30 Aralık 2012 Pazar

Daha hızlı giden at arabasını ne zaman yapacağız?

2013 yılında rasyonel olmayı başarabilecek miyiz acaba? Elimizden geleni yapacağız şüphesiz. Mesela birçokları yüksek maaşlı bir işe geçmeyi umuyordur. Ayda 5.000 lira kazanacakları bir işi 4.000 lira kazanacakları bir işe tercih edeceklerdir. Diğer şartlar aynıysa elbette ki 5.000 lira kazanacağınız bir işi seçmek akıllıca olacaktır. Böyle bir kararı vermek için Harvard’ta okumuş olmanıza gerek bulunmuyor. Birazcık matematik bilmeniz yeterli. Ama küçük bir şartla: Rasyonel olmanız!.. Eğer rasyonel olmayı başarabilirseniz 5.000 liralık işi tercih edersiniz. Ama eminiz ki birçokları rasyonel olmayacaktır; Harvard’ta okuyanlar bile.

Erkekler veya kadınlar için eş bulma yarışı en az iş bulma yarışı kadar streslidir. Kişiler bu yarışta önde olabilmek için fiziksel yönden çekici olmak isterler. Peki ama çekici olmanın sınırı nedir?

Yapılan bir deneyde katılımcılara aşağıda seçeneklerden hangisini tercih ettikleri soruldu:
-Sizin fiziksel çekiciliğiniz 6 puan iken diğerlerinin ortalaması 4 puan.
-Sizin fiziksel çekiciliğiniz 8 puan iken diğerlerinin ortalaması 10 puan.

Bu soruya verilmesi gereken rasyonel yanıtın ikinci seçenek olması gerekir. Çünkü fiziksel çekicilik seviyeniz ikinci seçenekte daha yüksektir. Fakat sonuç böyle olmamıştır. Deneye katılanların %75’i birinci seçeneği seçmiştir. Deneyi düzenleyenler sonuçları şüpheyle karşılarlar. Katılanların sorudaki matematiği hesaplayamamış olma ihtimallerini düşünerek aynı deneyi Harvard üniversitesi öğrencileri üzerinde yaparlar. Yanıtlar bu kez daha da şaşırtıcıdır. Harvardlı öğrencilerin %93’ü ilk seçeneği seçmiştir.

Fiziksel çekicilik üzerine yapılan bu deneyin bir benzeri maaşlar üzerinde yapılmıştır. Katılımcılara yeni bir iş için aşağıdaki seçeneklerden hangisini seçersiniz diye sorulur:
-Maaşınız 15.000 dolarken diğerlerinin maaşı 13.000 dolar.
-Maaşınız 18.000 dolarken diğerlerinin maaşı 20.000 dolar.

Maaşın ilk şirkette 3.000 dolar daha düşük olduğu görülüyorken deneye katılanların büyük kısmı ilk şirkette çalışmayı tercih edeceklerini, çünkü kendilerini daha mutlu hissedeceklerini söylemişlerdir. Farklı bir bakış açısıyla söylersek, balinalarla dolu bir okyanusta büyük balık olmaktansa küçük bir gölde iri bir balık olmayı tercih etmişlerdir. Peki ama bizi bu karara iten sebep nedir?

Öncelikle Harvardlı öğrencilerin verdikleri yanıtın nedenini arayalım. Kişilerin amacı eş bulmaksa çekici olmak önemlidir. Çekicilik amaca götüren bir araçtır. Bir insan ne kadar çekici olursa olsun, ortalamanın altında bir çekiciliğe sahipse amaca ulaşması için daha fazla mücadele etmelidir. Rekabet yüksek olacağından bu kendisi açısından pek de hoş bir durum olmayacaktır. Fakat kendi çekiciliği düşükken, diğerlerinin çekiciliği kendisinden daha düşükse amaca ulaşması daha kolay olacaktır.

Tıpkı eş bulma yarışında olduğu gibi iş bulma yarışında da bizi amaca ulaştıran diğerlerinden daha yüksek bir getiri elde etmektir. Herkesten yüksek bir getiri amaca ulaştıran bir araçtır. Ama diğerlerinin altında bir gelir ne kadar yüksek olursa olsun bize araçsal bir getiri sağlamayacaktır. Bizim maaşımız ne kadar yüksek olursa olsun eğer bizden daha fazla maaş alan birileri varsa mutlu olmamız mümkün değildir. İşte herkes gibi Harvardlı öğrencilerin de bildiği şey budur.

Ne insanlar ne de Harvardlı öğrenciler maalesef rasyonel sonucu bulamamışlardır. Kararlarımızda rasyonel olmanın artık yeterli olmadığı açıktır. Sorunun daha fazla kazanmak olmadığını hepimiz biliyoruz. Ama şu açık bir gerçek ki bugün hala birçok insan hayatın ve ekonominin rasyonel olduğuna inanıyor. Onlara sadece şunu söyleyebiliriz: Öyle olsaydı hala daha hızlı giden bir at arabasını yapmak için çaba sarfediyor olacaktık.

27 Aralık 2012 Perşembe

Üniversiteli ayağı çamurlu azizdir!

Geçmişten gelen saygınlığı ve iş hayatının artan bağımlılığına rağmen üniversitelilere karşı duyulan saygının giderek azalma eğilimi göstermesi gerçekten üzüntü verici. İş hayatının üniversiteyi her gün biraz daha fazla “iş edindirme kursu”na çevirmesinin bu eğilimde en önemli etken olduğunu söylemek de sanırız hata olmayacaktır. İş hayatında başarıyı tek liyakat olarak gören sistem üniversiteliyi iş hayatında eylemsel olmaya yöneltince o da çoğu zaman bu seçilimi doğal zannedip o yönde hareket etmektedir. Gerçek hayal ve düşüncelerini savunmaktan vazgeçip itaatkar, söylenileni kabul eden ve çalışkan olmaktadır. Buna karşı gelenlerse maalesef cezalandırılmaktadır.

Üniversite okumak ne hayatın anlamı ne de gerekliliğidir. Hayatta başarının ön koşulu falan da hiç değildir. İş hayatının eylemselliğini değil de insanlık tarihini ileriye götürecek düşünceye yönelmek bir üniversitelinin gerçek amacıdır. O düşünce için mücadele veren ve bundan asla taviz vermeyen kişi gerçek üniversitelidir. Başkasının buyruklarını yerine getirmediği için belki iyi bir iş bulamayacaktır. Ya da belki okuldan atılıp mezun olamayacaktır. Karşı geldiği düşüncenin insanları “aziz” olduklarını düşünseler de o “ayağı çamurlu ama gerçek bir aziz” olmayı başaracaktır.

16.yüzyılda yaşayan İtalyan ressam Caravaggio, 38 yıl süren kısa ömründe, yaptığı resimlerle dünyanın en sıra dışı, en yetenekli, en umarsız ve belki de en dahi ressamlarından biriydi. Hiçbir eğitim almamıştı ve doğayı tek öğretmen olarak kabul ederdi. Yaşadığı dönemde sevilmemesinin nedeni gerçeği tüm doğallığı ile resmetmesiydi. Diğer ressamlar gibi cenneti değil, burnunun ucundakini resmederdi. Bu nedenle dönemin devlet kurumlarının kabul etmediği bir ressamdı.

Fakat Caravaggio’nun bildiği ve inandığı tek şey sıradan insanın büyüklüğüydü. Bu nedenle sipariş aldığı dini resimlerde, sokaklardan topladığı hırsızları, ayyaşları ve dilencileri model olarak kullanarak aziz gibi resmederdi. Kutsal kişileri ise ayağında çamuru olan normal insanlar gibi yapardı. Caravaggio, tıpkı gerçek bir üniversiteli gibi bir şeyi iyi biliyordu. Sıradan insanlar ayağı çamurlu azizlerdi.

Ayağı çamurlu bir azizin bir bataklıkta kaybedecek fazla bir şeyi de olamazdı elbette ki; ayaklarının biraz daha çamurlanmasından başka… Bu da kaçınılmazdı. Çünkü bir bataklıkta ayaklarının çamurlanmaması için oldukça şanslı ve itaatkar olması gerekirdi…

Eric, 5 yaşında kör olduğunda bir daha gözlerinin hiç açılamayacağını düşünmüştü. 15’inde gözleri açıldığında ise tekrar kör olabileceğini… O nedenle kendini okumaya verdi. Bulduğu her kitabı okudu ve hiçbir zaman da okula gitmedi. Irgat ve sonra da limanda rıhtım işçisi olarak en ağır işlerde çalıştı. Emekli olduğu güne kadar da bundan vazgeçmedi. Bünyesi bu ağır iş hayatına fazla dayanamadığı için de emeklilikten sonra uzun yaşayamadı.

Hayatı boyunca okula gitmeyen Eric, psikolojinin babası Freud’un birçok teorisini hatalı diye üzerini çizip kendi teorilerini ortaya koyduğunda kimse inanmamıştı. Fakat yıllar onu haklı çıkarmıştı. Bugün uygarlık tarihi psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji konusunda bildiği şeylerin önemli kısmını ona borçludur demek çok zor değildir. Hiçbir okul ve üniversite okumadığı için unvanı da olmayan o adam filozof Eric Hoffer’den başkası değildir.

Bir beden işçisi olarak ömrünü geçirip uygarlık tarihinin en büyük düşünce insanlarından biri olan Eric Hoffer aslında gerçek bir ayağı çamurlu aziz ya da başka bir ifadeyle söylersek gerçek bir üniversiteliydi. Bir üniversite öğrencisi biraz itaatkar, çalışkan ve biraz da şanslıysa rahatlıkla Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Acun Ilıcalı olabilir. İyi kıyafetler içinde rahat bir işte ömrünü geçirebilir. Ama bu özellikler üniversite okumayan Caravaggio ve Eric Hoffer gibi "gerçek üniversiteli" olmanıza yetmez. Daima inandığınız doğrular ve hayallerinizin peşinde koşmanız ve gerçekten şanssız olmanız gerekir.

Hayallerine ve düşüncelerine sahip çıkan şanssız üniversiteliler! Üniversiteli olarak yaşadığınız zorluklar ne olursa olsun, şanssızlığınıza hayallerinize olduğu kadar minnettar olun. Çünkü sizi Caravaggio ve Eric Hoffer gibi ayağı çamurlu aziz ve gerçek üniversiteli yapacak olan onlardır.

iRRasyonel olarak 2013’e üniversiteli ruhuyla girmeyi temenni ediyoruz. Eric Hoffer’in şu sözlerini de anımsayarak: “Tahammülsüzlük, dokunulmaya tahammülü olmayan bir şeyin üzerindeki “Dokunma!” tabelasıdır. Saçlarımızın dağılması bizi rahatsız etmez, fakat kelliğimizi gizleyen peruktaki dağınıklığa tahammülümüz yoktur.”

26 Aralık 2012 Çarşamba

Rock müzik özgürlüktür!

Finansal sistemin giderek daha fazla casino haline gelmesi piyasaları uzaktan izleyen insanlar için daima hoşlanılmayan bir durumdur. Çoğu zaman da bunun suçlusu olarak hedge fonlar, agresif yatırımcılar ve trader’lar görülür. Kendi bilgi, kurgu ve iç görüleri ile piyasaların karmaşık matematiği içinden hayatlarını kazanmaya çalışan bu kişilere karşı öfke krizin başından beri artarak sürüyor. George Soros’un Black Wednesday’inden bu yana neredeyse tüm trader işlemlerinin krizlerin yaratılmasına sebep olduğu düşünülüyor. Kurlardaki ani yükseliş ve çöküşlerin faturası agresif bir hedge fona kesiliveriyor hemen. Enerji fiyatlarındaki artışı büyük şirketlerin vadeli işlem sözleşmelerine yıkmak en kolay yöntem. Emtia fiyatlarını açgözlü traderlar değiştiriyor… Ne dersiniz öyle mi? Ekonominin doğasını işlemciler mi bozuyor? Yoksa kimsenin anlayamadığı bu karmaşık finans dünyasını anlayabilen çok az insandan birileri oldukları için günah keçisi mi ilan ediliyorlar?

Bu konuda dünyada şu ana kadar yazılan bir yazı bulunmadığı için gelin her zaman olduğu gibi yanıtı birlikte bulmaya çalışalım. 90’lı yıllara gelindiğinde çöktü denilen rock müziğini ayağa kaldıran Kurt Cobain’in Nirvana adlı grubuydu. “Rock müzik özgürlüktür” kanaatine tutunarak ilerleyen Nirvana bir anda tüm dünyanın dinlediği bir grup haline gelmişti. Kurt Cobain de herkes gibi rock müziğin özgürlük olduğuna inanıyordu. Müzik dergisi Rolling Stone’a kapak olduğunda üzerindeki t-shirt’te “Rock dergileri hala iğrençlik saçıyor” yazıyordu. Böylece kendisinin “film icabı bir asi” olmayıp gerçek asi olduğunu gösteriyordu. Sonunda maalesef bu savaşa yenik düşmüştü. 1994 yılında öldüğünde hayranları onun gerçek bir kahraman ve deha olduğunu düşünüyorlardı. Kurt Cobain efsanesi hala devam etmektedir. Birçok insan onun intihar etmeyip öldürüldüğüne bile inanmaktadır. Ne dersiniz, Kurt Cobain’İ kim öldürdü?

Evet, Kurt Cobain bir kurbandı ama yanlış bir fikrin kurbanı!..

Kurt Cobain derin bir yanılsama içindeydi. Sistemin insan ruhunu esir aldığını düşünerek rock müziğe tutunmuş ve ancak rock müzik ile sistemin kölesi olmayacağına inanmıştı. Rock müziğin özgürlük olduğuna inanıyordu. İşte bu onun derin yanılsamasıydı. Rock müzik ve özgürlük arasında hiçbir ilişki yoktu. Bu hem bilimin (psikoloji ve sosyoloji) hem de felsefenin ortaya koyduğu bir gerçekti. Üstelik ruhunu satmak diye de bir şey yoktu. Sadece müzik yapan ve müzik dinleyen insanlar vardı ve eğer iyi müzik yaparsanız onlar da sizi dinleyeceklerdi. İşte tüm hikaye buydu. Oysa o rock müziğin özgürlük olduğu yanılsamasına inanmış ve sonunda da ruhunu şeytana satmamak için intiharı seçmişti. Öte yandan Nirvana’nın “sistem” dediği düşmanın tek çabası ise onları daha fazla pazarlayarak büyütmekti. Çünkü piyasanın Nirvana’dan daha iyi bildiği bir şey vardı: “Bu sıkı çocuk fazlasıyla arkaik düşünüyor ama yine de pazarlanabilir!”

(Kurt Cobain ile ilgili yukarıdaki değerlendirmelerin önemli kısmı Kanadalı filozof Joseph Heath’e aittir.) Kurt Cobain “rock müzik özgürlüktür” fikrinin kurbanı olmuştu. Üstelik bu fikir hiçbir doğruluk payı içermiyordu.

Finansal krizlerin, ekonomik çarpıklıkların ve makro yetersizliklerin arkasında her zaman hedge fonları, piyasa oyuncularını ya da en yalın haliyle trader’ları görmek Kurt Cobain’in düştüğü hatanın aynısıdır. Onların daha fazla para kazanmak için ruhlarını şeytana satmış olduklarını söylemek de bir o kadar hatalıdır. Çünkü piyasalarda ruhunu satmak diye bir şey yoktur. Sadece para kazanmaya çalışan insanlar ve sürekli değişen piyasa koşulları vardır. Ülkelerin makro ekonomik eksiklikleri, düzenleme yetersizlikleri ve zayıf yönetimleri para kazanmak için inşaat işçisinden farklı olmayan bir düstur ile çalışan kişilere yüklenmemelidir.

