29 Nisan 2013 Pazartesi

Belgesellerle uyutuluyoruz!

Finansal piyasalar, uzaktan izleyen birçok kişi için fazlasıyla gerçeküstü yerler olarak algılanabilir. Hatta çoğu zaman yaşananların bir mizansenden ibaret olduğu hissi bile oluşturabilir. Karmaşık yapıları göz önüne alındığında, bu, çok normal karşılanması gereken bir kavrayıştır. Fakat doğru değildir. Çünkü finansal piyasalar insanların sonsuz olasılıklı duygularının çarpıştığı yerler olduğu için oldukça gerçekçi yerlerdir. Sahtelikten ve mizansenden eser yoktur.

İnsanlar çoğu zaman gerçeklik hissini tadarak hayatlarını geçirmek isterler. “Boşluktaki hiçlikten” görüntüler çağırmamızı sağlayan hayal gücünün hakim olduğu alanları pek tercih etmezler. Bu insanlar için beynin en önemli entelektüel başarısının gerçek dünya olduğu düşüncesi hala etkisini sürdüren güçlü bir inanıştır. Gerçekçiliğin idealizme dönüşmesi çoğu insanı boş zamanlarını geçirmek için belgesel seyretmeye yönlendirir. Doğayı tüm gerçekliği ile izlemek hayal mahsulü şeyleri seyretmekten daha mantıklıdır. Ne dersiniz, öyle mi?

Doğa belgesellerindeki müthiş kurgu insanlara yüksek bir gerçekçilik hissi verir. Hayvansal içgüdülerin güçlü bir nedensellik içinde sunulması, savanada gezinen aslanın, zebrayı tuzağa düşürmek için gün boyu düşünerek karmaşık bir plan hazırladığı senaryosu ile verilir. Bu, eleştirel bakış açısını kaybetmiş savunmasız insan için şüphe uyandırmayan bir durumdur. O, sadece o anda güçlünün güçsüzü yenecek olması öngörüsünden dolayı vicdanının sesiyle haykırmaya konsantredir. Elinde olsa zebrayı uyaracaktır ama elinden gelen tek şey bedduadır. Kovalama sahnesinde öndeki lehine tezahüratta bulunsa da sonunda ağzından dökülen sözler pek de ağzı alınır türden değildir. Peki belgeseller ne kadar gerçektir?

Birçok dikkatli kişi aynı görüntülerin farklı mizansenlerle sunulduğunu fark etmiştir. Çoğu amatörlerce çekilen görüntülerin önüne ve arkasına sahneler eklendiğini anlamıştır. Kolunu köpek balığına kaptıran adamların hepsinin belgeselin sonunda “Ona saygı duyuyorum” demesindeki abartılı benzerliği görmüştür. Ama hepsi bu kadar değil elbette.

Sahtekarlık, Disney’in 1958 yılında çektiği “White Wilderness” adlı belgesel ile ilk kez ticari boyuta çekilir. Kayalıklardan kendilerinin atladığı söylenen fareleri insanların aşağıya attığı açıklanınca izleyiciler şaşkınlık geçirir.

Belgesel dünyasının en büyük efsanesi hiç şüphesiz Sir David Attenborough’dur. “Frozen Planet” adlı ödüllü belgeselinde, kutuplarda çekildiği havası verilen kutup ayıları ile ilgili önemli sahnelerin Almanya’da bir hayvanat bahçesinde çekildiği ortaya çıkmıştır. Anestezi ile uyutulmuş ayının yanında duran David’in hiçbir şey çaktırmadığı bir diğer sahne de büyük eleştiri almıştır.

Yine David’in 2008’de çektiği “Life in Cold Blood” adlı belgeselde, bir kobra yılanına yaklaştığı sahnenin tamamen teatral olduğu açıklanmıştır.

David’in belgesel tarihini yazdığı doğrudur ama aldatıcı tekniklerini de her zaman geliştirmeyi ihmal etmemiştir. 2001 yılında çektiği “Blue Planet” adlı belgeselde, ıstakozun Nova Scotia körfezinde çekildiği söylenen görüntülerinin akvaryumda çekildiği ortaya çıkmıştır.

David’in 1997’de çektiği “Polar Bear, Arctic Warrior” belgeseldeki ayı görüntülerinin kutuplarda çekildiği söylense de hayvanat bahçesinde çekildiği çok geçmeden anlaşılmıştır.

2007’de çekilen “Man vs Wild” (İnanılmaz Kurtuluş) adlı belgesel eski asker Bear Grylls’in vahşi doğada hayatta kalma stratejilerini anlatıyordu. Doğada hayatta kalmak için ondan öğreneceğimiz çok şey vardı. Ama herkes onun doğayla mücadele ettiğini düşündüğü saatlerde o otelde dinleniyordu. Vahşi atı yakaladığı sahnedeki at vahşi değil, özel olarak yetiştirilmiş bir attı. Belgesel boyunca bir grup eğitilmiş at, vahşi at olarak rol yapmıştı.

