasıl elde edecekleri üzerine düşünce ve beklentilerini sorgular. Öğrencilerin düşünce yapısı olarak iki ana gruba ayrıldıklarını fark eder. Bir grup öğrenci büyük beklenti içindedir: Bir gün kimsenin olmadığı bir köşede karşı karşıya geleceklerine ve o an birbirlerinin gözlerinin içine bakarak büyük bir aşka yelken açacaklarına inanmaktadırlar. Öğrencilerin diğer bölümünün beklentileri ise son derece düşüktür. Onların düşünceleri ise genellikle şöyledir: “Eğer karşılaşıp konuşmaya başlasak, hala nedenini bilmediğim bir sebepten dolayı ona dönüp erkek arkadaşım olduğunu söyleyebilirim.” Peki sizce böyle bir ortamda hangi düşünce şekline sahip olanlar hayatlarının en büyük kazanımını elde ederek mutluluğa yelken açacaklardır?

Araştırma altı ay sürmüş ve sonuçlar herkesi şaşırtmıştır. Çünkü bilinenin davranış-başarı modellerinin öğütlediğinin tersine, beklentileri son derece düşük olanlar hoşlandıkları kişiye açılma ve onlarla bir ilişki kurmada daha başarılı olmuşlardır. Peki ama nasıl? Sizce beklentileri düşük olan grup bunu nasıl başarmıştır?

Aslında sorun ikinci grubun başarısı değil, birinci grubun başarısızlığıdır. Beklentileri yüksek olan birinci gruptaki gençler, duydukları derin aşkın altında kendilerini kaybederek bir plan yapmamışlar ve ortaya çıkabilecek karşıt görüşlerin üstesinden nasıl gelebileceklerini hiç düşünmemişlerdir. Oysa beklentileri düşük olanlar daima planlarını içgüdüsel olarak karşıt görüşleri nasıl savuşturacakları üzerine yaptıkları için daha başarılı olmuşlardır. İşte finansal piyasalarda da başarıya götüren aynı duygusal davranış şeklidir.

Amerika’nın en önemli entelektüellerinden sayılan yazar George F.Gilder’ın Telecosm adlı kitabında son 20 yılda yaşadığımız ekonomik refahın mimarı olarak Michael Milken gösterilir. Küçük bir yatırım bankasında sıradan bir trader olan Milken’ın bir yıl içinde 550 milyon dolar bonus kazanmasının altında yatan fenomen de beklentisiz aşıklarınkiyle aynıdır: Karşıt görüşlerin üstesinden gelebilme!

Milken’ın müşterilerinin tek derdi daha çok büyümekti. Ama bunu yapacak paraya ve iş hacmine sahip değildiler. Onlar büyüyemediği sürece Milken da büyüyemeyecek ve gelirlerini arttıramayacaktı. Öyleyse ümitsiz bir aşık olarak bir şeyler yapmalıydı. Hemen harekete geçer. Onlara başka bir şirketi satın alabileceklerini ve bunun için gerekli parayı kendisinin şirket adına tahvil satarak bulacağını söyler. Şirket sahipleri bunun imkansız olduğunu, çünkü kendileri gibi sıradan şirketlerin tahvillerine kimsenin yatırım yapmayacağını söyler. Fakat Milken pes etmez. Yatırımcılara gider ve iyi şirketlerin tahvilleri %3 getiri sağlarken, kötü bir şirketin çıkardığı %6 faizli tahvili alır mısınız diye sorar. Yatırımcılar getiri oranını beğenseler de riskin yüksek oluşundan endişeye kapılırlar. Fakat Milken yine pes etmez. Çünkü ne de olsa o bir ümitsiz aşıktır. Yatırımcılara başka bir teklif sunar. Eğer yatırımcılar bu tahvilleri alırlarsa, gelecek para ile şirket başka bir şirketi satın alacak ve satın alınacak şirketin hisse senetleri de yatırımcılara teminat olarak rehin verilecektir. Bu teklif yatırımcıları tatmin eder ve işlem gerçekleştirilir. Bu işlemlerin sonucunda, hem Milken’ın müşterileri başka şirketleri satın alarak büyüme hayallerini gerçekleştirmiş, hem de yatırımcılar yüksek teminat altında büyük paralar kazanmışlardır.

Eğer Milken karşıt görüşlerin üstesinden gelecek bir düşünce sistemine sahip olmasaydı son 20 yıllık ekonomik refahın mimarı sayılabilecek şirket satın alma kredileri (Leveraged buyout) ve çürük tahvil (junk bond) denilen riskli şirket tahvilleri bu kadar popüler olamayacaktı.

Anlaşılacağı üzere finansal piyasalarda başarı her zaman karşıt görüşlerle mücadele edebilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylersek, güçlü beklentilerle satın aldığınız bir hisse senedinin öngörülemeyen bir şekilde düşmeye başlaması sonrasında ne yapabileceğinizi biliyorsanız, başarıya oldukça yakınsınız demektir.