Kim ne derse desin, trader’lar karmaşık finansal piyasaları anlama becerisi gösterebilen yetenekli ve bilgili kişilerdir. “Ruhlarını satıyorlar” demek bir cadı avında “Dünya dönüyor” diyeni suçlu ilan etmekten farklı bir şey değildir. Arkalarında büyük bir rüzgar olmadığı sürece finansal piyasalarda kalıcı bir etki yaratmaları çok kolay değildir. Ne kurların oynaması, ne enerji fiyatları, ne de emtia fiyatları trader’ların değiştirdiği şeylerdir. Ülkelerin ekonomik yetersizlikleri politik güçleriyle birleşince günah keçisi olarak trader’lar gösterilmektedir. Kendi hatalarını seçmenlere anlatmak intihar anlamına geleceğinden suçlu hedge fonlar, piyasa oyuncuları ya da trader’lar olmaktadır.

Eğer siz de böyle düşünüyorsanız rock müziğin özgürlük olduğuna inanmışsınız demektir. Ama unutulmamalıdır ki dağları yerinden oynatmaya yeterli bilginin ve teknik gücün olduğu yerde, dağları yerinden oynatacak inançlara ihtiyaç yoktur.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Sevgiliniz size çiçek alıyorsa sizi sevmiyor demektir!

Bugünlerde kafaları karıştıran bir şey var. Herkes arttırılan rating notunu konuşuyor. Sizce rating notunun yatırım yapılır seviyeye yükseltilmesi ne anlam ifade ediyor? Daha doğrusu göstergelerin bazılarında şüpheler varken bu not gerçek anlamını bulacak mı?

Ekonomi politikler ve şirketler rating notunun yatırım yapılabilir seviyeye yükselmesine oldukça sevinmiş durumdalar. Çünkü ne olursa olsun bu onlar açısından maliyetlerin azalması anlamına geliyor. Fakat göstergelerin tamamı dikkate alındığında bu rating seviyesinin neyi ifade ettiği konusunda anlamlı bir çıkarım yapamıyorlar. Tartışmalar bir süredir devam ediyor. Ne dersiniz, sizce rating notu doğru mu?

Birçok kişi yaklaşan yılbaşını eşlerine bir hediye alma fırsatı olarak görecektir. Herkes eşini çok sever ve ona sevgisini gösterecek bir hediye almak ister. Eşinize onu ne kadar çok sevdiğinizi göstermek istiyorsanız ne tür bir hediye almalısınız öyleyse?

Eğer eşinizin neden hoşlandığını biliyorsanız, hiç sorun değil. Onu alabilirsiniz. Ama eğer bilmiyorsanız size yardımcı olabiliriz. Klasik ve birçok kişi tarafından kabul edilen düşünce şekli sevginin ekonomi ile hiçbir ilişkisi olmadığıdır. Bu düşünce sizi bir demet çiçek almaya yönlendirecektir ya da güzel bir çikolata kutusu yaptırmaya. Fakat yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki eğer bir demet çiçekle yetinirseniz eşiniz düşündüğünüz kadar mutlu olmayacaktır. Peki öyleyse ne?

Eşinize uzun süredir almak istediği buzdolabını alabilirsiniz. Bu gerçekten pahalı bir hediye ve eşinizi de son derece mutlu edeceği açık. Fakat yapılan araştırmalar buzdolabı yerine ucuz bir cep telefonunun daha fazla mutluluk verdiğini söylüyor. Çünkü pahalı bir buzdolabı mantıklı bir seçenek gibi görünse de aynı zamanda kendinizi de düşündüğünüz anlamına geleceği için daha ucuz bir cep telefonu almak eşinizi daha fazla mutlu edecektir. Ne de cep telefonu kişiye özel. Yani kısaca herkesin kullanabileceği bir ev eşyası almak, eşinizin başta söylediği gibi onu mutlu etmeyecektir. Peki öyleyse ne almalısınız?

Yapılan araştırmalar eşinizi mutlu edecek tek bir hediye olduğunu söylüyor. Eğer eşinizi seviyor ve birlikteliğinizin yıllarca sürmesini istiyorsanız eşinize son derece pahalı (tabi alabildiğiniz kadar) bir hediye almanız gerekiyor. Belki şaşırmış olabilirsiniz ama bu gerçek. Pahalı bir hediye her zaman daha fazla mutlu ediyor. Peki ama neden dersiniz?

Bu sorunun yanıtı aslında oldukça basit. Pahalı bir hediye birlikteliğinizin uzun süreli olacağına yönelik uzun vadeli bir yatırım yaptığınız anlamına geliyor da onun için. Ya da daha kısa söylersek eşiniz bu hareketinizi uzun vadeli bir yatırım olarak görüyor. Onu sonsuza dek seveceğiniz şeklinde yorumluyor ve son derece mutlu oluyor.

Mesele para gibi gözükse de aslında uzun vadeli yatırımı temsil etme meselesidir. İşte bir ülkenin yatırım yapılabilir seviyede ratinge sahip olması da aynı anlama geliyor. Şimdi biraz düşünelim. Ülkeye gelen tüm yatırım kısa vadeli amaçlarla geliyorsa bunun uzun vadeli bir yatırım amacıyla geldiği söylenebilir mi? Ya da eğer gelen tüm yatırım kısa vadede kar elde edip dilediği zaman gitmek için geliyorsa sizi çok sevdiğinden söz edilebilir mi?

İşte mesele bu kadar basittir. Sonsuza kadar sizi sevdiğini söyleyen birinin davranışlarının da öyle olması gerekir. Yatırım yapılabilir seviyede rating basitçe bunun göstergesidir. Bu nedenle uzun vadeli yatırımlar gerçek sevginin belirtisidir. Yatırım yapılabilir rating ile gerçekten yatırım yapılması arasındaki ilişki, eşinize aldığınız hediyeye harcadığınız para ile ne kadar uzun süre yatırım yapmayı amaçladığınız arasındaki ilişki birbirinin aynıdır.

Öyleyse yükseltilen rating notu konusunda söylenecek tek bir şey var. Maalesef yabancı yatırımcı bize hep çiçek hediye ediyor!

23 Aralık 2012 Pazar

Azcık matematik biliyorsan çok eşliliğin sana uygun olmadığını anlarsın!

FX işlemlerin tezgah üstü versiyonu olan Forex yatırımcılar arasındaki popülaritesini giderek arttırıyor. Sınırlı eğitim seviyesine sahip kişilerden iyi eğitimlilere kadar geniş bir müşteri kitlesine sahip sektörün işlem hacmini ölçmek pek mümkün olamıyor. İnternet üzerinde büyük bir piyasa oluşmuş durumda. Para birimlerinin gelecekteki değerleri üzerine pozisyon alınarak getiri elde etme mantığına dayanan bu işlemler nasıl bu kadar popüler olabiliyor?

Forex işlemlerini bu kadar popüler ve pazarlanabilir kılan şey kaldıraç denilen bir mekanizma. 2007 finansal krizinden sonra oldukça sık karşılaştığımız bir kavram haline gelen kaldıraç basitçe sizin olmayan parayla işlem yapabilmeniz anlamına geliyor. Forex işlemlerde ise kaldıraç akla hayale sığmayacak seviyelere kadar çıkabiliyor. Mesela sizin 1 lira sermayeniz varsa forex şirketi size 99 lira daha veriyor ve siz 100 liralık bir yatırım yapabiliyorsunuz. Nasıl, inanılmaz değil mi? Kısa sürede büyük paralar kazanmak içten bile değil… Ne dersiniz?

Kaldıracın bu basit doğasının anlaşılması aslında oldukça kolay. Sizin olmayan bir parayla işlem yapmanın ne anlama geldiğini herkes biliyor zaten. O nedenle kaldıracın tehlikeli kredi boyutunun insanlar tarafından anlaşılamıyor olduğunu söylemek doğru bir argüman olmayacaktır. Herkes bunun farkında. Aynı zamanda kaldıracın tehlikeli bir şey olduğunu söylemek de fazla uyarıcı bir bilgilendirme sayılmayabilir. Peki öyleyse forex piyasalardaki kaldıraçlı işlemlerin arkasındaki anlaşılmayan şey ne?

İnsanların doğasında çokeşliliğin olduğu bilimsel bir sürpriz değil artık. Poligami denilen bu durum genellikle erkeklerin birden fazla kadınla evli olması anlamına gelir. Özellikle erkekler tarafından daha fazla istenen, kadınlar tarafından ise pek istenmeyen bir durumdur. Tarih boyunca birçok kültür birbirlerine zarar vermemek koşuluyla yetişkinlerin istedikleri şekilde evlenebilmelerine onay vermiştir. Çok eşliliğin kadınların aleyhine erkeklerin lehine sonuçlar yaratması nedeniyle erkekler tarafından daima arzulanan bir durumdur. Belki birçok erkek bunu açık olarak belli etmese de doğalarındaki arzunun bu yönde olduğu açıktır. Erkekler kendi lehlerine sonuçlar yarattığını düşündükleri poligami konusunda yanılıyor olabilirler mi, ne dersiniz? Ya da daha basit bir ifadeyle, poligaminin erkelerin değil de, kadınların lehine olduğunu söylesek ne düşünürsünüz?

Poligaminin kadınlar açısından daha faydalı olduğu düşüncesi ilk bakışta aşırı bir karşıt argüman olarak gelebilir. Çünkü ortada kadınlar tarafından paylaşılmak zorunda olan bir erkek vardır. Burada erkeğin en büyük olumsuzluğu ayrı ayrı kadınlara almak zorunda olduğu nişan yüzüklerinden fazla görünmemektedir. O zaman gelin şimdi resmi biraz daha büyütelim ve en büyük resme bakalım.

Diyelim ki bir toplulukta 50 erkek ve 50 kadın var ve topluluğun kuralı her erkeğin iki kadınla evlenmesini istiyor. Basit bir matematik altında, ki bu matematiği poligaminin kendi lehlerine sonuçlar yarattığını düşünen en akılsız erkekler bile yapabilir, sadece 25 erkek kendisine eş bulabilecektir. 25 erkek 50 kadınla evlendiğinde kalan 25 erkek ömrünün sonuna kadar bekar olarak kalacaktır. (Kadınların birden fazla erkekle evlenmesi şeklindeki bir matris yapı erkeklerin dünyasında kabul edilmeyeceğinden geçerli bir varsayım olarak düşünülmemiştir.) Peki buna bekar kalan 25 erkek razı olacak mıdır?

Elbette ki razı olmayacaklardır. Bekar kalma korkusu üzerlerinde büyük bir baskı yaratacağından diğer erkeklerle büyük bir rekabete gireceklerdir. Çünkü artık oyun evlilik oyunu olmaktan çıkıp kazananlar ve kaybedenlerin oyunu olmaya başlayacaktır. Çünkü erkeklerin açıkça gördükleri bir şey vardır. Kadınlar sadece varlıklı, güçlü, sağlıklı ve zengin erkekleri tercih etmektedirler. Öyleyse kadınlar daima erkekler içindeki krema tabakaya yöneleceklerdir. Oysa tek eşlilik olsaydı en zengin kadar en fakir erkeler de kendilerine eş bulabileceklerdi. Fakat şimdi işler erkekler açısından oldukça zorlaşmış gözüküyor. Kadınlar için ise oldukça kolaylaşmış. Çünkü artık yoksul, sağlıksız ve zayıf bir erkekle evlenme ihtimalleri oldukça az.

Görüldüğü gibi erkekler çok eşliliğe yönelik arzular taşısalar da tek eşlilik her erkek için bir eş bulmayı garanti ediyor. Kısaca poligami birçok erkek için eşsizlikten başka bir anlama gelmiyor. Erkek için eş sayısını üç, dört veya beş diye artırdığınız sürece de daha fazla erkeği evlilik dışına itmiş oluyorsunuz. Böylece tüm kadınlar her zaman en güçlü erkeğe yönelerek kendi monopol piyasalarını yaratmış oluyorlar. Herkesin anlamış olduğu üzere, poligami hiç de erkeklerin düşündüğü gibi kendi lehlerine sonuçlar yaratmıyor. Öte yandan oyun teorisi açısından bakıldığında ise poligaminin sadece erkek toplumunun krema tabakasında yer alanlar tarafından politize edilmesi gerektiği de ortadadır.

İşte forex piyasaların doğasındaki kaldıraç da tıpkı poligaminin yarattığı etki gibi bir etki yaratıyor başta. Yani herkes için avantajlı olabileceği düşünülüyor. Fakat daha sonra ortaya çıkardığı ise sadece varlıklı olanların buna dayanabileceği oluyor. Çünkü yetersiz sermaye ile kaldıraçlı bir işlem yapmak, zayıf bir erkeğin, çok eşliliğin serbest olduğu bir toplumda başına geleceklerden farklı olmayacaktır. Yani kaybeden olacaktır. Piyasaların öngörülmesi imkansız hareketleri, öngörü ne kadar güçlü olursa olsun, çoğu zaman büyük bir zarar olarak geri dönecektir. Yatırımcılar sahip oldukları küçücük sermayeyi de bu oyunda kaybedeceklerdir. Kaldıracın doğası işte bu kadar basittir.

Birazcık matematik biliyorsan çok eşliliğin sana göre olup olmadığını anlayabilirsin. Ve aynı bakış açısıyla bakmaya devam ettiğinde kaldıracın da sana uygun olup olmadığını rahatça anlarsın.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Erkekler için kendilerinden daha değerli bir şey yoktur!

Libor’u manipüle ettiğini itiraf eden UBS’ye verilen 1,5 milyar dolarlık cezanın başta kendilerine, sonra tüm finansal kurumlara ve ardından piyasalara ders olacağını düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz diyebiliriz. Çünkü finansal piyasalar niteliği ne olursa olsun riskli davranışlar sergilemeyi doğalarından gelen bir içgüdü ile yaparlar. Eğer size “biz risksiz çalışıyoruz” diyen bir piyasa oyuncusuna rastlarsanız, emin olun ki ya yalan söylüyordur ya da o an için öyle söylemesini gerektirecek önemli bir gerekçesi vardır. Peki ama piyasalar neden riski severler?

Riski sevme olgusu ekonomik hayatta genellikle risk iştahı şeklinde nitelenir. Piyasalar kadar insanlar da riski severler ve risk iştahları açıktır. 2007 krizini yaratan konut kredilerini, ödeyebilecekleri sınırların üzerinde alırken kimse onların boğazına yapışmamıştı. Daha yüksek getiri elde edebilmek için bu konut kredileri üzerine inşa edilen menkul kıymetlere yatırım yarken kimse onlara almalarını dayatmamıştı. 3 katrilyon dolarlık türev ürünler pazarını oluştururken bu kadar riski dünya kaldırabilir mi diye kimse kendine sormamıştı. Piyasalar kadar insanların da riski bu kadar sevmelerinin altında nasıl bir içgüdü yatıyor dersiniz?

Sigmund Freud, “biyoloji kaderimizdir” derken bugün yanlışlığı ispatlanmamış nadir teorilerinden birini sunmuştu. Aşk ve seks üzerine yapılan bilimsel araştırmaların dünyada öncüsü sayılan Elaine Hatfield, 1982 yılında, bugün bile sonuçları tam olarak ortaya konulamamış bilimsel bir makale yayınlar. “Gender differences in receptivity to sexual offer” adlı makale erkek ve kadınların cinsel ilişkiyi nasıl algıladıkları üzerine çarpıcı bir tespiti ortaya koyar. Yapılan araştırma ve deneylerde insanlara iki basit soru sorulur. İlk soru “benimle çıkar mısın” sorusudur. Erkek ve kadınlardan oluşan gruplar hiç tanımadıkları karşı cinsten kişilere yaklaşır ve bu soruyu sorarlar. Alınan cevap her iki grup için de benzerdir. Kendilerine hiç tanımadıkları bir kadın tarafından yapılan bu teklife erkeklerin %50’si “evet” yanıtını verir. Bu oran kadınlar için de hemen hemen aynıdır. Erkek ve kadınların benzer bir davranış sunmaları Hatfield’ı şaşırtmaz.