2002’de çekilen bol ödüllü “Winged Migration” adlı belgeselde kuşların uçuşu anlatılıyordu. En önemli sahnelerden birinde, kanadı yaralanan bir kuşun yengeçler tarafından nasıl yenildiği gösteriliyordu. Ama yengeçlerin yediği sadece eski bir balıktı. Seyirci bilerek aldatılmıştı.

1997’de Kenya’da çekilen “Tale of Tides”, hayvanlar arasındaki vahşi mücadeleyi anlatıyordu. Başroldeki kirpi, karakulak ve sırtlan Amerika’daki hayvanat bahçesinden Kenya’daki doğal stüdyolara gönderilmişti. Bu üçlünün oynadığı tüm sahneler montajdı ve gerçekle hiç alakası yoktu.

Örnekleri arttırmak mümkün. Fakat bunun bir anlamı yok. Çünkü belgesellerin de en ileri sahne teknikleri ile çekildiğini herkes biliyor. Burada üzerinde durulması gereken şey şu. Belgesellerin belli kısımlarının sahte olması onun değerini düşürür mü? Elbette ki düşürmez ama bu belgeselleri sunan yapımcı ve kanalların her şey tamamiyle gerçekmiş gibi izleyiciyi kandırmaları ve savunmasız insanın da buna inanması… İşte, kabul edilemeyecek şey budur. Yüzde yüz doğal hayat olduğu söylenen şeyin en önemli yerlerinin sahte olması asla kabul edilemez. Bu düpedüz sahtekarlıktır.

Rasyonel ve gerçekçi insanlar, gençlerin izlediği film ve dizileri fazlasıyla hayali ve çarpıtma bulabilirler. Ama kendi seyrettikleri belgeseller de maalesef aynı oranda hayali ve çarpıtmadır. Rasyonel ve mantıklı insanlar, dünyayı algılamalarına yardımcı olan kendi beyinlerine çok fazla güvenirler. Ama unutmamaları gereken bir şey vardır: Beyin iyi bir organdır ama aynı zamanda da iyi bir büyücüdür. Rasyonelliğin idealizme dönüştüğü yerde sizi başkalarına gülünç gelecek şekilde büyüleyerek uyutmayı oldukça iyi başarır.

Aslında sorun 17.yüzyıl filozofu John Locke tarafından çözülmüştür: Kavga eden iki hayvan gören birinin zihninde gerçekten kavga eden iki hayvan vardır. O nedenle insanlar kafalarındakini görmek için bu tür belgeselleri seyretmeye yönelirler. Yoksa doğal hayatı yansıttığı için değil.

Gerçekçiliğin idealize edildiği bir dünyada, sanal gibi görünen piyasalar değil, gerçek gibi görünen belgeseller sahtedir. Bir belgesel, kişinin kafasında kavga eden iki aslanı gösterdiği için mutlak gerçek olarak algılanır. Piyasalar ise öngörülmez oldukları için kimsenin kafasından geçene göre hareket etmezler.

Belgesellerle uyutulduğumuzu ve uyuduğumuzu asla unutmayın. Çünkü beyin hem iyi bir organ hem de iyi bir büyücüdür!

27 Nisan 2013 Cumartesi

Ne kadar az bildiğini bilmeden ne kadar çok şey biliyorsun!

Ekonominin hiçbir temel ilkesi aklıselim ve sağduyu ile harmanlanmadığı sürece gerçek bir kılavuz olamıyor maalesef. Fakat bu ekonominin ilkelerinin yetersiz olduğu anlamına gelmesin. Ekonomik mantık kusursuz bir şekilde işler. Ancak ekonomik mantığı işleten insan faktörü işin içine girdiğinde başta istediğiniz sonuçları elde etmeniz pek mümkün olmayabilir.

İktisadi kalkınmanın tüm gelişmekte olan ülkelerde çözmesi gereken temel sorun nasıl daha iyi yollar yapılacağıdır. Bu basit gibi görünen soruna ekonominin getirdiği çözüm kusursuzdur. Devlet nasıl bir yol istediğini belirler. Tüm özellikleri ayrıntılı şekilde yazar. Sonra bu şartları sağlayacak olan kuruluşları davet eder ve bir ihale düzenler. Yoldan beklenen özellikleri en düşük bedelle sağlayacak olana iş bırakılır. Bu klasik bir ihale sistemidir ve ekonomik mantık olarak halkın parasının boşa harcanmaması açısından oldukça mükemmeldir. Peki ama bu model ne kadar başarıyla işler?