Eğer finansal kararlarınızda ne kadar başarılı olduğunuzu veya olacağınızı bilmek istiyorsanız şimdi kendinize dönün ve şu soruyu sorun: “Eğer bir arkadaşıma aşık olsaydım ona açılabilir miydim?”

6 Kasım 2012 Salı

Kötü şans çekirgeyi kaç kere sıçratır?

Geçmişte beklenilenden daha az veya daha çok ortaya çıkan bir durumun gelecekte tam tersi daha çok veya daha az gerçekleşeceğini düşündüren beklentiler hayatımızın belki de en masum hatalarını oluştururlar. İlk kez 1913 yılında bir Monte Carlo Casino’sunda gözlemlenen bu durum Monte Carlo hatası olarak bilinir.

Diyelim ki bir metal parayı 5 kez havaya attınız ve her seferinde tura geldi. Şimdi 6.kez havaya attığınızda birçok kişi yazı gelmesi ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünür. İşte bu bir hatadır. Çünkü paranın yazı veya tura gelme ihtimali önceki beş atıştan bağımsızdır ve onlardan etkilenmeyecektir. Hem yazı hem de tura gelme şansı hala %50’dir. Fakat içgüdüler garip ve keskin şekilde yazı gelme ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşündürürler. Tekrar eden her değer aksinin kazanma şansını güçlendirerek hatanın sapmasının büyümesine neden olur.

Ortalamalar kanunu (Law of Avarages) bu hatayı başka bir örnekle açıklar. Bir rulet üç kere dönmüş ve üçünde de kırmızı kazanmıştır. Öyleyse kazanma sırası siyaha gelmiştir! Artık bundan sonraki üç oyunda art arda siyah gelmesi beklenebilir! Kısa dönemde gerçekleşmeyen uzun dönemde mutlaka gerçekleşir!

Eğer siyahın gelme şansı söylendiği gibi %50 ise sonuçların işin doğasını yansıtması gerekir. Eğer rulet masasının hafızası ve adalet duygusu olsaydı elbette ki bu düşünce doğru olabilirdi. Fakat yapılan araştırmalarda 100 defa döndürülen rulet masalarında tam olarak 50 kez siyah gelme ihtimalinin %8 olduğunu göstermiştir. Benzer şekilde 10 defa üst üste kırmızı gelen bir rulette 11.dönüşte siyah gelme olasılığı %48,6 olarak hesaplanmaktadır Buradan sınırlı sayıdaki gözlem ile ortalama sonuçlara yaklaşılamadığı açıkça görülmektedir.

Kendisini bir halk entelektüeli olarak tanıtmayı seven matematikçi ve finansçı Nicholas Taleb, Ludic Yanılsaması adlı teorisinde bu durumu farklı bir açıdan değerlendirir: İki kişi olduğunu düşünelim. Biri rasyonel düşünen bir bilim adamı, diğeri ise ince zekalı bir uyanık. Kendile¬rine şu soru sorulsun. “Kusursuz bir para 99 kez havaya atılmış ve her defasında tura gelmiştir. 100.kez atıldığında da tura geliyorsa ne düşünürsünüz?”

Rasyonel düşünen şöyle diyecektir: “100. atışın tura gelme olasılığı önceki atışlardan etkilenmez. Tura gelme ihtimali %50’dir.” İnce zekalı olan ise muhtemelen şöyle düşünecektir: “99 kere tura gelmesi çok düşük bir olasılık. Eğer parada bir hile yoksa, demek ki başta söylenildiği gibi paranın tura gelme olasılığı %50 değil.”

Paranın tura gelme olasılığı gerçekten %50 midir? İşte, konunun tüm gizemi burada saklıdır. Bunu ortaya koymaya çalışan büyük sayılar kanunu (law of large numbers) bir paranın yazı ya da tura gelme ihtimalinin %50 olmasının az da olsa hata payı içerdiğini söylemektedir. Şöyle ki; bir para on milyon kez havaya atıldığında 5 milyon kere yazı, 5 milyon kere tura gelmemiş tekrar sayısı arttıkça eşitsizliğin azaldığı bir sonuç yaratmıştır. Öyleyse paranın yazı ya da tura gelme ihtimalinin, matematiksel ve istatistiksel ifadesi dışında, tam olarak %50’ye eşit olduğunu söylemek insan hayatının sınırları içinde doğru bir değerlendirme olmayacaktır.

Hayatın en önemli kısıtlamalarından olan gelecek körlüğünü matematiksel ya da içgüdüsel yaklaşımlarla ekarte edebilmenin kolay olmadığını herkes iyi bilir. Olasılık ya da içgüdüler doğruya yaklaştırdığı kadar hataya da sevkederler. Hatırdan çıkarılmaması gereken şu paradoksal gerçek belki hata yapmanıza engel olabilir: Uçağa binerken kendi emniyetiniz için yanınıza bolca patlayıcı alın! Çünkü bir uçağa aynı anda patlayıcı taşıyan iki yolcunun binebilme ihtimali sıfıra yakındır. Fakat ne yazık ki sıfır değildir...