Daha sonra araştırmanın ikinci kısmına geçilir. Bu kez soru biraz değiştirilir ve “benimle yatar mısın” şekline dönüştürülür. Kadınların hiç tanımadıkları erkeklerden gelen böyle bir soruya verdikleri cevap “Sen delirdin mi!”, “Alın şu aptalı başımdan!” ya da “Defol git!” şeklindedir. Kendilerine böyle bir teklif yapılan kadınların tamamı soruya olumsuz yanıt vermiştir. Tek bir kadın bile evet dememiştir. Bu kez aynı soru bayanlar tarafından hiç tanımadıkları erkeklere yöneltilir. Erkeklerin %70’i hiç tanımadıkları bir kadından aldıkları böyle bir teklife “evet” yanıtı vermişlerdir. Herhalde bu sonuç kimseyi şaşırtmamıştır. Sanıyoruz geri kalan %30’un verdiği yanıt daha çok şaşırtmış olabilir. Fakat ona da şaşıracak bir şey yok. Geri kalan %30’un yanıtı da “bugün olmaz ama yarın söz” şeklindedir. Yani erkeklerin %100’ü teklife evet demiştir. İşte bu noktada araştırma ekibinin yanıtlaması gereken önemli bir soru ortaya çıkmıştır. Aynı toplumda yaşayan erkek ve kadınlar arasındaki bu büyük davranış farklılığı nasıl açıklanabilir?

Bu sorunun yanıtının tam olarak bugün bile ortaya konulduğunu söylemek mümkün değildir. Evrimsel, biyolojik, psikolojik, kültürel ve çevresel faktörler gibi birçok değişkenin böyle bir sonuç yaratmada etkili olduğu söylenebilir. Fakat ekonomik açıdan bu davranış farklılığı psikologlar tarafından tek bir faktöre bağlanıyor: Risk alma iştahı!

Öldürücü bulaşıcı hastalıkların cinsel ilişki ile yayıldığı düşünüldüğünde, karşı taraf hakkında geçerli bir bilgiye sahip olmadığınız bir anda vereceğiniz kararın nasıl olması gerektiği bellidir. Kadınların verdiği karar ekonomik olarak en doğru karardır. Çünkü karşı taraf hakkında görüntüsü haricinde başka bir bilgiye sahip değilsiniz. Oysa erkeklerin kararı sınırlı bir bilginin varlığı halinde bile sınırsız risk alabileceklerini göstermektedir.

İşte erkeklerin bu davranış şeklinin bugün piyasaların davranış şeklinden farklı olmadığı açıktır. Risk iştahı denilen olgunun piyasalarda ve insanlarda ne kadar yüksek olduğu ortadadır. Finansal enstrümanlar ve kredi ürünlerine karşı duyulan nedensiz ilgi bunun en doğal göstergesi gibidir. Sonrasında yaşanan krizlerin ve yaşanacak olanların risk iştahımız ile ne kadar alakalı olduğunu söylemeye sanıyoruz yeniden gerek bulunmuyor.

Belki şimdi erkeklerin kendilerine şu soruyu sorması gerekiyor: “Yolda yürürken birisi size kasıtlı olarak çelme taksa onu rahatlıkla suçlayabilir hatta cezalandırabilirsiniz. Çünkü bunu yapmanız için geçerli bir sebebiniz var. Peki ama karar sisteminizi bu hale getiren ve sahip olduğunuz sınırlı bilgi ile alınabilecek en riskli kararı almanıza sebep olan şeye karşı neden bu kadar müsamahakarsınız?”

Sanıyoruz erkekler için erkeklerden daha değerli bir şey olmadığına göre bu sorunun cevabını vermek kolay olmayacaktır.

20 Aralık 2012 Perşembe

Bu ilk kıyametinizse biraz heyecanlanabilirsiniz!

Maya takvimi belirsizliği henüz sona ermedi. Rahat bir nefes almak için bekleyen milyonlarca insan olduğunu söylemek sanıyoruz hata olmayacaktır. Fakat birçokları için bu ilk tecrübe olmayacağından fazla bir nedenselliği de bulunmuyor. Çünkü onlar kıyamet olgusunun nasıl kolayca yaratıldığını iyi biliyorlar.

6 Mayıs 2010 tarihinde New York Borsasında tarihin en büyük finansal şoklarından biri yaşanır. Procter&Gamble şirketinin hisse senetlerinin birkaç saniye içinde 62 dolardan 39 dolara gerilemesi ile ateşlenen kıvılcım bir anda büyük bir yangına dönüşür. Satışlar Dow Jones endeksinde birkaç dakika içinde 1.000 puanlık düşüşe neden olur. ABD borsalarında başlayan çöküş kısa sürede İngiltere’ye sıçrar. İngiltere borsası birkaç dakika içinde %9’luk bir düşüş yaşar. Satış dalgası oradan diğer borsalara ve para birimlerine geçer. Korku ve panik tüm piyasalara büyük bir hızla yayılır. Tüm dünya liderleri işlerini bırakarak piyasaları yakından izlemeye başlarlar. Kıyametin koptuğu düşünülmektedir.

Piyasalarda birkaç dakika içinde 1 trilyon doları silen kriz, Yunanistan’ın borçlarını ödeyemeyeceği ve ortaya çıkacak sorunun diğer Avrupa Birliği ülkelerine sıçrayacağı, oradan da İngiltere’ye geçeceği şeklinde senaryolandırılır ilk anda. Fakat Yunanistan’da kötü bir durumun olmadığı birkaç dakika içinde anlaşılır. Tüm dünya birbirine bakakalmıştır. Ortada böyle bir çöküşe neden olabilecek bir problem gözükmemektedir. Peki, piyasalarda bu belirsiz kıyamet havası neden ve nasıl oluşmuştur?

Çöküşün nedeni ertesi gün ortaya çıkar. Borsaya Procter&Gamble hisse senetleri için satış emri girişi yapan bir görevli, satılacak hisse senedi sayısını belirtirken, önündeki klavyede milyonun M’si (Million) yerine yanlışlıkla milyarın B’sini (Billion) basmıştır. Bu tutardaki bir satış emri, piyasa tarafından olağandışı büyüklükte sayılarak küçük bir hata olarak değil, büyük bir küresel çöküş işareti olarak algılanmıştır. Gerçi borsalar kayıplarını 20 dakika içinde geri almışlardı ama yaşanan finansal kıyamet benzeri çöküşün büyüklüğü önemli bir etki yaratmıştı.

Günlük hayatımıza kıyamet olgusunu sokan bazen buradaki gibi bilişsel bir hata olurken, bazen daha sistematik bir hata da olabilir. ABD’li sosyal psikolog Leon Festinger hatanın başladığı bu anı oldukça çarpıcı bir araştırma ile ortaya koymuştur. Festinger, kıyamet gününün tarihini bildiğini söyleyen bir dini grubun üyelerinin düşünce ve davranışlarını, bekledikleri kıyamet tarihi öncesinde ve sonrasında incelemeye alır. Söylenildiği tarihte kıyamet kopmamış fakat grubun üye sayısında da bir azalış olmamıştır. Üyelerin çoğu kıyamet tarihinden önce işlerini bırakmış, evlerini satmış hatta biriktirdikleri parayı bile harcamıştı. Bazıları açısından hayal kırıklığı, bazıları açısından sevinç dolu gelişmeden sonra grubun üye sayısı artmaya başlamıştır. Tüm paradigmasına kaybeden grup için bu durum şaşkınlık vericidir. Üyelere sorulduğunda ise şöyle yanıt vermişlerdir: “Çünkü kıyametin kopmaması için çok yalvardık.”

Görüldüğü gibi kıyamet olgusu bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kolayca yaratılabilecek bir olgudur. İnsanlar, sonucunda öngörülerinin gerçekleşmediğini görseler de yeni bir tarih belirlemek için isteksiz olmayacaklardır. Çünkü insanlar daima inanmak isterler. Ellerinde iyi bir sebep yoksa kötü bir sebebe de rahatlıkla inanabilirler.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Fazla kilolarınızın suçlusu kim?

Ülkelerin borçlanmaları kadar insanların borçlanma seviyeleri de artmış durumda. Hane halkı borçlanma oranları giderek ödenemez seviyelere doğru ilerliyor. Dünya tepeden tırnağa “mükemmel” bir borç yükü yaratmış durumda. Borç ile yaratılan varlığın gerçek varlık olmadığını her kriz bize daha açık anlatsa da maalesef borçla varlık yaratmaya devam ediyoruz. Öte yandan günlük ihtiyaçlarımızı temin etmek için yarattığımız borçlar da bir o kadar fazla. Tüm dünya kredi kartlarına, kişisel kredilere ve adı ne olursa olsun borçlanmayı sağlayan finansal enstrümanlara karşı son derece samimi. Zaman zaman öfkeye kapılsa da onlara karşı büyük bir beğenisi var. Kendisi için borç yaratacağını ve bu borcun da günü geldiği zaman faiziyle birlikte ödenmesi gerektiğini bile bile borçlanmaya devam ediyor. Gerçekten iyi olan şeylere bile bu kadar talep olduğu pek görüldük şey değildir. Peki ama tüm dünya, ülkeler, şirketler ve insanlar nasıl oluyor da sanki birbirini taklit ediyormuş gibi büyük bir borçlanma yarışının içine girdiler ve bir tülü çıkamıyorlar?

Bugün Amerikalıların %66’sı obezite ve aşırı kilodan yakınmaktadır. Bu oran sadece on yıl önce %20’ler seviyesindeyken nasıl olmuştur da bu kadar hızlı bir şekilde yükselmiştir?

Obezite bugün sadece ABD’nin değil, tüm dünyanın sorunudur. Toplumsal ve bireysel mücadelenin şiddeti giderek artsa da obezite maalesef durdurulamamakta, tam tersi hızla yayılmaktadır. Tıp bilimi maalesef bu büyük sorunu çözmekte henüz kesin bir başarı gösterememiştir. Yapılan araştırmalar obezitenin aşırı yemek yeme, genler, sosyal hayat düzensizlikleri ve psikolojik faktörler gibi nedenlerle ortaya çıktığını söylemektedir. Bunlara karşı geliştirilen tedavi yöntemleri de genellikle egzersiz, diet programları, felsefik müdahaleler ve ilaç önerileri şeklinde oluşmaktadır. Fakat tüm bu önlemlere rağmen obezite yüksek bir hızla artmaya devam etmektedir. Tıp bilimi ortaya koyabileceği tüm tedbirleri almasına rağmen nasıl oluyor da obezite yayılmaya devam ediyor? Acaba bir yerlerde bir hata yapılmış olabilir mi? Obezitenin gerçek nedeni tüm bunların dışında farklı bir şey olabilir mi?

Sosyal ağlar üzerine araştırmalarıyla tanınan Nicholas Christakis ve James Fowler adlı bilim adamları 2007 yılında “The spread of obesity in a large social network over 32 years” adlı bir makale yayınlarlar. Christakis ve Fowler 32 yıllık bir periyotta on binlerce kişinin fiziksel vücut değişimlerini incelemişler ve o güne kadar kimsenin tahmin edemediği bir sonuca ulaşmışlardır: Obezite bulaşıcıdır!

Yaptıkları araştırmalarda kişileri, bir arada yaşadıkları ailelerini, arkadaşlarını ve arkadaşlarının arkadaşlarını 32 yıl boyunca incelemişlerdi. Gördükleri şuydu. Kişinin bağlantıda bulunduğu kişiler obezse onun da obez olma ihtimali tüm olasılıksal hesapların üzerinde büyük bir benzerlik içeriyordu. Daha basit ifade edersek obezler obezlerle, zayıflar zayıflarla aynı ağlar içinde yer alıyordu. Yani ortada sosyal bir bulaşıcı hastalık vardı. Peki ama dünyanın en yaygın bulaşıcı hastalığı nasıl bulaşıyordu?

Aslında sorun sadece kişilerin kendilerine benzer kilodaki kişilerle ilişki içinde bulunmasından kaynaklanmıyor. Obez kişilerle yakın olan zayıflar da bir süre sonra yeme alışkanlıklarını ve tercihlerini yakınlarındaki obezlerin tercihleri yönünde değiştirmeye başlamaktadırlar. Davranışlar taklit edilmeye başlayınca kilo seviyeleri de birbirine benzemeye başlamaktadır. Fikirler ve davranışlar bitişik konumdaki kişiler tarafından sürekli olarak taşınmaktadır. İnsanlar yalnız yaşamaya ve günlerini geçirmeye alışık olmadıklarından, alışkanlıkların ve düşüncelerin taşınma hızı artmaktadır. Herkesin sevdikleriyle birlikte olma arzusu için de aynı şey söylenebilir. Tüm bu nedensellik zinciri sonuçta baskın taraf olan obeziteler lehine doğru bir değişim yaratmaktadır. Unutulmamalıdır ki Kate Moss veya Victoria Beckham gibi ünlüler sürekli incelen bedenlerini bize cömertce sergileseler de kendimizi kıyasladığımız kişiler daima çevremizdekilerdir.

Makale yayınlandığında sert tepkiler alsa da bugün gelinen nokta itibarıyla obezitenin bulaşıcı olduğu herkesin kabul ettiği bir olgu haline dönüşmüştür. İşte obezitenin tipik bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmasının ardındaki nedensellik borçlanma için de geçerlidir. Ülkeler, şirketler ve kişiler ilişki içinde bulunduklarının düşünce ve davranışlarını taklit etmektedir. Borçlanmanın yayılma yöntemi incelendiğinde kabaca şöyle bir haritalandırmaya ulaşılabilir. Şirketlerde başlayan borçlanma öncelikle o şirketlerin ilişkide olduğu şirketlere, sonra diğer şirketlere, oradan şirketlerin müşterilerine ve sonunda müşterilerden geri kalan vatandaşlara geçmektedir. Ülkeler açısından da aynı şeyi söyleyebiliriz. Avrupa Birliği ülkelerinin neredeyse tamamının aynı sorundan şikayetçi olması birbirlerinin davranışlarını kısa süre içinde taklit etme ve taşıma özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak da herkes en yakınındaki ya da kendi iletişim ağları içindeki diğer kişilerin borçlanma ile varlık ya da zevk yaratma davranışlarını tekrar ederek dünyayı büyük bir borç yükünün içine itmişlerdir.

Tıpkı obezitede olduğu gibi borçlanma için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Tıp ve kişisel irade ile dünyanın obezite sorunu çözülemeyeceği gibi borçların yapılandırılması veya geri ödenmesiyle de borç sorunu çözülemez.

Duyguların kendine has nedenlerini aklın anlaması maalesef hep uzun sürmektedir. Kendimizi hata yaparken rahatsız etmediğimiz sürece aklımızı duygularımızın suç ortağı yapmaya devam ediyoruz demektir.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Finansal piyasalarda neden aksakallı derviş yok!

Doğudan batıya, kuzeyden güneye neredeyse tüm dünya kültürlerinin en aşina tiplerinden biridir aksakallı dervişler. Doğunun bilgelik tapınaklarından çıkıp batının fazla derin düşünmeyi sevmeyen insanları için donat kıvamına dönüştürülen kişisel gelişim hikayelerinin değişmeyen başrol oyuncusudurlar. Aksakallı dervişlerin emekliye ayrılması binlerce kişisel gelişim gurusunun faaliyetlerini durdurması anlamına gelir ki bunun istenmediği ortadadır. Her ne kadar telif hakkı alamasalar da kişisel gelişim sektörünün yarattığı cironun önemli kısmının aksakallı dervişlerden kaynaklandığı kesindir. Sizce aksakallı dervişlere olan tutku nereden kaynaklanıyor?