Tüm dünyada siyasetçiler ve yol müteahhitlerinin “kazan-kazan oyunu” oynadıkları herkesin düşüncesidir. Aynı yolların kısa aralıklarla bozulup yeniden yapılması, yolların kısa sürede tahrip olması ya da planlama yetersizliği sonucu daha geniş yolların yapılması bu düşünceleri güçlendirir. Hatta birçok insanın kafasında sabit bir düşünceye döndürür: “Yolları yapanlar ve yaptıranlar parayı götürüyor. Bu yol böyle yapılmaz! Ben olsam…”

Şimdi basitçe düşünelim, suçlu kim? Hatalı bir yol inşaatında suç devlette midir? Devletin, tüm ihale sürecini şeffaf bir şekilde yürüttüğünü varsayarsak devlet açısından herhangi bir suiistimal sorunu olduğunu söylemek mümkün değildir. O zaman sorun firmalardadır. Yol inşaatı, kum ve taş gibi malzemelerin yanı sıra epeyce bir el emeği gerektirir. Müteahhitler genellikle tüm girdileri yerel piyasadan tedarik ederler. Böyle bir durumda yapı malzemeleri, beton ya da asfaltın hangi fiyattan satın alındığı bilinemez. Ekonomik modelin burada çaresiz kaldığı açıktır. Çünkü model müteahhidin en kaliteli malzemeyi tedarik edeceğini ve bunu en kaliteli işçilikle yapacağını düşünür. Ama bu maalesef böyle işlemez. İnsan faktörü, yol yapım işi için geliştirilen ekonomik modeli hiç istenmeyen bir yöne doğru çeker: Yolsuzluk!

Kusur eğer ekonomik modelde değilse insandadır. Peki ama kimde? Gelin öyleyse yol yapım işinde kimin suçlu olduğunu bulmaya çalışalım.

Ekonomist Ben Olken bu sorunun yanıtını gelişmekte olan bir ülke olan Endonezya’da aramaya karar verir. 600’den fazla köy yolunun yapımı için Dünya Bankasından sağlanan kaynağın nasıl kullanıldığını da merak etmektedir. Bunun için bir plan oluşturur. Köy yollarını yapacak firmalar üç gruba ayrılır. Birinci gruba, yapılan yolların devlet görevlilerince denetleneceği bilgisi verilir. İkinci gruba yapılan yolların köy meclisleri ve ihtiyar heyetleri tarafından sürekli kontrol edileceği söylenir. Üçüncü gruba ise hiçbir şey söylenmez ve kendi hallerine bırakılır. Ne dersiniz, kim daha çok yolsuzluk yapar sizce?

Araştırmayı yürüten Ben Olken’in öngörüsü üçüncü grubun yolsuzluk yapacağı, birinci ve ikinci grubun yapmayacağı yönündeydi. 600’den fazla yol tamamlandıktan sonra deneyimli mühendisler tüm yolları incelerler ve sonuçları açıklarlar. Üçüncü grupta yer alan firmalar, yol için kendilerine ödenin paranın %30’unu çalmışlardır. Bu şaşırtıcı bir orandır. Çünkü %30’luk bir çalıntı, ihale tutarının büyüdüğü durumlarda, çok büyük paraların karşılıksız olarak halkın cebinden müteahhitlere aktarılması anlamına gelecektir.

Devlet görevlilerince denetlenecekleri bilgisi verilen birinci gruptaki müteahhitler ise gerçekten şaşırtıcı bir sonuca imza atmışlardır. Denetleneceklerini bildikleri halde kendilerine ödenen paranın %20’sini çalmışlardır. Denetim, hırsızlığı sadece üçte bir oranında azaltmıştır.

Peki ya ihtiyar heyeti ve köy meclislerinin sürekli denetlediği müteahhitler ne yapmıştır dersiniz? Halkın temsilcileri aracılığıyla köy yollarını yapanlar sürekli denetlenmiş ve tüm çalışmaları kontrol altında tutulmuştu. Ama sonuçlar açıklandığında herkes tam anlamıyla şok olmuştu. Köy meclislerince kontrol edilen müteahhitler de tıpkı üçüncü gruptakiler gibi %30 oranında hırsızlık yapmışlardı. Müteahhitler maalesef köy ahalisinden pek çekinmemişlerdi. “Yolları yapanlar ve yaptıranlar parayı götürüyor. Bu yol böyle yapılmaz! Ben olsam…” diyenler de müteahhitlere hiç engel olamamışlardı maalesef.

Endonezya’da yapılan bu araştırmanın dünyanın geri kalan kısmı için ne kadar etkili bir gösterge olacağı tartışılır. Ama burada üzerinde tartışılmayacak bir gerçek var. “Ben olsam…” diye başlayarak tüm problemlere çözümler getirenlerin büyük kısmı işin gereği olan uzman bilgiye sahip olmadığı için problemin daha da büyümesine neden olurlar. Herkesi dolandırıcı kendini dürüst, herkesi kötü kendini iyi ya da herkesi aptal kendini akıllı görenlerin büyük bölümü maalesef kendilerini iyi tanımayanlardır. Gördükleri şey ise tamamen hatalıdır ve muhtemelen görülmesi gerekenin tam tersidir.

Medeniyetin ilerlemesi, ancak ekonomik modellerin başarılı şekilde işletilmesi ile gerçekleşir. İnsan faktörü işin içine girdiğinde ise modeller başta belirlenen hedeflere ulaşmada sapma yaşarlar. Bu sapmayı yok edecek olan yine insanın kendisidir ve bunun tek yolu da bilgiden geçmektedir. Yani sorun, kontrol edenleri kimin kontrol edeceği sorunu değil, insanların kontrole mahal bırakmayacak davranış standartlarını yakalaması sorunudur. Aksi takdirde suçlunun kim olduğu önemli değildir. Suçlu bir insan olduğuna göre, ha müteahhit ha vatandaş, ne fark eder!

İnsanların ne kadar az şey bildiğini bilmeden bu kadar çok şey biliyor olmaları gerçekten şaşırtıcıdır!

24 Nisan 2013 Çarşamba

İyiyim ama parayla da aram iyi sayılır!

İhtiyacı olana yardım etmek finansal piyasalarda karşılaşılacak bir olgu değildir. O nedenle düzenlemeleri kanunlar tarafından değil toplumsal normlar tarafından şekillenmiştir. “İyi bir insan”ın tanımının felsefik bağlamda tarafsız bir dille yapılamayacağı söylenir ve sözlüklerde de “iyi” sözcüğü öznel tecrübeler ile ilişkilendirilir. İyinin tek düşmanının “daha iyi” olduğu düşüncesi buna haklılık verebilir. Sosyal hayat ise iyi insanı yoruma yer bırakmayacak şekilde tanımlar: İyiler iyidir ve yardımseverdir.

Her gün sosyal medyada iyilik yapmak ve iyi insan olmak ile ilgili sayısız paylaşıma rastlayabilirsiniz. Bu sizde herkesin melek gibi olduğu fikrini bile uyandırabilir. İyi insanların ne kadar yardımsever olduğu genellikle insanların takdiridir. Ama Princeton Üniversitesinden psikolog John Darley iyiliğin sınırlarını ölçmek için bir deney tasarlar. Üniversitenin Teoloji bölümünde okuyan öğrencileri bir odada toplar ve vaaz yeteneklerini ölçeceğini söyler. Önce adaylara, dövülmüş ve sokakta yatan bir adama yardım eden birinin hikayesini anlatan bir metin dağıtılır. Adaylar metni okurlar. Daha sonra vaazlarını karşı binada verecekleri söylenir ve karşı binaya gitmeleri istenir. Öğrenciler birinci binadan çıkarken, kapı aralığında yatan bir adam (aktör) karşılarına çıkar. Sizce öğrenciler bu adama yardım edecekler midir?

İyi huylu bir insan olma hakkında vaaz vermek için yola çıkan öğrencilerin yarısından fazlası yerde yatan adama yardım etmemiştir. Hatta bazıları adamın üstünden atlayıp gitmiştir. Deney birkaç defa yenilenmiş, yardım oranı diğer binaya çabuk gidilmesi gerektiği belirtilen durumlarda %10’a kadar düşmüştür.

İnsanların birçoğu, yardım etmeyi çok sevdiklerini ve yardımsever bir insan olduklarını söyleseler de iş gerçekten yardım etmeye geldiğinde sonuçlar hiç de söylenildiği gibi değildir. Söylenilenler ile yapılanlar arasındaki farkın hızla değişen sosyal ve ekonomik hayattan kaynaklandığı açıktır. Peki ama ortaya nasıl bir topluluk çıktığının farkında mıyız?

Herkes iyi olduğunu söyleyip dürüst bir insan profili çizmeye meyilli yaşamaktadır. Bu tür bir davranış şekli herkese mantıklı gelir. Çünkü aksinin toplum içinde kabul görmesi mümkün olmayacağı için kişi bir anda sosyal hayatın dışına itilerek ekonomik gücünü kaybedebilir. Güven duygusunun ortaya çıkmasına neden olan iyilik ve dürüstlüğün açık bir şekilde ayırt edilmesi ve ondan sonra harekete geçilmesi gerektiği genellikle göz ardı edilir. Belirli genellemeler ve zihinsel kısayollar ile insanların iyilik ve dürüstlük tanımlamaları yapılarak “evlenme vaadiyle kandırılan genç kız” sonucuna ulaşılır.

Ekonomik hayat bize güven hakkında bazı bilgiler verebilir. İyi giyimliye kötü giyimliden, birinci el araç satana ikinci al araç satandan daha fazla güvenin diyebilir. Peki ama kişilerin meslekleri ya da en geniş haliyle söylersek kendilerini tanımlama şekilleri onların dürüst bir insan olduğunu söyleyebilir mi?