Hemen hemen tüm kültürlerdeki aksakallı dervişlerin aynı dört ortak özelliği olduğu söylenir. Hindu tapınaklarından Noel Babaya kadar tüm aksakallı dervişler dürüst, bilge, cömert ve yardımsever olarak bilinirler. Adeta bu özelliklerin aksakallarından yansıdığı düşünülür. Fakat tuhaftır ki finansal piyasalarda bizi ışığından yararlandıracak tek bir aksakallı derviş bile yoktur. Gelirleri, büyük şirketler ile yoksul insanlar arasında adilane bir şekilde nasıl dağıtılacağını anlatan dürüst bir ak sakallı bulamayız. Girdiğimiz krizden nasıl çıkacağımızı ya da en azından ABD’nin mali uçurumdan nasıl uzaklaşacağını söyleyen bilge bir aksakallıya ne kadar da ihtiyaç var değil mi? Yunanistan, İspanya gibi fakir ülkeleri kurtarmaktan yorulan troykanın yerine yardım yapacak cömert bir aksakallı fena mı olurdu? Ya da “kıyamete bir haftadan az kaldı “şort”layın evlatlarım” diyen zeki bir aksakallı dervişe kim hayır diyebilir ki? Ama maalesef yok. Sanıyoruz uzmanlık alanları kişisel gelişim ve hedef kitleleri de ilk kez gül koklayan heykel misali düşünmeyi yeni öğrenenler olduğundan bu niş pazarı kaçırmışlar. Peki ama finansal piyasalarda neden bu ak sakallı dervişleri göremiyoruz?

Psikolog Robert Wiseman 2007 yılında tuhaf bir deney tasarlar. 5.000 kişinin katıldığı bu deneyde aksakalın ardındaki şifrenin ne olduğunu aramaktadır. İnsanların aksakallıları zeki, bilge, cömert ve yardımsever olarak değerlendireceklerini beklemektedir. Fakat deneyin sonuçlarından hiç de beklemediği bir gerçeğe ulaşır. Dürüstlük, bilgelik ve cömertlik ile aksakal arasında herhangi bir ilişki bulunmamaktadır. Sakalsız insanlar aksakallılara göre %28 daha cömert, %30 daha bilge ve %29 daha cömert olarak algılanmaktadır. Bunların yanında şeytani düşünce, gizlilik ve kötü hijyen de aksakallı dervişler hakkındaki olumsuzluklar olarak öne çıkmaktadır. Fakat Wiseman’in en önemli bulgusu dürüstlük konusundadır. Deneye katılanların neredeyse tamamı sakalsız temiz bir yüzü aksakallıya göre daha dürüst bulmuştur. Yani aksakallılar maalesef güvenilir bulunmamıştır. En basit haliyle özetlersek tüm aksakal hikayeleri –ki eğer gerçekseler kendini yaratan kehanetten başka bir şey değildir.

Kararların pembe felsefik tapınak öğretileriyle değil rakamlar ve gerçek bilgi ile alındığı finansal piyasalarda doğal olarak aksakallı bilge bulamazsınız. Çünkü hayatın anlamı olduğunu düşündükleri sığ felsefik deyişlerini ciddiye alacak birilerini bulmaları çok zordur. O nedenledir ki Forbes’in zenginler listeleri hep sakalsız insanlarla doludur. İnsanlar onları daha güvenilir buldukları için cömertliklerini de esirgemezler.

Finansal piyasalarda işlem yapanlar finansal kararlarına dayanak olan bilgiyi seçerken bir şeyi iyi bilirler: Var olan bir şey yok olan bir şeyden gelemez...

15 Aralık 2012 Cumartesi

Bir erkek seni mahvetmeye kararlıysa en fazla içip kendini mahveder; kadın ise…

En sık duyduğumuz hayat klişelerinden biridir riske girmeden kazanım elde edilemeyeceği. Hayat gibi finansal piyasalar da riskle doludur. Bazen sevinç bazen üzüntü getirse de vazgeçilmesi pek mümkün değildir. Risk ve getiri arasındaki makul dengeyi oluşturmak her zaman için en iyi strateji gibi gözükse de sınırsız risk almaya istekli fazlasıyla insan bulmak da zor değildir. Hal böyle olunca finansal piyasaların giderek daha riskli bir yer olması da kaçınılmazdır. Yaşanan finansal krizin de göstermiş olduğu gibi “finansal sistem” kavramına en yakın anlamdaki sözcük risktir. Yatırımcılar risksiz yatırımları genellikle yatırım olarak görmezler. İhtiyaç duydukları ilk şey risktir. Yokluğunda piyasaların rahatsızlık duydukları bile söylenebilir. Peki ama neden piyasalarda risk vardır? Risk olgusu nasıl oluyor da piyasaların hayati elementlerinden biri oluyor? Ya da daha kısa sorarsak risk neden var?

Birçok ekonomi teorisi ve piyasa olgusunun kadınların düşünce ve davranış şekillerinden etkilendiğini söylemek artık pek zor olmasa gerek. İşte bunlardan biri de risk faktörüdür. Piyasalarda risk neden vardır sorusunun yanıtı kadınların pek bilinmeyen bir düşünce şeklinde saklıdır; en azından erkekler tarafından.

Erkeklerin çoğu spor salonlarını iş ve evden sonraki üçüncü adresleri olarak bilirler. Birçok erkeğin spor salonuna gitme amacı kadınlara daha çekici görünmektir. Amaç bu olmasa bile kadınların fiziksel olarak beğendiği bir erkek olma fikrine sanıyoruz hiçbir erkek karşı çıkmayacaktır. Erkeklerin spor aktiviteleri genellikle geniş bir omuz, gelişmiş kol adaleleri, diğer erkeklere göre daha iri göğüsler ve kaslarla dolu bir mide üzerine yoğunlaşır. Çünkü erkekler kadınların fiziksel olarak bu tip erkekleri çekici bulduklarını düşünürler. Bu düşünce de onları daha fazla sert ve kaslı görünmeye yönelik bir spor anlayışı içine sokar. Her erkek tipik bir sandaletli ilk çağ kahramanı görüntüsünde olmak için enerjisinin büyük kısmını spor salonlarında harcar. Ne de olsa kadınlar kaslı erkeklerden hoşlanırlar… Ne dersiniz, acaba erkekler yanılıyor olabilir mi?

Bir fitness uzmanı olan Sam Murphy spor ve çekicilik arasında ilişkiyi ölçmek için bir deney tasarlar. Amacı kadınların gerçekten bol adaleli erkekleri çekici bulup bulmadıklarını öğrenmektir. 6.000’in üzerinde bayan ankete katılır ve en çok hangi sporu yapan erkekleri çekici bulduklarını açıklarlar. Ortaya çıkan sonuç hiç de erkeklerin düşündüğü gibi değildir. Kadınların %57’si kendilerine bir erkekte en çekici gelen spor dalının dağcılık olduğunu söylerler. İkinci sırada ise extreme sporlar vardır. İlk çağ savaşçısı görüntüsünde bir fiziğe sahip olmayı düşünen ve vücut geliştirme gibi sporları yapan erkekler ise kadınların sadece %5’i tarafından tercih edilir bulunmuştur. 15 spor dalı içinde maalesef kadınların en az çekici buldukları spor dalı vücut geliştirme çıkmıştır. Peki ama kadınlar neden böyle düşünmektedirler?

Bu sorunun yanıtını Liverpool Üniversitesinden psikolog Susan Kelly 2001 yılında yayınladığı “Who dares wins” adlı makalesinde açıklar. Kelly, kadınlar üzerinde yaptığı araştırmalarda çok şaşırtıcı bir sonuca ulaşır. Kadınlar, riski seven davranışlar sergileyen erkekleri riski sevmeyen ve almayanlara tercih etmektedirler. Erkeklerin yaptıkları sporlarda göstermiş oldukları cesaret kadınları etkileyen en güçlü faktör olarak öne çıkmaktadır. Bir spor salonunda yetişen ilk çağ kahramanı görüntüsündeki bir erkeğin risk almaya istekli olduğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle de tercih edilirliği doğal olarak düşüktür. Kısaca özetlemek gerekirse cesaret ve zorluklarla mücadele etme isteği kadınların bir erkekte görmek istedikleri en önemli nitelikler olarak öne çıkmaktadır.

Kadınların risk alan erkekleri daha çekici bulma şeklindeki düşünceleri bugün finansal sistem için de aynen geçerlidir. Piyasaların bugünkü riskli yapısı ve risk-getiri arasındaki ilişkiye bağımlılığı kadınsal bir davranış şekli olan “spor ve çekicilik” ilişkisini yansıttığı açıktır. Tüm yatırımcılar, şirketler ve oyuncular kadınların düşündüğü gibi düşünmekte ve riski piyasalar açısından en çekici faktör olarak görmektedirler. Bu nedenle de piyasalar hep riskli bir yer olarak kalmaya devam edecektir.

Erkekler genellikle eş seçimlerinde duygusal kararlara yönelirler. Öte yandan kendileri açısından en mantıksız davranışlardan biri olarak görseler de, kadınların, duygularından önce düşüncelerinin kabul ettiği erkekleri tercih etmeleri son derece akıllıca bir yaklaşımdır. Erkeklerin risk alma kabiliyetlerini ölçerek çekici olan erkeği bulmaları gibi piyasalar da aynı mantıki yaklaşımı göstererek getiriyi riskle ilişkilendirir. Böylece kadınlar gibi piyasalar da en mantıklı olan yaklaşımı benimsemiş olur.

Ama risk tehlikelidir diyenler olacaktır. Evet haklılar. Risk çok tehlikelidir. Piyasalar kadınların davranışlarını benimsiyorsa erkek gibi davranamaz. Bir erkek seni mahvetmeye kararlıysa en fazla içip kendini mahveder; kadın ise kesinlikle mahveder!

13 Aralık 2012 Perşembe

Hayatın bayram olması için kriz sonsuza dek sürmeli!

Her ne kadar Japonlar fırsat olarak algılasalar da krizler özellikle de ekonomik krizler çöküşün öteki adıdır. Borsalar düşer, varlık fiyatları geriler, üretim azalır, aşırı borçlu ülkeler krize girer ve daha birçok olumsuzluk. 2007 yılından beri yaşanan ise bunlardan daha fazlası. Büyük şirketler, finansal kuruluşlar, zengin ülkeler ve hatta Birlikler ardı ardına çöküşün eşiğine geldiler. Fakat kriz derinleştikçe tuhaf bir davranış şekli bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmaya başladı. Bu tuhaf hastalık başkasının krizinin kendi krizinizmiş gibi algılanması hastalığıydı.

Öncelikle bu tuhaf hastalık merkez bankalarının batma eşiğine gelen büyük finansal kuruluşları kurtarmasıyla başlamıştı. Ardından hükümetlerin yardımları geldi. Sıkıntıya giren insanların kredileri yapılandırıldı. Ardından krize giren ülkelere yardımlar başladı. Yunanistan, İrlanda ve İspanya’daki kriz bir anda tüm Avrupa’nın krizi olarak algılandı ve bu ülkelerin kurtarılması için kampanyalar başlatıldı. Avrupa Birliği onları kurtarayım derken girdiği krizden ABD’nin desteği ile çıkmaya çalışıyor. Bozulan dengelerin daha da kötüye gitmemesi için herkes büyük bir işbirliği içinde. Bugün Yunanistan’a gelen Avrupa Birliği yardımına sevinmeyen kalmamıştır herhalde. Arjantin’in vadesi gelen borçlarını ödemesi ise neredeyse tüm dünyanın içinin yağlarını eritti. Yıllardır birbirlerinin kuyusunu kazan ülkeler bile bozulan ekonomilerini düzeltmek için birbirlerine yardıma hazır durumdalar. Peki ama bu zihinsel ve davranışsal dönüşüm bir anda nasıl gerçekleşti?

İlişkilerde herkesin bildiği bir gerçek vardır. Ortak özellikleri olan insanlar birbirlerine daha sempatik gelirler. Hangi arkadaşınıza sorarsanız sorun muhtemelen onlardan kendileriyle benzer şeylerden hoşlanan kişileri daha sempatik buldukları yanıtını alacaksınız. Hoşlandığımız birini etkilemek için genellikle her ikimizin de sevdiği konular bulmaya çalışır ve o konularda sohbet ederiz. Peki ama bu gerçekten doğru mudur? Birisinden hoşlandıysak her iki tarafın da sevdiği ortak yönler bulmamız mı gerekiyor?

Psikolog Jennifer Bosson’un 2006 yılında yayınladığı “Interpersonal Chemistry Through Negativity” adlı makale hiç de bunu söylemiyordu. Bosson, insanlar üzerinde üç farklı deney yapmış ve her üçünde de aynı sonuca ulaşmıştı. İnsanlar, sevdikleri şeyleri seven insanlardan sanıldığı gibi o kadar da fazla hoşlanmıyorlardı. İnsanların asıl hoşlandığı kişiler kendilerinin de nefret ettiği şeylerden nefret eden kişilerdi. Aynı şeylere karşı duyulan negatif duygular kişileri birbirlerine yaklaştırıyor ve daha yakın arkadaşlığa yönlendiriyordu. Yeni tanışan iki kişi arasında konuşulan konular eğer birbirlerinin sevdikleri şeyler üzerineyse arkadaşlığın derecesi ilerlemiyordu. Ta ki ortak bir nefret alanı bulana kadar. İşte o anda kişiler birbirlerine yaklaşmaya başlıyorlardı.

Bosson’un bulduğu sonuçlar bugün krizin ulaştığı nokta itibarıyla birbirimize bakış açımızı da fazlasıyla açıklamaktadır. Yunanistan’daki bir olumsuzluğun aynı şiddetle dünyanın başka bir ülkesinde hissedilmesi, Japonya’daki resesyonun tüm dünyayı endişelendirmesi, Çin’in küçülme ihtimalinin yaşattığı evrensel korku ve daha birçok yerel sorun artık hepimizin ortak sorunudur ve yardım için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Ülkelerin veya başka ülkelerdeki insanların yaşadıkları olumsuzluklar sonrasında krizlere karşı duyduğumuz ortak antipati bizi birbirimize giderek daha çok yaklaştırmaktadır. Ekonomik yakınlaşmalar yakında eski düşmanlıkları da unutturursa şaşırmayalım.

Bu insani ve toplumsal yücelik seviyesine gelmemiz yüzyıllar sürdü. Öyleyse krizin de sonsuza kadar sürmesi hoş olmaz mı?..

12 Aralık 2012 Çarşamba

Bir ilişkiyi başlatan ve bitiren kadın aynı olmayabilir!

Finansal krizi yaratan temel içgüdünün hırs olduğu tüm davranışçı finans uzmanı ve ekonomistler tarafından ortaya konulan bir olgudur. Finansal piyasalarda verilen tüm kararların ardında güçlü bir hırs duygusu bulmak mümkündür. Üstelik yeni bir duygu da değildir bu. Modern ekonominin öncüsü sayılan 18.yüzyıl iktisatçısı Adam Smith ekonominin temel dinamiğinin hırs olduğunu öğretmiştir bize. Ekmeği bize getirecek olanın hayırsever fırıncı değil, tamamen kendimiz olduğundan bahsetmiştir.

İnsanoğlunun damarlarına işlemiş hırs duygusu 2007 yılında başlayan kriz ile birlikte tam anlamıyla sorumlu ilan edilmiştir. Krizin faturası hırslı bankacılara, yatırımcılara, şirketlere ve vatandaşlara kesilmiştir. Hırs, birçoklarının içinde olan, kolayca bulaşan ve kurtulması zor bir duygu olduğu açıktır. Hırsla aldığımız, hırsla yatırım yaptığımız ve hırsla düşündüğümüz de doğrudur. Peki ama hırs gerçekten 2007 krizinin sorumlusu mu, yoksa günah keçisi midir?