Psikolog Robert Wiseman bu sorunun yanıtını bulmak için bir deney tasarlar. İngiltere’de en güvenilir meslek olarak kabul edilen rahipler ile en güvenilmez meslek olarak kabul edilen ikinci el araba satıcılarından oluşan iki grubu deneyine dahil eder. Honesty (Dürüstlük) adlı bir şirketten belirlenen kişilere 10 paundluk çek gönderilir. Çekin yer aldığı mektupta şöyle yazmaktadır: “Bu hafta bizden yaptığınız alışveriş için teşekkür ediyor ve para iadesi olarak bu çeki sunuyoruz.” Zarftaki bilgiler, kişilerin böyle bir şirketten alışveriş yapmadığını kolayca ayırt edebilecekleri bir nitelikte tasarlanmıştı. Üstelik şirket adı da bir şeyler çağrıştırabilirdi. Sizce rahipler ve ikinci el araba satıcıları, Dürüstlük adlı şirkete karşı ne kadar dürüst davranmışlardır?

Sonuçlar hiç de sosyal hayatın belirttiği normlara uygun değildir. Hem rahiplerin hem de ikinci el araba satıcılarının yarısı çeki tahsil etmiştir. Deneylere katılanlara daha sonra neden kendilerine ait olmayan parayı aldıkları sorulduğunda verdikleri cevaplar yaklaşık şu anlama geliyordu: “Şeytandan nefret ediyorum ama bazı fikirleri çok cazip geliyor!”


Bu iki deney belki bizi herhangi bir sonuca götürmeyebilir. Belki bu deneyler bilimsel olarak hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ya da örneklerin gerçek hayatı karşılamadığı söylenebilir. Hatta herkes, biz böyle değiliz, biz farklıyız bile diyebilir. Bunların hepsini kabul etmek sizlere kalmış. Ama galiba şunu söylemeden geçmek büyük hata olacak. “İyiyim ama parayla da aram iyi sayılır!”

21 Nisan 2013 Pazar

Vicdan ve adalet çabuk vazgeçilen bir lükstür!

Yaşadığımız dünyanın gizli ekonomisini algılayabilmek gerçekten çok zordur. Kültür ve alışkanlıkların ne tür bir ekonomiye hizmet ettiğini göremeyiz çoğu zaman. Oysa birçok davranışın temelinde olduğu gibi “gizli ekonomi”nin temelinde de toplumsal kültür ve kişisel davranışlar yer alır.

Ülkemiz gizli ekonomi pazarı “memleket neresi”, “hangi üniversiteden mezunsun” veya bu ve benzeri alt kültürlere yönelik sorular ile ortaya çıkar. Beklenen cevap gelirse masum ve tetikte bekleyen enerjik bir sevgi boşalması yaşanır. İlk bakışta kültür ve geleneklerin bir uzantısı gibi algılansalar da piyasalaşan yapı ile birlikte ortaya çıkış sebeplerini kaybetmişlerdir. Bunların sonucunda elde edilen kazanımların ekonomik değeri üzerine herhangi bir araştırma bulunmamakla birlikte kaba bir kestirimle milli gelirin %5-10’u arasında olduğu söylenebilir. (Her 100 kişiden kaç kişi işini bu tür tekniklerle bulmuştur sorusu da bu kestirime daha doğru bir cevap olacaktır.) Ülkelerin yönetim tarzlarına bağlı olarak bu oranın yükselmesi olası kabul edilmelidir. Suharto döneminde Endonezya devletiyle iş yapan şirketlerden Suharto ailesinin pay istemesi gibi örnekler bu oranın nasıl arttığını açıklıkla gösterir. (Konumuz bağlantı psikolojisi değil onun ilkel hali olan benzerlik psikolojisi olduğundan bu konuya fazla girilmeyecektir.) Benzerlik psikolojisinin toplumsal hayatımızda oynadığı büyük rolün yarattığı gizli ekonomi giderek büyümektedir.

İnsan psikolojisinin bu tür bir ekonomiye yüksek ivme kazandırdığı açık olmakla birlikte yapılan araştırmalar pazarın büyüklüğünü çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır. Amerika’da yaşayan Afrikalılara daha fazla trafik cezası kesildiğinden şüphelenen psikolog Frances Heussenstamm, konuyu araştırmak için bir deney tasarlar. Heussenstamm, bunu çözmek için trafik kayıtları temiz olan 45 öğrencisinden yardım ister. Tüm katılımcılardan polisin dikkatini çekmemeleri, aşırı dikkatli kullanmaları ve tüm trafik kurallarına uymaları istenir. Sonra da arabalarının arka camına, kolayca fark edilebilen bir Afrika düşünce kuruluşunu sembolize eden çıkartma yapıştırılır. Ardından da ne olacağı beklenmeye başlanır. Cezalar ardı arkasına gelir. Önceki cezasını yatırmaya gidene bile ceza kesilmektedir. Üç hafta içinde 33 ceza kesilmişti. Deney daha fazla uzatılmadan o noktada bitirilir. Arabaların arkasına yapıştırılan çıkartma, polislerin kararları üzerinde etkili olmuş gibi görünmektedir. Araştırmayı yapanlar da bu sonuca ulaşırlar. Keza aynı deney, arabaların arkasına “Amerika; ya sev, ya terk et” çıkarması ile yapıldığında trafik cezası pek kesilmemiştir.

Benzerlikler üzerine dünyanın farklı ülkelerinde yapılan deneyler genellikle hep aynı sonucu vermişlerdir. İnsanlar, bunların içinde kararlarını yüksek bir tarafsızlık ve adalet içinde vermesi gerekenler bile, benzerlik psikolojisi içine girerek gizli ekonomiye işlem hacmi kazandırmışlardır. Santa Clara Üniversitesinden Jerry Burger, bu psikolojinin sınırlarını araştırdığı bir çalışmada, doğum tarihlerinin aynı olması sonucunda kişilerin bir yabancıya yardım etme eğilimi üzerinde durmuştur. Bir grup katılımcı ve başarılı bir aktörün katıldığı deneylerde katılımcılar ile aktörün doğum tarihi vurgusu yapılıyordu. Grubun yarısına aktör ile aynı doğum tarihinde olduğu bilgisi hissettirmeden veriliyor, diğer yarısına ise farklı doğum tarihlerinde oldukları söyleniyordu. Aktör daha sonra bir çalışması için yardım istediğinde “Vay be, doğum günlerimiz aynı” diyen grubun üçte ikisi yardım çağrısına evet derken, doğum tarihleri farklı olan grubun sadece üçte biri evet demişti.

Benzerlik psikolojisi sadece yardım konusunda etkili değildir. Birçok farklı alanda etkisi kanıtlanmıştır. Robert Cialdini tarafından yapılan başka bir deneyde katılımcılara Rusya’nın vahşi papazı Rasputin’in suçlarla dolu otobiyografisi okunmuş ve ardından onun ne kadar hoş bir insan olduğu sorulmuştur. Rasputin ile aynı doğum gününde doğdukları söylenenler diğerlerine göre onu daha iyi bir insan olarak tanımlayarak suçlarını görmezden gelmişlerdir.

Peki neden böyleyiz sorusuna verilebilecek geçerli bir yanıtımız maalesef şu an için bulunmuyor. İnsan ruhunun derinliklerindeki bir çarpıklığın bu tür davranışlara sebep olması muhtemel gözüküyor. Yazar Malcolm Gladwell’in de belirttiği gibi, örneğin yapılan anketler, insanların çoğunun kahveyi şekersiz içtiğini söylüyor. Fakat kahve dükkanlarından alınan rakamlar hiç de öyle değildir. insanların çoğu şekerli kahveyi tercih etmektedir. Sert görünmek adına verilen cevapların iş eyleme gelince değiştiği, hayatı olması gerektiği gibi değil, olmasını arzuladığımız şekilde yaşadığımızı göstermektedir.

Aslında benzerlik psikolojisinin ekonomik yönünü anlamak için bir psikolog ya da ekonomist olmaya ihtiyacınız yoktur. Çıkarım oldukça basittir. Kökeni kültürde ya da gelenekteymiş gibi gözüken “memleket neresi” gibi davranışların aslında ekonomik hayatta kalma hesabından kaynaklandığı ortadadır. Ekonomi bilimi insanların eylemleri ve seçimlerini anlık dürtülerle değil de mantıklı kararlarla yaptıklarını söyler. Benzerlikler psikolojisinin yarattığı gizli ekonomi hepimizi biraz “ekonomik haydut”a döndürmeye meyillidir. Çaresiz durumda kalan herkes mantıksal olan hayatta kalma durumuna göre hareket eder. Vicdan ve adalet o noktada vazgeçilen bir lüks haline gelir.

Memleket neresi ya da hangi üniversiteden mezunsun sorularına yine belli bir ümitle yanıt vermeye devam edeceğiz. Yeter ki gizli ekonomi işlesin ve daha rahat edelim.

Belki de herkesin fark etmesi gereken tek bir gerçek var: Vicdan ve adalet çabuk vazgeçilen bir lükstür!

17 Nisan 2013 Çarşamba

Mutlu olmak yerine dürüst olmayı deneyin!