Erkekler, etkilendikleri kadınları değerlendirirken en önem verdikleri nitelik kadınların kilolarıdır. Kilo değerlendirmesi açısından erkekler iki farklı kadın tipinden hoşlanır. Erkeklerin bir kısmı ince ve zayıf kadınları çekici bulunurken, diğer kısmı kilolu ya da “balıketli” kadınları tercih eder. Erkeklerin bu karar sistemleri kadınlar tarafından da bilindiği için kadınlar kilolarını daima göz önünde bulundururlar. Genellikle erkeklerin tercihi zayıf kadınlardan yana olduğu düşünülerek zayıf olmanın beğenilme için ilk şart olduğu varsayılır. Erkeklerin beklentilerine göre tercih edilebilirliklerinin artacağını düşünen kadınlar aslında büyük bir hata içindedirler. Üstelik bu hataya erkekler de dahildir. Yani ne kadınların kiloları erkeğin beğenisine kalmıştır, ne de erkekler düşündükleri gibi sabit bir beğeni anlayışına sahiptir. Daha açık söylemek gerekirse, ne ince kadınlardan hoşlandığını düşünenler, ne de kilolu kadınları tercih ettiğini düşünenler sabit bir tercih sistemine sahiptir.

Erkeklerin beğeni anlayışında kadının kilosunun öneminin nereden kaynakladığını öğrenmek isteyen Londra Üniversitesi psikologlarından Viren Swami 2006 yılında yayınladığı makalesi “Does hunger influence judgments of female physical attractiveness?”da herkesi şaşırtan bir gerçeği açıklar. Üniversite yemekhanesine giren ve çıkan öğrencilere, farklı vücut hatlarına sahip kadınların boydan çekilmiş fotoğrafları gösterilir. Sonra da kadınları ne kadar çekici bulduklarını değerlendirmeleri istenir. Yemekhaneye giren öğrencilerin tamamı kilolu kadınları çekici bulurken, yemeğini yiyip çıkanların birçoğu zayıf kadınları çekici bulduklarını söylemişlerdir. Psikolog Swami bu deneyi daha sonra defalarca denemesine rağmen sonuç değişmemiştir. Aç erkekler kilolu kadınları, tok erkekler zayıf kadınları tercih etmişlerdir.

Anlaşılacağı üzere erkeklerin kadınlar hakkındaki kilo tercihi sabit bir kararın değil, açlık hissinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Cüretkar bir ifadeyle söylersek bir erkeğin tercihi zayıf kadınlar olsa da açken hiç de öyle olmamaktadır. Bu sonucu evrim psikologları da teyit etmektedir. Çünkü geniş vücut ölçüleri yiyeceğin yakın olduğunun işaretidir.

İşte 2007 finansal krizine götüren hırs sanıldığı gibi piyasaların doğal dürtüsü değildir. Krize götüren, götürmeye sürdüren ve ileride de götürecek olan duygu açlık duygusudur. İnsanların paraya karşı duydukları açlık duygusu… Hırs bu duygunun ancak basit bir ekran koruyucusu olabilir, hepsi o…

İnsanları hırslandıran, paraya karşı duyulan açlık duygusudur ve insanlar bu duyguyu daima hissettikleri için de paraya karşı büyük bir saldırganlık içindedirler. Erkeklerin açken kilolu kadınları çekici bulması gibi paraya karşı duyulan sürekli açlık da finansal piyasaların daha riskli ve ölçüsüz olmasına neden olmaktadır. Yani hırs sadece bir günah keçisi, paraya duyulan açlık ise asıl suçludur.

İnsanlar inanmak için yaratıldıklarından ellerinde inanacak iyi bir sebep yoksa kötü sebeplere de kolaylıkla inanabilirler. 2007 krizinin ortaya çıkardığı aşırı riskli sistem ekonomistleri riski yaratan şeyin hırs olduğuna inandırmıştı. Çünkü elinizde alet olarak sadece çekiç varsa, tüm sorunlar size çivi gibi görünecektir.

Son olarak piyasalar için şunu söyleyebiliriz: Piyasadaki para ne kadar yüksekse insanların açlık seviyeleri de o kadar yüksek olacaktır. Erkeler içinse şunu: Açlık ve tokluk arasında gidip geldikleri sürece elbette ki bir ilişkiyi başlatan ve bitiren kadın aynı olmayacaktır.

11 Aralık 2012 Salı

Ekonominin kayıp teorisi: Görücü usulü evlilik!

Bugün yine birçok ekonomik gelişmeyi dikkatlice takip ettik. Almanya beklenti endeksi ZEW’in yükselişiyle sevindik, İtalya Hükümetinin durumuyla biraz endişelendik, ABD’nin küçük işletmeler iyimserlik endeksi NFIB’in gerilemesiyle üzüldük… Birçok kişi bunların bizle ne alakası var diye düşünebilir. Hatta deliriyor muyuz acaba diye düşünenler bile çıkacaktır. Fakat ilişkisiz kalmanın maliyetinin çok yüksek olduğunu herkes anlamış durumda. İspanya, ABD, Yunanistan gibi ülkelerin ekonomileri bozulmasın diye dua eder olduk. Çünkü ucunun bize dokunacağını artık hepimiz öğrendik. İnsanların, piyasaların ve hatta ülkelerin bu davranış şekli belki de uygarlık tarihinde ilk kez görülüyor. Adeta bozulan ekonomiler, düşen bir kişiyi kaldırmak için herkesin yardım etmesi gibi ayağa kaldırılmaya çalışılıyor. Peki ama bu büyük davranış değişikliği nereden kaynaklanıyor?

Ekonomistlerin çok uğraşmasına rağmen çözüm bulamadığı sorunlardan biri asil-vekil (principal-agent) problemidir. Bir tarafı diğer tarafın lehine düşünmeye nasıl ikna ederiz? Ekonomistler yıllarca bu konuda teori geliştirmişlerdir. Örneğin işçilere sabit ücret verilmiş, bazılarının az çalıştığı görülmüştür. Verimliliğe göre prim verilmiş, bazıları riskli bir çalışma şekli geliştirmiştir. Enerjiyi halk bedava kullansın denmiş, herkes kaynakları israf eder şekilde tüketmiştir. Dişçiye gittik, yaptığı tedaviyi kontrol edemediğimiz için istediği parayı ödemek zorunda kaldık. Kısacası bir tarafın bildiğini diğer taraf bilmeyince (asimetrik bilgi) ortaya birbirlerini her an aldatabilecek kişiler çıkmıştır.

Ekonomistler, birbirlerini pek iyi tanımayan bu iki kişi birbirleri hakkında iyi düşünceler beslesin diye yıllarca öneriler geliştirdiler. Kredileri sadece iyi müşteriler alsın diye faizleri yükselttiler; o fiyatlardan alan sadece batacak durumdakiler oldu. Satıcılara prim verdiler; satıcılar en riskli satışları yaparak firmalarını zora soktular. Kısacası ekonomistlerin geliştirdikleri her çözüm ya ahlaki tehlike (moral hazard) ya da çıkar çatışması olarak geri döndü. Fakat bugün dünya öyle bir noktaya gelmiştir ki Almanların güven endeksindeki gerileme Amerikalıları, Yunanistan’daki işsizlik Çinlileri, Japonya’daki resesyon Letonya’da konut kredisi kullanan vatandaşları endişelendirmektedir. Neredeyse tüm dünya haritada yerlerini bilmedikleri ülkelerin ekonomilerinin iyiye gitmesi için dua eder gibidir. Hatta bununla da yetinmeyip elinden gelen yardımı yapmaya hazır gibidir. Bu neresinden bakılırsa bakılsın, bugüne kadar çözülemeyen asil-vekil probleminin çözülmüş olduğunun en açık kanıtıdır. Peki ama bu problem nasıl çözülmüştür?

Çözüm eski bir gelenekte saklıdır. Birçok kişi, eşlerini anne babalarının seçimleri sonucunda bulmuştur. Görücü usulü evlilik dünyanın hemen her yanında yaygın bir yöntemdir. Muhtemelen bir kültürden diğerine geçmesinin nedeni de ortaya çıkan sonucun başarılı olmasıdır. Yani görücü usulü evlenen birçok kişi flört ederek evlenenlerden daha mutludur. Sizce bu başarı nereden kaynaklanmaktadır?

İlk bakışta ekonominin çözülemeyen sorunu olan asimetrik bilgi problemi, ebeveynlerin ideal eşi bulma sorununda da fazlasıyla var görünmektedir. Çocuklar genellikle müstakbel eşlerinden bekledikleri özellikleri ebeveynlerine tam olarak söylemezler. Birçoğu kişinin duygularında saklı olan bu özelliklerin kelimelere dökülmesi bile zordur. Bu nedenle anne babaların görevi oldukça zordur. Çocuklarından biraz bilgi almayı deneseler de muhtemelen pek başarılı olamayacaklardır. Mesela erkek çocuklarına nasıl bir kızla evlenmek istersin diye sorduklarında Adriana Lima’yı tasvir eden bir yanıtı alabileceklerdir. Öyleyse nasıl oluyor da görücü usulü evliliklerdeki mutluluk oranı flört ederek evlenenlerinkine göre daha yüksek olabiliyor?

Ebeveynler yüksek miktarda asimetrik bilgi sorunuyla karşı karşıya olsalar da iyi bildikleri bir şey vardır: “Benim için iyi olan şey karşı taraf için de iyiyse iyidir.” Ebeveynler, çocuklarının ne istediklerini bilmeseler de bu düşünceyle yola çıkarlar. Sadece kendi beğenilerine uyan bir gelin ya da damat adayı seçmenin gelecekte büyük zararlar doğuracağını bilirler. Kendi istekleri sonucu seçilen adayla gelecekte yaşanacak bir ayrılığın ailede herkesi çok üzeceğinin farkındadırlar. Boşanma her iki taraf için de büyük bir maliyettir ve bu nedenle ebeveynler kendi istedikleri adaylara aşırı duygusallık göstererek yarışta öne çıkarmazlar. Çocuklarının nasıl bir eş beklediği hususundaki belli belirsiz fikirlerini kararlarına girdi yaparak bir sonuca ulaşmaya çalışırlar. Yani kendi tercihlerini maksimize etmeye değil, çocuklarının beklentilerini de katarak tercihlerinde optimizasyona giderler. Kısacası her iki taraf için de iyi olacak olana yönelirler. Genellikle en optimal çözümü bulmak için de adayda şu üç niteliği değerlendirirler: Aile kurma isteği, sosyal statü ve ruh ve beden sağlığı.

İşte böylece en ideal eş adayı bulunmuş olur: Senin için iyi olan benim için de iyiyse hepimiz için iyidir!

Bugün tüm dünyada ekonomik anlayış görücü usulü evlilik temelinde şekillenmektedir. Her iki tarafın sahip olduğu bilgi karşı taraflarca bilinmese de taraflardan biri için iyi olan şey diğeri için de iyiyse o zaman herkes için iyi kabul edilmektedir. Ya da daha açık söylersek ABD’deki kriz, Yunanistan’daki işsizlik, İtalya’daki hükümet bunalımı kısa bir süre içinde size de sıçrayacağı için gereken yardımı göstermek aynı duruma düşmemenin ilk şartıdır.

Ekonominin bir türlü çözülemeyen asil-vekil problemi sanıyoruz çözülmüştür. Muhtemelen iRRasyonel’in bu önerisi neşeli bir uyarıcı olarak kalacaktır (kalmalı da). Çünkü klasik iktisat öğretisi çözümü, matematiğin, sıradan insanın giremeyeceği karmaşık arka sokaklarında arayacaktır. Davranışların doğasının ekonominin doğası olduğunu sadece çözümsüzlüklerde hatırlayacaktır.

Bir katil gücünü, bir insanın hayatta kalıp kalmama kararını elinde tutuyor olmasından alır. Çözümleri hep klasik iktisatçılar sunacaksa acaba onlar da mı?..

10 Aralık 2012 Pazartesi

Ekonomiden anlamayanlar kadınları etkileyemez!

Hisse senedi ya da benzeri piyasalarda işlem yapanlar çoğu zaman birlikte hareket etmeye meyillidirler. Enflasyon oranındaki artış herkesi satışa yönlendirir. Üretim verisindeki artışın alış getirmesi uzun sürmez. Büyüme verisi kötü gelirse herkes aynı anda satış düşünür. Piyasa oyuncularının bu ortak hareket şekli çoğu zaman sürü psikolojisi olarak tanımlanır. Bu tanımlama ilk bakışta doğru gözükse de temelde önemli bir teknik zayıflık içermektedir. İnsanların sürü psikolojisi içinde olabilmesi için belirli bir coğrafik alan içinde birbirlerinin hareketlerini gözlemleyebiliyor olmaları gerekir. Oysa piyasalarda işlem yapanlar birbirlerini pek de görebilir bir konumlanmaya sahip değillerdir. Görebildikleri alan oldukça sınırlıdır. Genellikle belli bir kaynaktan alınan sınırlı bilginin işlenmesi sonucu görüş alanımızda olan birileriyle aynı karar verilmiş olur. Bu bir sürü psikolojisi değil, daha çok belli bir davranışı taklit etmek gibidir. Peki, bu davranış şekli sürü psikolojisi değilse nedir öyleyse?

Ekonominin ve piyasaların karmaşık ve anlaşılması zor davranış şekillerinin altında kadınların sofistike ve gizemli davranış kalıplarının yattığını söylemek sanıyoruz iRRasyonel’deki yazıları okuyanların yabancı olmadığı bir görüştür. İşte piyasa oyuncularının belli bir bilgiye istinaden verdikleri kararlarda birbirlerini taklit etme güdüleri de kadınların yakın zamanlarda keşfedilen bir davranış şekline dayanır.

Yapılan bilimsel araştırmalar ortaya koymuştur ki karşı cinste çekicilik fiziksel özelliklere bağlıdır. Yani güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkek karşı cins için çekicidir. Fakat 2007 yılında psikolog Benedict Jones ve arkadaşları yaptıkları bilimsel araştırmalarda bunun böyle olmadığını ortaya çıkarırlar; tabi ki kadınlar için!

“Social transmission of face preferences among humans” adlı makale kadınların gerçekte ne tür erkekleri çekici buldukları üzerine sonuçları içermektedir. Yapılan deneylerin birinde araştırmacılar tuhaf bir şey fark ederler. Bir grup erkeğin bulunduğu bir ortamda bir de kadın vardır ve kadın erkeklerden biriyle samimi bir sohbet içindedir. Deneye katılan diğer kadınlara ise bu ortamdaki erkeklerden hangisini daha çekici buldukları sorulur. Kadınların tamamına yakını aynı cevabı verir. Bir kadınla sohbet ederken görülen erkek kadınların en çekici buldukları erkek olarak işaretlenir. Araştırmacılar bu kararda erkeğin fiziksel özelliklerinin etkili olduğunu düşünerek benzer deneyi “tipsiz” bir erkekle yeniden yaparlar. Fakat kadınların kararı yine değişmez ve kadınla sohbet eden “tipsiz” erkek en çekici olarak işaretlenir. Deney defalarca tekrarlansa da sonuç değişmez. Bu sonuç araştırmacıları oldukça şaşırtmıştır. Peki ama kadınlar neden böyle karar vermektedirler?