Ne zaman sosyal medyaya ya da gelen e-postalarınıza baksanız mutluluk öğütleyen mesajlarla karşılaşıyorsunuz. Arkadaşlarınız, aile üyeleriniz ya da hiç tanımadığınız insanlar size mutlu olmanız gerektiğini söyleyen sözler ve deyişler gönderiyorlar. Bu öyle bir noktaya gelmiş ki artık neredeyse herkes mutluluk misyoneri olmuş. Felsefik bir bakış açısı, ortalama bir bilinç ya da makul bir sorgulama yeteneği ile bu mesajları incelediğinizde tam olarak size söylenmek istenen şeyi anlamanız mümkün gözükmüyor. Öğütlenen, tavsiye edilen ya da önerilen davranışın ne olduğu, nasıl kazanılacağı veya nasıl ulaşılacağı konusunda kaba taslak bir bilgiye bile ulaşamıyorsunuz bu mesajlardan. Ama söyledikleri şey aynı: Mutlu ol yeter!

Mesela mesajlarınızı kontrol ettiğinizde dostlarınızın şu tür tavsiyelerini bulursunuz: “Mutluluk daima yakınınızdadır, yakalamak için çoğu zaman elimizi uzatmak yeter.” Ya da “Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektir.” Veya “Mutluluğu tatmanın tek çaresi onu paylaşmaktır.” Peki ama tüm bu mutluluk mesajları ile arkadaşlarımızın bize anlatmak istediği veya bizden beklediği şey tam olarak nedir?

Sürekli mutluluğa odaklanma ve daimi bir mutluluk inancı taşıyan bu mesajları ileten kişiler aslında kafalarında herhangi bir somut düşünceye sahip değildirler. “Neden bahsettiğimi biliyorsun” ya da “ne kastettiğimi anlıyorsun” şeklinde bir duygu taşırlar bu mesajları iletirken. “Eğer aynı zaman dilimi içinde yaşıyorsak ve benzer kültürel koşulları paylaşıyorsak, o zaman ne söylediğimi ve hangi duyguyu işaret ettiğimi anlayacaksın” diyorlar. İşte bu mutluluk mesajlarını iletenlerin kafasından geçen (pek fark edilmese de) düşünce budur. İyi de bu mesajlar ile bizden beklenen duyguyu nasıl tanımlayacağız?

Bu tür iletileri paylaşanlar, böyle bulanık bir düşünce şekline inananlar, tıpkı bu kavramlar üzerine söz söyleyen birçok filozof ve kişi gibi derin bir kavram kargaşası içindeler. Mutluluk üzerine binlerce kitap var ve bunların çoğu mutluluğun “gerçekten” ne olduğunu sorarak başlıyor. Sonra da kendisine göre tanımlıyor. Bir diğeri “gerçekten ama gerçekten” nedir diye soruyor ve tanımlıyor. Öncekinin yanıtını yetersiz bulan bu tanımlama silsilesi böylece sürüp gidiyor. Çünkü mutluluk kavramı hemen herkesin şekil vermeyi sevdiği bir kavram. İşin içine filozoflar, şairler, bilim adamları da girince muazzam bir kavram kargaşası oluşuyor. Haliyle bu karmaşanın altında ezilen, bilgi çağını yönetemeyen savunmasız insan da kendisine geleni alıp bir arkadaşına servis ediyor. Bütün bu söylenenleri yan yana koyduğunuzda ise bilimsel ve felsefi bir anlaşmazlığın ne kadar üst seviyede olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Tüm bu mesajlarda en hakim üç mutluluk şekli ise duygusal, ahlaki ve yargısal mutluluk olarak gözüküyor.

Mutluluğun psikolojik bir durum olduğunu düşünen ağırlıklı kesim derin bir yanılgıyı da beraberinde taşıyor. Örneğin sarı rengin mutluluk verdiğini düşünüyorsanız, görme yeteneği olan birinin dalga boyu 580 nanometre olan ışık altında yaşadığı bir deneyim olduğunu da bilmesi gerekir. Yani gözleriniz görmüyorsa sarıdan mutlu olamazsınız. Eğer duyduğunuz mutluluğu tanımlamaya kalksanız, felsefecilerin tabiriyle “öznel durumların indirgenemez olduğu” sorununa takılırsınız. Buradan hareketle yatırımlarınızın değer kazanması ile sevgilinizi öpmeniz aynı tür mutluluğu göstermez. Benzer şekilde kokain içen de mutludur, kedi yavrusunu okşayanda. Mutluluk ölçeğinde bunları aynı yere koymak biraz düşünen insan için bile pek mümkün olamayacaktır. Yani kısaca arkadaşlarınızın gönderdiği mutluluk mesajlarında kavramsal bir tutarlılık yoktur.