Kadınların bilinen davranış şekli olan duygusallık böyle bir kararın referans noktası gibi durmamaktadırlar. Araştırmacılar nedenini öğrenmek için aynı deneyi erkekler üzerinde yaparlar. Senaryo aynıdır: Birçok kadın ve tek bir erkekle samimi gözüken bir kadın. Bu kez erkek deneklere hangi kadını çekici buldukları sorulur. Kadınların davranışları eğer erkekler için de geçerliyse onlar da erkekle konuşan kadını seçmeleri gerekecektir. Ama hiç de öyle olmamıştır. Erkekler genellikle fiziksel olarak kendilerine en çekici gözüken kadını seçmişlerdir. İşte o anda araştırmacılar gizemi çözerler. Erkeklerin kararı tamamen duygusal, kadınlarınki ise mantıkidir.

Kadınlar karar verirken doğanın en eski ilkelerinden birini kullanmaktadırlar: Taklit!

Eğer kalabalık bir erkek grubunda erkeklerden biri gülümseyen bir kadınla sohbet ediyorsa, fiziksel özellikleri ne olursa olsun, diğer kadınlar tarafından da çekici bulunmaktadır. “Tipsiz” bile olsa. Üstelik erkeğin evli olması da bu kararı pek etkilememektedir. Araştırmacılar gülen bir kadın yüzünün diğer kadınları neden etkilediğini araştırdıklarında ise şu sonuca ulaşırlar. Gülümseyen bir yüz sağlıklı, yüksek statülü ve aile kurmaya istekli bir erkeğin bulunduğuna işarettir. Bu bilgi oradaki diğer kadınlar tarafından gülümseyen kadın yüzünden deşifre edilerek hızlı bir karara dönüştürülür. Böylece bir kadının tercihi diğerlerinin de tercihi olur, ama bir farkla: Erkek duygusal bir karar verirken kadın mevcut bilgiyi işleyerek en gerçekçi kararı vermiştir.

Görüldüğü gibi kadınların karar sistemleri, piyasada o anda mevcut olan tüm bilgiyi hızlı, verimli ve maliyetsiz şekilde kullanarak o an için verilebilecek en doğru kararı vermektedir. İşte piyasalar da belli bir veri yayınlandığında, olabilecek tüm bilgiyi en hızlı, maliyetsiz ve verimli şekilde kullanırlar. Böyle anlarda herkes en yakınındakine bakar ve kararını verir. Bu karar tıpkı kadınların yaptığı gibi taklittir. Yakın bir arkadaş, bir analist, bir yorum veya benzer bir davranış anında taklit edilir. Kısacası bu davranış sistemi bilinçsiz bir sürü psikolojisinin değil tamamen bilinçli bir karar sisteminin sonucudur. Bu nedenle de piyasalardaki bu tür kitle hareketleri asla sürü psikolojisi olarak yorumlanmamalıdır.

Eğer ekonominin kesin olarak ortaya koyduğunu düşündüğü teorilerden yola çıkarsanız ulaşacağınız yer şüphedir. Şüpheden başlamayı becerebilirseniz belki daha kesin bir bilgiye ulaşabilirsiniz. Kadınların gizemli davranış sistemlerini çözmeden ekonomiyi çözmek mümkün değildir. Ya da daha cüretkar söylersek, ekonomiden anlamayanlar kadınları etkileyemez!

9 Aralık 2012 Pazar

Para risk altındaysa bahisler ciddiye alınmalıdır!

Sermaye piyasalarının en önemli kişilerinden TSPAKB Başkanı Attila Köksal bugün sosyal medyada piyasalarımızın en önemli sorununa dikkat çekti. Attila Köksal, piyasa derinliğini sağlayacak yeterli paranın yabancılardan sağlanamadığı gibi mevcut yerli yatırımcıların da piyasalardan kaçırıldığını söylüyor. Piyasaların büyümesi için hayatı bileşen paradır. Giren paranın sağlıklı şekilde artması piyasaların gelişmesi anlamını taşır. Attila Köksal bunun yapılamadığını söyleyerek soruyor: “Nerede yanlış yaptık?”

Aslında problemin ne olduğunu ortaya koymak çok zor görünmüyor. Finansal piyasaları bir oyun alanına benzetirsek oyuna katılan oyuncu sayısının yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Öyleyse yapılması gereken de belli. Oyuna girecek oyuncu sayısını arttırmalıyız. Peki ama bunu nasıl yapacağız?

2000 yılına gelindiğinde sıkıntılı bir ekonomik görünüm sergileyen İngiliz Hükümetinin ajandasında tuhaf bir konu vardı: O zamanlar ne olduğuna dair insanların pek bir şey bilmediği 3G ihalesi.

Ne insanlar ne de iletişim şirketleri bu sektörün nereye varacağı ve ne getireceği hakkında öngörü sahibi değillerdi. İngiliz hükümeti bu işin karlı olabileceğini düşünüyor ve satılması düşünülen 5 adet lisanstan en az 2 milyar pound gelir elde etmeyi umuyordu. Bu tutar İngiltere’nin bir yıllık gelir vergisi kadardı ve hükümetin iştahını kabartıyordu. Fakat bu lisansları ihale ile satmak büyük bir risk içeriyordu. O ana kadar yaşanan örnekler acıydı. ABD’deki ihale başarılı bitse de lisansları alan şirketler kriz nedeniyle ihale bedellerini ödeyememişlerdi. Yeni Zelanda bir lisanstan sadece 6 dolar gelir elde etmişti. Ne olduğu ve geleceği belli olmayan bir sektöre son derece akıllı şirketlerin yüksek yatırımlarda bulunması pek mümkün görünmüyordu. İşte bu şartlar altında İngiliz Hükümeti 5 adet lisansın ihale usulü satılması için şirketlere çağrı yaptı. İhaleye 13 şirket katıldı. Bir aydan fazla süren ihale süreci 27 Nisan 2000 tarihinde sona erdi. Ortaya çıkan sonuç tüm dünyayı alarm durumuna geçirmişti. Sonuç inanılmazdı. İhaleden elde edilen gelir yaklaşık 30 milyar pounddu. Yani hükümetin en iyimser tahminlerle beklediği tutarın 15 misli. Peki ama bu nasıl başarılmıştı?

Bu kadar paranın İngiltere’ye akacak olması piyasaları karıştırmıştı. Avrupa Birliği ihaleyi protesto etmiş, sektör birlikleri bu kadar paranın piyasadan çekilmesinin büyük bir kriz yaratacağını savunmuştu. Aslında haksız da değillerdi. Sektör ihaleden sonra girdiği krizde birçok büyük şirketini kaybetmişti ama ne olursa olsun bu İngiliz Hükümetinin başarısını gölgeleyecek bir durum değildi. Ülkeye istenilen paranın 15 misli çekilmişti. Fakat bu kimin başarısıydı?

Bu tip bir ihalenin büyük bir hüsranla biteceğini önceden tahmin eden yetkililer işe problemi tanımlamakla başladılar. Problem açıktı: Oyuna katılacak istekli oyuncu sayısının yüksek olması. 3 oyuncunun katıldığı bir ihalede 5 lisans için önerilecek tutar 1 pounddan yüksek olmayacaktı. Peki ama bu sorunu kim çözecekti?

Paul Klemperer, Ken Binmore ve Tilman Borgers bu sorunu çözmesi için işin başına getirilen kişilerdi. Bu adamların üçü de ne ekonomi de uzmandı, ne sektörü biliyordu, ne de pazarlama dehalarıydı. Bildikleri tek bir şey vardı ve yıllarına ona adamışlardı: Oyun teorisi!

Bu üç adam derhal çalışmaya başladı. Bilinen modern ihale sistemlerinin başarılı olamayacağını düşünüyorlardı. Kapalı zarfın firmaları psikolojik gerilime ittiği ve düşük teklife yönlendireceğini düşünüyorlardı. Vickrey sistemi ise sakattı. En yüksek teklifi verenin ihaleyi kazandığı ama bedel olarak ikinci en yüksek bedeli ödediği bu sistem de böyle bir ihale için uygun değildi. Öyleyse ne yapmalıydılar?

Oyun teorisinin yaratıcısı John Van Neumann’dan ihale sisteminin pokerdeki blöf mekanizması ile aynı olduğunu öğrenmişlerdi. Öyleyse blöfün dünyadaki uzmanına bakmalıydılar. Bu kişi hiç şüphesiz pokerin dünyadaki en iyi oyuncusu olan Chris Ferguson’du. Ya da bilinen adıyla “Jesus”. Neredeyse tüm dünya şampiyonluklarını blöfle kazanan Jesus aslında büyük bir oyun teorisyeniydi. Bir matematikçi olan babası tarafından çocukluğundan beri pokeri oyun teorisi kurallarıyla nasıl oynayacağı konusunda yetiştirilmişti. Paul Klemperer, Ken Binmore ve Tilman Borgers, Jesus’ı yakın izlemeye aldıklarında onda tuhaf bir şey fark ettiler. Bilinen tüm poker stratejileri nasıl daha fazla kazanırım üzerine kuruludur. Oysa Jesus’ınki farklıydı. Onun stratejisi nasıl daha az kaybederim üzerine kuruluydu. İşte, o anda üç oyun teorisyeni istediklerini bulmuşlardı.

Bir yıllık bir çalışma sonrası olabilecek en basit ihale sistemi kuruldu. 13 katılımcı internet üzerinden ihaleye katılacak ve ya fiyatı arttıracak ya da ihaleden çekilecekti. 5 lisansa da aynı anda teklif verilebiliyor, farklı özelliklere sahip lisansların fiyatları kendi aralarında belirlenebiliyordu. Bu sistem biraz karışıktı ama oyun teorisyenleri bunu bilerek tasarlamışlardı. Lisansların şirketler tarafından daha başlangıçta paylaşılması istenmemişti. Mesela 3 şirket bir lisans için mücadele ederse elbette ki fiyat daha düşük olacaktı. ABD böyle bir hatayı birkaç yıl önce yapmıştı. 300.000 dolar gelir bekledikleri radyo ihalesi 2.329 dolar ile bitmişti. Çünkü lisanslar daha ihale başlamadan müşteriler tarafından gizli bir anlaşmayla bölüşülmüş ve her şirket ilgili lisansın ihale kodu olan tutarı önererek birbirine gizli bir mesaj vermişti. Mesela 2.329 San Diego’nun ihale koduydu.

Oyun teorisyenlerinin Jesus’tan öğrendikleri şey ihalenin kaderini değiştirmişti. Hazırlana ihale sistemi öyle bir yapıdaydı ki şirketleri Jesus gibi düşünmeye zorluyordu: “Geleceği belli olmayan bir lisans için 5 milyar pound çok yüksek bir tutar ama lisans ya başarılı olursa? İşte o zaman tamamen biteriz!..” Bu, Jesus’ın pokerdeki nasıl daha az kaybederim stratejisinden farklı bir şey değildi. İşte, ihaleye katılan tüm şirketler aynen böyle düşünmeye yöneltilmişti. Şirketlerin tüm hamleleri de şeffaf bir şekilde diğerleri tarafından hemen görüldüğü için kimse son ana kadar ihaleden çekilmemişti. Sonuç muazzam bir başarıydı. 30 milyar pound! Yani beklenen gelirin 15 misli.

Bugün TSPAKB Başkanı Attila Köksal’ın vurgu yaptığı sorun olan piyasalara yeterli oyuncunun çekilememesi ve mevcutların da korunamıyor olması işte böyle bir hata içermektedir. Oyun teorisinde basit bir düşünce vardır: Para risk altındaysa bahisler ciddiye alınmalıdır. Bu düşünce bugün finansal piyasalarımızın temel sorununu özetler gibidir. Piyasadaki oyuncuların hamleleri, özellikle de amatör yatırımcıları tuzağa düşüren manipülatif hamleler piyasaların izleyici kuruluşları tarafından tam olarak izlenememekte ve gereken aksiyonlar hızlıca alınamamaktadır. Bu tür hamlelerin yakından izlenerek piyasa şeffaflığının sağlanması oyuna katılacak olanların sayısını arttıracaktır. Düzenlemelerin konulması oyuna girişleri engelleyecek hamlelerin engellenmesini sağlamaz. Yani manipülasyoncular hamlelerine devam etmeyi sürdürürler. Kanunların gözü olmadığı için onların yerine gözlemleyen kuruluşların hayata geçirilmesi gereklidir. İdeal şartlar altında mükemmel kanunları çıkarmak hukukçuların, ekonomistlerin, yöneticilerin veya işletmecilerin başarısı olabilir. Ama bu hiçbir zaman yeterli değildir. Piyasalar daima de facto davranışları yapısallaştırmakta uzman oldukları için idealize edilmeleri kolay değildir. Kısacası önemli olan oyunun nasıl oynandığını görebilmek ve kuralları ona göre belirlemektir.

TSPAKB Başkanı Attila Köksal’ın geçen haftaki halka arz hatalarına vurgu yapan çıkışından sonra bugünkü açıklamaları da piyasadaki en iyi oyun teorisyenlerinden birisi olduğunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. İngiltere 3G ihalesindeki gibi bir başarı isteniyorsa ya da daha açık söylersek piyasa derinliği arttırılmak isteniyorsa, oyun teorisinden anlayan kişilerin işin başına geçmesi en hafif ifadesiyle zaruriyettir.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Lütfen üniversite öğrencilerini dinlemeyin!

İnsanın hayattaki başarısı için olmazsa olmaz değildir ama yine de üniversiteler bilim, kültür, sanat ve sosyal hayatın ileri gitmesi için her zaman kutsal kabul edilen yerlerdir. Dünyanın gelişmesini sağlayacak bilginin öğretildiği ve geliştirildiği yerler olması itibarıyla da üniversiteler insanların vicdanında imtiyazlı yerlerdir. Bir konunun en ileri bilgisini edinen üniversite öğrencileri okuldan sonra hayata atılarak geleceğe yön verirler. Ama elbette ki bir zihnin geleceği şekillendirmesi diploma denilen kağıt parçası ile başlamaz. Belli bir disiplinin en ileri bilgisiyle donanan üniversite öğrencileri okul hayatlarının her döneminde edindikleri bilgi ile gelecek mimarı olmaya başlarlar.

Bir grup Ekonometri öğrencisinin hazırladığı elektronik bir dergiyi inceliyorum. Nezaket gösterip paylaşmışlar. Ekonominin önemli konuları hakkında, okullarında kendilerine öğretilen bilgi ve araştırmalar ekseninde değerlendirmelerde bulunmuşlar. İş hayatındaki profesyoneller, hayatın üniversitelerde anlatılanlara benzemediğini düşünürler. Çünkü gerçek hayat daha zor ve öngörülmezdir. Hayatın zor koşulları üst üste eklenip tecrübe denen karmaşık bakış açısını oluşturduğunda üniversitelerde öğretilenlerin hikaye olduğunu düşünmeye başlarsınız. Genellikle üniversitelilerin görüş ve değerlendirmelerini hayatın realitesiyle ölçüşmüyor diye sığ bulursunuz. Birkaç yıllık okumayla gerçek hayatın problemlerinin çözülemeyeceğini düşünürsünüz. Öyle mi?.. Peki!..

2000’li yılların başında dünyanın en gözde şirketi hiç şüphesiz Enron’du. En sıradan insandan ABD Başkanına kadar herkes bu dahi şirketin ölümsüz olduğuna inanıyordu. Üst üste 6 yıl boyunca Amerika’nın en inovatif şirketi seçilmişti. Hatta Fortune dergisi, şirketin iflas ettiği 2001 yılı Aralık ayından birkaç hafta önce Enron’u dünyanın en inovatif şirketi seçmişti. Şirket iflas ettiği gün bile hiç kimse buna inanmamıştı. Yatırımcılardan politikacılara, analistlerden habercilere kadar herkes haberin gerçek olmadığını düşünmüştü. Ama haber doğruydu. Bu dev şirket tıpkı Titanic gibi çok kısa bir sürede batmıştı. Ne tecrübeli bir analist, ne tecrübeli bir ekonomist, ne kurt bir yatırımcı ne de eli uzun bir politikacı bu sonucu önceden görememişti. Tecrübe de Enron gibi batmıştı. Fakat Enron’un batacağı gören hiç kimse çıkmamış mıydı?..

Şimdi anlatacağımız hikaye ekonomi tarihinin sayfaları içinde kendisine yer bulmuş değildir. Muhtemelen okuyanlar da ilk kez duyacaklardır. Gelin öyleyse Enron efsanesinin bilinmeyen bir sayfasını aralayalım ve bu inanılmaz hikayeyi hep beraber öğrenelim.

Enron’un iflasından iki yıl önce… 1998 yılı sonbaharı... Yatırımcıların, satın almak için Enron hissesi bulmakta zorluk çektiği günler. Şirketin en parlak dönemi. Cornell Üniversitesinde okuyan 6 öğrenci ekonometri dönem ödevlerini yapmak için bir araya gelirler. İstatistik ve matematiksel formülleri kullanarak herhangi bir şirketin finansal tablolarını inceleyeceklerdir. Hocalarının derslerde kendilerine öğrettiği Beneish modeli, Lev and Thiagarajan indicators, Edwards-Bell-Ohlsen analizi gibi karmaşık teknikleri kullanacaklardır. Zorunlu olmadığı sürece hayatta kimsenin öğrenmeyeceği bu karmaşık teknikler, ki hiçbir tecrübe sahibi iş insanı bunlara gerek duymaz, öğrencilerin ödevlerinin konusuydu. Sıra şirket seçmeye gelmişti. Öğrencilerden biri enerji sektörüne ilgi duyduğu için Enron’u seçmeyi önerdi. Diğerleri de kabul ettiler.

Öğrenciler derhal çalışmaya başladılar. 50 adet finansal rasyoyu istatistiksel modelleri kullanarak analiz ettiler. Hocalarının kendilerine öğrettiği karmaşık modelleri birer birer uyguladılar ve sonunda raporlarını oluşturdular. Hocaları Charles Lee bu kalınca raporun ilk sayfasını açınca gördüğü şey karşısında şok olmuştu. Çünkü raporun ilk sayfasında büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Şirket iflasa gidiyor, satın!”

Charles Lee, analizde kullanılan modellere son derece güveniyordu ama çıkan sonuç güvenilir gelmemişti ona. Hatta gülünç gelmişti. Öğrencilerin bir yerlerde büyük hatalar yaptıklarını düşündü. Tüm profesyoneller alın tavsiyesi verirken satın demek anlamlı bir karar olamazdı. Kaldı ki bu kadar tecrübeli insanın göremediği bir şeyi birkaç öğrencinin görebilmesi de komikti.

Fakat öğrenciler hata yapmamıştı. Tam iki yıl sonra, o raporda yazan sebeplerden dolayı Enron iflas etmişti. İşte bu altı öğrenci, bu tarihi öngörüyü ekonometri ile başarmışlardı.

Bir grup ekonometri öğrencisi şimdi ülkemizde de bir araya gelerek bir elektronik dergi çıkarmışlar. (Dileyenler dergiye www.ekonometristlerplatformu.blogspot.com adresinden ulaşabilir.) Dergiyi biraz dikkatle inceleyince okuduklarınız karşısında şok oluyorsunuz. Her yazı çarpıcı öngörülerle dolu. İçlerinden biri, İbrahim Erdemir, “İstatistiksel Okuryazarlık” adlı makalesinde aynen şöyle söylüyor: “Bilgi kaynağını sunan kişilerin, yöneticilerin ve halkın kolay anlayacağı bir dil geliştirmesi gereklidir...” Finansal okuryazarlık kampanyalarına milyonlarca dolar harcanan şu günlerde, bilgi çağının yarattığı enformasyon şelalesini de düşünerek sorumluluğun bilgiyi yayanda olduğuna vurgu yapıyor İbrahim Erdemir. Bu düşünce neresinden bakılırsa bakılsın çağının en az 20 yıl ötesinde bir anlayışı savunuyor ve ekonomistinden habercisine herkese sorumluluk yüklüyor.

Bir diğer öğrenci, Ülkü Güneş, “Finansal Okuryazarlık” adlı makalesinde şöyle diyor: “Muhasebede rakamlar değil, onların bize söyledikleri önemlidir. Çünkü serveti açıklayan şey kelimeler değil, rakamlardır…” Ülkemizin en büyük ekonomik sorunlarından tasarruf açığı giderilmek isteniyorsa zengin olmaya giden yolun, rakamların dilinden anlamaktan geçtiğini ortaya koymak bugün birçok tecrübeli ekonomistin bile sahip olmadığı bir finansal bilgelik içermektedir.

Üçüncü sınıf öğrencisi Erhan Sezer ise “Ekonomi ve Değişim” adlı makalesinde şöyle diyor: “Ülkemizde hala daha alaturka sistemle yönetilen şirketlerin varlığı bu bilim dalında (ekonometri) okuyan bizlerin etkinliğinin görmezden gelinmesini sağlasa da eminim yıllar geçtikçe bunun etkisini ve değişimini şirketlerimiz de görerek bizlerin değerini anlayacaklardır…”

Sanıyoruz bu sözlerin üzerine söyleyecek fazla bir şey yok. Cornell Üniversitesindeki öğrenciler dinlenseydi vatandaşların yüz milyarlarca parası buhar olmayacak ve ABD hükümeti on binlerce sayfalık kanun çıkartmamış olacaktı. Ama eğer bizim ekonometrist öğrencilerimiz dinlenmezse bundan daha kötüsü olabilir. Finansal okuryazarlığı gelişmemiş bir toplum, tasarruf açığı olan bir ekonomi ve şirketlerini hala varsayımsal kadercilikle yöneten işletmeciler…

Ekonomistler, iş adamları, politikacılar ve tecrübeleriyle sabit olan herkes! Eğer bildiklerinize yeni bir şey katmak, düşüncenize yeni bir bakış açısı eklemek istemiyor ve bilginizin evrenine basit bir üniversite öğrencisinin katacak bir şeyi olmadığını düşünüyorsanız; lütfen üniversite öğrencilerini dinlemeyin!

6 Aralık 2012 Perşembe

Dünyanın öküzün boynuzunda döndüğüne inananlar haklıydı!

Bugün Citibank’ın binlerce kişiyi işten çıkaracağı haberleri yine manşetlerdeydi. Tüm dünyada büyük finansal kuruluşların bu tür büyük kıyımlarını 2007 yılından bu yana sıklıkla görmekteyiz. Çalışan çıkarmanın gerekçesi piyasalara servis edilirken genellikle şu argüman kullanılıyor: “Kar getirmeyen bölümler kapatılacak!..” Bankalar bu açıklama ile aslında şunu demek istiyorlar: “İşler yolundayken aşırı getiri hırsı ile çalışan bu bölümlerimiz büyük karlar elde ediyorlardı. Biz de memnunduk… Daha çok risk daha çok getiri demek olduğu için çalışan sayımızı arttırdık. Fakat kriz çıkınca hırslı kararlarımız bize zarar yazmaya başladı. O nedenle onları işten atmak durumundayız…”

2007 krizinden sonra finansal sıkışıklığa giren şirketlerde CEO değişikliği rutin bir aktivite haline dönüşmüştür. Her gelen yeni CEO şirketi kurtarma planlarını açıklayarak işlerine başlar. Kısa süre geçmeden de çalışanların işten çıkarma haberleri şirketi kurtarma planı olarak öne çıkar. Citibank’ta da birkaç ay önceki CEO değişikliği hatırlanacaktır.

Diyelim ki çalışanların işten çıkarılması giderleri azaltacak ve şirketi kurtaracak. Öyleyse yatırımcıların bu şirketin hisselerine hücum etmesi gerekir. Varsayalım ki ettiler ve herkes bu şirketin hisse senedini aldı. Birçoklarının aklına şu ölümcül soru gelecektir. On binlerce kişinin işini kaybetmesi yatırımcıların gelir elde edeceği bir sonuca dönüştürülüyorsa bu etik değerlerin tükendiği anlamına gelebilir. Peki öyleyse buna nasıl engel olunabilir? Ya da daha farklı bir şekilde söylersek CEO’lar çalışan çıkarmaktan başka çözüm bulamazlar mı?

Şüphesiz bu zor soruya cevap vermek hiç kolay değildir. Çünkü piyasaların davranış şekli öyle hızlı değişmektedir ki zamanın ruhunu anlayabilmek pek kolay olmamaktadır. ABD’nin eski hazine bakanlarından Paul O’Neill, dünyanın en büyük üç alüminyum üretim şirketinden biri olan Alcoa’ya CEO olarak atandığı 1987 yılında herkes bu zor durumdaki şirketi nasıl kurtaracağını merak ediyordu. Finansçılar ve bankacılarla dolu bir salonda ilk konuşmasına çıktığında herkes merakla stratejisini öğrenmeyi bekliyordu. Paul O’Neill’ın konuşması kısa ve net fakat bir o kadar da anlaşılmazdı. Aynen şöyle demişti kalabalığa: “İş güvenliğimiz çok zayıf. Çalışanlarımız sürekli kaza geçiriyor ve sakat kalıyorlar. Tek hedefim sıfır kaza!”

Dinleyicilerin kafası karışmıştı. Finansçılar çaktırmadan salonu terketmiş ve telefonlara sarılmıştı. Şirketlerini arayarak şu bilgiyi geçmişlerdi: “Alcoa’nın başına bir hippiyi geçirmişler. Adam şirketi batıracak. Derhal şirket hisselerini satın!”

O gün birçok finansçı şirketlerine bu bilgiyi geçmişti. Eğer belki binlerce kişiyi işten çıkaracağını söyleseydi herkes mutlu olacaktı ama öyle olmamıştı. Paul O’Neill bir şeyin farkındaydı: İnsanlara değişmelerini emredemezsin…

Paul O’Neill gerçekten de tüm stratejisini iş kazalarını düşürme üzerine kurmuştu. Şirkette kaza oranı çok yüksek olduğundan tüm çalışanlardan bu konuya odaklanmalarını istedi. Eğer bir kaza gerçekleşirse yöneticiler bir daha bu kazanın gerçekleşmemesi için alınması gereken önlemle birlikte durumu direk olarak Paul O’Neill’e ileteceklerdi. Bu alt düzey yöneticiler için gerçekten büyük bir sorumluluktu. Belki de hayatlarında hiçbir zaman karşılaşamayacakları şirketin en üst yöneticisi ile bu zor durumda konuşuyor olmanın düşünmesi bile stres vericiydi. Herkes pür dikkat işine konsantre çalışıyor ve iş kazasına sebebiyet vermemeye gayret ediyordu. Çok geçmeden Paul O’Neill’ın yeni düzenlemesi geldi. Artık şirkette sadece bu sistemi benimseyenler yükseltilecekti. Bu adeta bir devrimdi. Katı hiyerarşi çatlamış, iş süreçleri yeniden tasarlanmıştı. Şirket kaza oranlarını düşürmekle kalmamış iflas etmekten de çıkmıştı.

Paul O’Neill’ın emekli olduğu 2000 yılına gelindiğinde ise Alcoa dünyanın üç büyük şirketinden biri idi ve piyasa değeri kendisinden önceki dönemle kıyaslandığında 27 milyar dolar artmıştı.

Bugün finansal kuruluşların yapması gereken çalışan çıkarmak değildir. Tıpkı Paul O’Neill’ın yaptığı gibi insanların düşünce şeklini değiştirmektir. Ama bu her şeyden önce finansal şirketlerin düşünce şeklinin değişmesi ile mümkün olur. Alcoa için sorun olan iş kazaları finansal sistem için hırslı yatırım anlayışıdır. Eğer çalışanlar işe alındıklarında, “kim daha çok kar yaratırsa en çok bonusu da o alacaktır” denmezse ve çalışanlar da sadece şirketin yüksek çıkarları ve sürdürülebilirliği için çalışırlarsa, şirketlerin tekrar eski günlerine dönmemesi için bir sebep yoktur. Paul O’Neill’ın stratejisinin bugün sıkışıklıkta olan tüm finansal kuruluşlar için kurtarıcı olması oldukça mümkün gözükmektedir.

Dünyanın düz olduğuna inananlar yanılmıştı. Sonra öküzün boynuzunda döndüğüne inananlar da yanıldı. Eğer bugün her iki düşünceye de inananların hata yaptığını düşünüyorsanız siz de derin bir yanılgı içindesiniz demektir. Çünkü bugünkü gerçeği ortaya çıkaran şey dünyanın düz olduğuna olan derin inanışın sorgulanmasıydı.

Şimdi şirketlerin yapması gereken de işte budur!

5 Aralık 2012 Çarşamba

Komşunuzun asması sizin bahçenize girerse?..

Yunanistan’daki krizin çözülebilmesi için Troyka (IMF, ECB ve Avrupa Komisyonu) ülkenin tüm ekonomisini kontrolü altına almış durumda. Ülke yöneticileri neredeyse sadece koltuklarında oturma yetkisine sahip. Tüm kararlar muhteşem üçlü tarafından veriliyor. İspanya, İtalya, Portekiz ve zor durumdaki diğer Avrupa ülkelerinde de gidiş bu yöne doğru. IMF’nin ülkelerin ekonomilerine müdahale ettiği öteden beri bilinen bir gerçek. Genellikle stratejik bir saldırganlık ve politik bir fırsatçılık olarak değerlendirilen bu tür yaklaşımlar aslında doğalarında ekonomik bir içgüdü içerirler.

Hayatımızdaki birçok davranışımızı ekonomik bir karar sisteminin sağladığı verilere göre düzenlediğimizi çoğu zaman fark etmeyiz. Bu tür bir muhasebe duyguların parasal izdüşümü olarak da tanımlanabilir. Mesela bahçe işleri…

Komşunuzun asmasının sizin bahçenize sarktığı ve sizde de rahatsızlık yarattığı bir durumla geçmişte karşılaşmış olabilirsiniz. Ege ya da Akdeniz’de bir yazlık eviniz varsa bu tür bir sorunla karşılaşmadıysanız kendinizi şanslı hissedebilirsiniz. Sorunu yaratan bazen sizin bazen de komşunuzun asması veya ağacının dalıdır. Peki böyle bir durumda nasıl davranırız?

Diyelim ki komşunun asması bahçenize girdi ve manzaranızı kesti. Onu gizlice yok etmek istiyorsunuz ama modern dünyada bunu yapmak barbarlık ya da zorbalık sayılabilir. Komşunuzla konuşup onu ikna etmelisiniz. Bu zor bir karardır çünkü komşunuzun o asmaya gözü gibi baktığını biliyorsunuz. Argümanınızı oluşturdunuz ve komşunuzun karşısına çıktınız. Bunu ona ilettiğinizde aslında ona bir para önermişsiniz demektir. Çünkü bu asmanın kesilmesinin sizin için bir değeri vardır ve kabul edelim ki bu değer 1.000 lira olsun. Şimdi komşunuzun kararına bakalım. Eğer onu ikna etmek için geliştirdiğiniz düşünceyi kabul ederse sorun yok. Ama kabul etmezse bu şu anlama gelir. Asmanın ona verdiği zevk size verdiği rahatsızlıktan daha fazla. Yani 1.000 lira böyle bir teklif için önemsiz bir tutar. Peki şimdi ne yapacaksınız?

Eğer asmayı kestirmeye kararlıysanız yapacağınız şey artık mahkemeye gitmektir. Bu hakkınızı kullanmak istediğinizi komşunuza bildirirseniz bu kez artık ikna edilecek kişi sizsinizdir. Böyle bir durumda muhtemelen mahkeme komşunuzu suçlu bulacağından ya da komşunuz bu tür bir hukuki işleme girmek istemeyeceğinden teklifle gelecek olan o olacaktır. Siz de artık karar verecek taraf olacaksınız. Komşunuzun sizi ikna etmek için geliştireceği argümanın maddi karşılığı doğal olarak 1.000 liradan daha yüksek olacaktır. Son karar şu düşünce ekseninde gelişecektir. Asma komşunuza daha fazla değer ifade ediyorsa, ki size yönelteceği teklif de bu ölçüde yüksek olacaktır, böyle bir durumda asma kesilmeyecektir. Aksi takdirde kesilecektir.

Burada geliştirdiğimiz oyun teorisi birinci veya ikinci aşamada farklı şekillerde de sonuçlanabilir elbette. Ama birçoklarının fark edeceği gibi sonucu belirleyen tek bir kriter vardır: Asma kimin için daha fazla değerliyse o kazanacaktır.

Şimdi bu oyun teorimizi kullanarak bugün troykanın Yunanistan’a, geçmişte ise birçok defalar IMF’nin diğer ülkelerin ekonomilerine müdahale etmesinin altındaki düşünceyi açığa çıkaralım. Ortada komşuya rahatsızlık veren bir asma vardır ve bu asmaya kim daha fazla değer veriyorsa o kazanacaktır. Eğer Yunanistan’ın ekonomisi troyka için önemliyse her türlü yardım ve destek sağlanarak ülke ekonomisinin yönetimi ele geçirilecektir. Eğer ülkenin yönetimi ne olursa olsun yabancılara bırakılmayacak kadar değerli görülüyorsa bu kez de her tür çöküş gözü alınarak dış yardımlara hayır denilecek ve troyka dışarıda tutulacaktır. Bozulan ekonomiler her zaman komşunun bahçesine kaçan asmalar gibidir ve kimin için daha çok değerliyse kazanan o olur.

Yunanistan’ın kötüleşen ekonomisi Avrupa Birliği için de son derece önemlidir. Çünkü ülkede kriz devam ettiği sürece Avrupa Birliği de tam olarak düzlüğe çıkamayacaktır. Yani asma Avrupa Birliği için daha değerlidir. Öyleyse kazanan onlar olacak ve gerekli destek karşılığı ülkenin ekonomisine müdahale etme hakkını eline geçirecektir.

Şu anda dünyada birçok kişi troykanın Yunanistan’ın yönetimine karışmasını, geçmişte IMF’nin birçok ülkenin yönetimine karışmasında olduğu gibi fırsatçılık olarak değerlendirip öfkeyle karşılıyor. Öyleyse bir an düşünelim: Komşunun asması sizin bahçenize girince siz nasıl düşünüyorsunuz?..

2 Aralık 2012 Pazar

Erkek gibi bakarsan göremezsin; kadın gibi bak!

Ekonomiyi diğer bilim dallarından ayıran en önemli özelliği kendi yarattığı krizleri görememesidir herhalde. Son yaşanılan finansal kriz ve zaman içinde ortaya çıkan aşamaları ekonomistler tarafından ortak bir akıl ile öngörülebilmiş değildir. Zaten öngörülebilseydi böyle olmazdı… Ekonomi için öngörü mistik bir vizyon değildir hiç şüphesiz. Bilim, insan hayatını kolaylaştırmak için var olduğundan gelecekte olabilecekleri öngörüp tedbir almak görevidir. Öyleyse ekonomi bir bakış hatası içindedir. Ya yanlış bakmakta ya da doğru yere bakmamaktadır. Peki, hata nerededir dersiniz? Ekonomi kendi yarattığı sistemin içindeki riskleri neden öngörememektedir?

Felix Mercer Moss, Bristol Üniversitesi Bilgisayar Bilimlerinde doktorasını yapan bir öğrenci. Birkaç gün önce PloS One’da yayınlanan “Eye Movements to Natural Images as a Functain of Sex and Personality” adlı makalesi, kadınların bugüne kadar çözülememiş bir sırrını ortaya çıkarması açısından bilim dünyası tarafından hayretle karşılandı. Fakat bu şaşılası keşif aslında ekonominin de önemli bir sorununun keşfi anlamı taşıyor kanımızca. Şimdi gelin ekonomi dünyasının pek ilgilenmediği Moss’un çalışmasının detaylarını, daha önce yapılan bazı benzer araştırmaların sonuçlarını ve bunların ekonomi bilimiyle olan ilişkisini yeniden derleyip çözmeye çalışalım.

Moss, ileri teknolojik araçları kullanarak kadınlar ve erkeklerin göz hareketleri üzerinde incelemeler yapar. Önce erkekleri inceler. Bir kadın ve bir erkekten oluşan iki kişi ya da bir çift gördüklerinde erkeklerin önce kadına baktığını tespit eder. Erkeklerin kadında baktıkları yer genellikle yüzü ve gözleridir. Genellikle de bu bakış risk ve getiri dengesi yüksek olduğu için fazla uzun sürmemektedir. Erkeklerin, kadınlara hemcinslerinden daha uzun süre bakması bilinen bir gerçektir ve Moss’u pek şaşırtmaz. Üstelik erkeklerin bakış tercihlerinde aranacak herhangi bir gizem de yoktur. Moss daha sonra kadınların böyle bir durumda nereye baktıklarını inceler. Kadınlar da şaşırtıcı şekilde tıpkı erkekler gibi kendi hemcinslerine bakmaktadırlar. Fakat baktıkları yer yüz ya da gözler değildir. Kadınlar diğer kadınların vücutlarının farklı birçok yerine bakmaktadırlar. Genel görünüm, göğüsler, bacaklar ve daha birçok özel ayrıntı.

Optik lensler ve göz algılama cihazlarıyla ortaya konan bu gerçek bilimsel olarak ilk kez yapıldığından son derece şaşırtıcıdır. Daha önce plajlarda yapılan bir kısım araştırmada kadınlar kendi hemcinslerine baktıklarını itiraf etmişlerdi. Kadınların %80’i diğer kadınlardaki alyanslara, selülitlere, göğüslere ve kıyafetlere bakmaktaydı. Moss’un çalışması bu gerçeği bilimsel olarak ispat eder nitelikteydi. Peki ama kadınlar neden hemcinslerine bakıyorlar?

Moss, kadınların bakışlarını incelerken bir şey dikkatini çekiyor. Kadınlar, diğer kadınların vücutlarındaki değişik yerlere göz atıp incelemelerini tamamladıktan sonra gözlere yöneliyorlar. Fakat bu göz teması erkeklerinki gibi sempati arayışı değil daha çok bir ödünleşme gibi. Bu bakıştan hareket eden Moss kadınların neden önce vücudun diğer kısımlarına baktığını keşfediyor: Tehdit!

Kadınlar öncelikle hem kendileri hem de eşleri için bir tehdit olup olmadığını araştırıyorlar. Bir erkek için kadının vücudundaki herhangi bir bölüm bir tehdit olarak görülebilir. Kadınlar bunu bildikleri için öncelikle bunu araştırıyorlar ve tehdidin sınırlarını ölçüyorlar. Bunun yanında aynı stratejiyi kendileri için de uyguluyorlar. Hemcinslerinin fiziksel yapıları ve görünüşlerini inceleyerek kendileri ile olan farklılıkları belirleyip nasıl bir tehditle karşı karşıya olduklarını tanımlıyorlar. Yani kısacası potansiyel güçleri ayrı ayrı ratingliyorlar. Sonrasında da hemcinsinin gözlerine yönelip oluşan tesir ile orantılı ültimatomu veriyorlar. İşte Moss’un deneyleri bu trafiğin bilimsel ölçümlerini sunuyor.

İşte kadınların bildiği ama ekonomistlerin bilmediği şey burada saklı. Ekonomi bilimi ve ekonomistler genellikle erkekler gibi davranarak tek bir yere odaklanıp bakıyorlar. Orayı ratingleyip ültimatomu da oraya veriyorlar. Yüksek risk yüksek getiri dengesini arıyorlar. Sorun da burada oluşuyor. Birçok finansal piyasanın, enstrümanın, kuruluşun ve yatırımcının olduğu bir oyunda sadece tek bir noktaya bakmak ve öngörüleri bunun üzerine kurmak geleceği hatalı görme sorununu oluşturuyor. 2007 krizi ve sonrasında ortaya çıkan aşamalarında, ekonomistler daima faiz oranlarına ve makro dengelere bakıyorlardı. Burada problem görmedikleri için de krizin çıkacağına hiç ihtimal vermiyorlardı. Piyasadaki para hacmine, mortgage tahakkuklarına ve şişen kredi balonunu da baksalar ve bir tehdit olup olmadığını anlamaya çalışsalar yaklaşan krizi rahatlıkla görebileceklerdi.

O günlerde yapılmayan şey bugün yine yapılmamaktadır. Ekonomi ve ekonomistler erkekler gibi hala tek bir yöne yönelmekte ve tehdidi orada aramaktadırlar. Moss’un araştırmalarında ortaya koyduğu şey ekonomi için aynen geçerlidir. Finansal piyasaları izlerken mutlaka kadınlar gibi davranılmalı ve her ayrıntının tehdit içerip içermediği hesaplanmalıdır.

Doğru öngörülerde bulunanlar kendilerini ezoterik kahraman olarak görürken pozitif bilim tarafından akılsız olarak nitelendirilirler. Ekonomistler her defasında bu saplantıya takılıp kalarak kendilerini yüceltir ve dolayısıyla zarar görenleri alçaltırlar. Yani yaşanan krizin tahmin edilemeyeceğini söyleyerek kendilerini aklayıp, kriz altında ezilen milyarları kader olduğuna inandırmaya çalışırlar. Oysa hatanın kendilerinde olduğu açıktır. Yapmaları gereken sivri bir şapka giyip cam küreden geleceği görmek değildir. Daima ve her zaman çok yönlü bir bakış açısına sahip olmaktır. Ekonominin giderek paranın değil, parasızlığın bilimi olmaya yönelmesini durdurmak için erkek gibi bakmayı bırakıp kadınların gözünden görmeye çalışmaktır.

Eğer ekonomistler matematikle problemleri çözmeye devam edeceklerse şunu mutlaka biliyor olmalılar: Var olan birçok çözüm yolu daima tek bir sonuca ulaşıyorsa bu matematiğin tanımı kadar kadının da tanımıdır.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Cezalandırılan hırsız mı yoksa yakalanan mı?

Birçok ülkenin gündeminde şu sıralar zenginden daha fazla vergi almak var. Dünya nüfusunun %20’sinin toplam zenginliklerin %80’ine sahip olduğu düşünülürse, bu, çoğunluğun en iyi seçimi olarak görülebilir. Eğer dünya halkının katıldığı bir oylama yapılsa, zenginden daha fazla vergi alınmasını isteyenler normal şartlar altında dünya nüfusunun %80’inden daha fazlası çıkacaktır. Bu zenginler için en iyi seçenek gibi görünmese de çoğunluk açısından en iyi seçenek olduğu açıktır. Öyleyse cevap vermemiz gereken iki soru var: Madem herkes eşitlikçi bir dağılımdan yana böyle bir sistemi yaratmak çok mu zor? Ve diyelim ki böyle bir sistemi yarattık, bunu sürdürebilir miyiz?

Konuyu ekonomi politiğin birçoklarına bunaltıcı gelen evrenine çekmeden bu iki soruya yanıt aramaya çalışalım. Öncelikle ilk sorudan başlayalım. Zenginlikten herkesin eşit pay aldığı bir sistemi nasıl yaratabiliriz?

Bu konu üzerinde düşünen birçok ekonomist olmuştur. Fakat 1972 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü en genç yaşta alan ekonomist olarak tarihe geçen Kenneth Arrow şüphesiz anlaşılması en basit teorilerden birini ileri sürmüştü. Ona göre bir toplumda birinin durumu kötüleştirilmeden diğerlerinin durumu iyileştirilebilir. Örneğin 100 metre yarışına katılan 8 atlet olduğunu düşünelim. Bunlardan birinin yarışı kazanacağı ve diğerlerinin peşi sıra onun ardından gelecekleri açıktır. Fakat Arrow ekonomik bir sistemde etkinlik ve adaleti sağlamak için basit bir çözüm öneriyor ve 8 atletin de kazanacağı bir sistem sunuyordu. En hızlı koşucuları yavaşlatmadan tüm atletlerin aynı anda bitiş çizgisini geçmesi için yapılması gereken bazı atletlerin yarışa daha önden başlamasını sağlamaktı. Yani başlangıç takozları o şekilde ayarlanacaktı ki her koşucu kendi süratinde koşacak ve hepsi aynı anda bitiş çizgisine gelecekti. Ya da daha açık söylersek zenginlerden ilave vergi alınacaktı.

Fakat bu model toplumun bazı bireyleri için küçük bir sorun yaratıyordu. Diyelim ki bu modeli kullanacak olan bir havayolu şirketi olsun. Kalkacak uçak eğer 150 koltuğa sahipse, şirketin 180 bilet satması gerekiyordu. Sonrasında da 30 yolcu bir sonraki sefere aktarılacaktı. Fakat bu sadece 30 kişinin değil, geri kalan 150 kişinin de sorunuydu. Hangi kuralı getirirseniz getirin, o uçağa binmeyecek 30 kişi kim olursa olsun, yolcuların tamamı başlangıçta bu duruma itiraz edecek ve muhtemelen bu uçağın biletini almayacaklardır. Bu da şirketin iflasına kadar gidecek yolu açacaktır. Peki ama kurulan eşitlikçi sistem neden işletilememiştir?

İşte bu sorunun cevabı irrasyonel insan seçimlerindedir ve bunu ortaya koyan yine Kenneth Arrow olmuştur. Arrow, bu teoriye imkansızlık teorisi (impossibility theory) adını koymuştur ki pek de haksız sayılmaz. Diyelim ki bir pasta üç kişi arasında bölüşülecek. Bunlar A, B ve C kişileri olsunlar ve bölüşüm seçenekleri de aşağıdaki gibi olsun.

Seçim 1: A pay almaz, B ve C pastanın yarısını alırlar.
Seçim 2: B pay almaz, A ve C pastanın yarısını alırlar.
Seçim 3: C pay almaz, A ve B pastanın yarısını alırlar.
Seçim 4: A, B ve C pastayı üç eşit parçaya bölerler.

Şimdi hep beraber düşünelim; siz olsaydınız hangi seçeneği seçerdiniz?

Yapılan tüm araştırmalar hep aynı sonucu vermiştir. Her üç kişi için de 4.seçenek olan pastanın üç eşit parçaya bölünmesi en iyi seçenek değil, üçüncü en iyi seçenek olarak belirlenmiştir. Yani eğer A kişisi iseniz en iyi ilk iki tercihiniz 2. ve 3. seçenekler olacaktır. Çünkü pasta burada ikiye bölüneceği için A’nın payına daha fazla düşecektir. Pastanın üçe bölünmesini içeren 4.seçim bunların ardından gelecektir. Çünkü A’nın payına düşen miktar bu seçenekte daha azdır. Girişte sorduğumuz ikinci soru olan eşitlikçi bir sistemi sürdürebilir miyiz sorusunun cevabı işte burada saklıdır: İmkansızlık Teorisi!

Sonuç olarak zenginlerden daha fazla vergi alınması zaman zaman başvurulan bir seçenek gibi görülse de özünde zengin yaratan sistem irrasyonel insan kararları tarafından daima korunup sürdürülmektedir. Oy çoğunluğu yoksullarda, varlıkların büyük kısmı zenginlerde ve oyunun kurallarını koyma yetkisi de politikacılar da olduğu sürece ortaya her zaman büyük bir paradoks çıkmaktadır: Cezalandırılan hırsız mı, yakalanan mı?..