Yapılan araştırmalarda, insan davranışları 30 saniyeden uzun süre izlendiğinde, insanların güçlü bir şekilde mutluluk hissetmeye motive olduklarını göstermektedir. Bu nedenle psikologlar mutluluğu teorilerinin merkezine koymuşlardır. Harvard Üniversitesi psikologlarından Daniel Gilbert, eğer psikologlar bunu yapmazlarsa teorilerinin başarılı olamayacağını anlamış olduklarını söyler. Yani mutluluk bilimsel olarak daima hayatın merkezine konur. Anlamı ise tam olarak açıklanamaz. Fakat bilim adamlarının açıklıkla ortaya koyduğu bir düşünce daha vardır. Eğer hayatta, mutluluk duygusundan daha önemli ve anlamlı bir şey amaçlanamazsa trajik bir durum ortaya çıkar. Çünkü mutluluk duygusu kendiliğinden elde edilebilecek bir duygu değildir. Dürüst, üretken, ahlaklı ya da kısaca erdemli olmak sonunda ortaya çıkan bir duygudur. Mutluluğa götürecek tek gerçek yol insanların görevlerini erdemli şekilde yerine getirmesidir.

Maalesef iki bin yıldır bunu filozoflar da fark edememiş, erdem ve mutluluğu aynı tutmuşlardır. Çünkü mutluluğun istememiz gereken bir erdem olduğuna inanmışlardı. İnsanın erdemli şekilde yaşaması mutluluk nedeni olsa bile mutluluğun kendisi olamaz. Ayrıca hem nedene hem de sonuca mutluluk adını vermek etimolojik olarak da yanlış bir davranıştır. Filozoflar maalesef yanılmıştır. Onların bu mutluluk anlayışına göre sahilde güneşlenen Nazi savaş suçlusu mutsuz, yamyamlar tarafından yenen bir misyoner mutludur. Ama gerçek durumun tam tersi olduğunu tahmin etmek fazla zor olmasa gerek.

Kısacası hem arkadaşlarımız, hem filozoflar hem de psikologlar mutluluk sözcüğünü kullandıklarında verdikleri mesaj “ne kastettiğimi anlıyorsun”dur. Muğlak bir biçimde güzeli ve hoşu tasvir etmeye çalışırlar. Oysa ortalama sorgulama yeteneğine sahip bire neden bahsedildiğinin belli olmadığını anlayacaktır. Çünkü öznel duygusal deneyimlerin kişiden kişiye değiştiği apaçık ortadadır.

Amerikalı filozof Robert Nozick’in mutluluk üzerine geliştirdiği düşünce deneyi aslında tüm yanıtları veriyor. Nozick şöyle diyor: Bir sanal-gerçeklik makinası hayal edin. Bu makine, herkesin seçtiği hayat tarzına sahip olmasına imkan tanıyor ve onların makinaya bağlı olduklarını unutmalarına neden oluyor. Kim böyle bir makinaya bağlı kalmak ister?

Nozick’e göre hiç kimse kendi isteğiyle hayatının geri kalanında makinaya bağlı kalmayı istemeyecektir. Çünkü böyle bir mutluluk, mutluluk vermeyecektir. Yapılan araştırmalar, insanların, kendi haklarında duyulan hisler haksız ve hileli ise mutlu olamadıklarını söylemektedir. Kısacası mutluluk biraz düşünen bir insan için asla bir amaç olamaz.

Mutluluk mesajlarını okumaya devam edeceğiz. Çünkü bilgi şelaleleri altında ezilen kalabalıklar bu sorgulamaları yapmadan mutluluk üzerine söylenen muğlak sözleri bizlerle paylaşmayı sürdürecekler. Böyle bir arkadaşa söylenebilecek tek söz “mutlu olmak yerine dürüst olmayı deneyin” olabilir belki.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Hırsızım ama cennetliğim!

Dolandırıcılar, hırsızlar, sahtekarlar ya da kalpazanlar. Dürüstlük formatımızın kabul etmediği insan türleri. Nerde, ne zaman görsek ya da duysak öfke duygumuzu kontrol edemeyiz. Bu bozuk kişilikli insanların toplumu kirlettiğini düşünürüz. Belki de tek tesellimiz sayılarının az olmasıdır. İnsanların çoğunun dürüst olduğuna inanırız. Ne dersiniz; bir toplum içinde hırsızların sayısı ne kadardır? Toplumun yüzde kaçı hırsızdır?

Bu hiç şüphesiz zor bir sorudur. Ama hayatını insan davranışlarının çarpık yönlerini araştırmaya adamış psikolog Richard Wiseman için imkansız değildir. Bir insanın ne kadar dürüst olduğunu anlamak için yapılabilecek en etkili deneylerden birini tasarlar. Bir otomatik para verme makinasına (ATM) yerleştirdiği düzenek ile insanları test eder. ATM’ye yaklaşan insanlar henüz kartlarını takmadan 10 pound makinadan bir anda çıkıverir. Ne dersiniz, insanlar parayı alıp gidecekler mi, yoksa bankaya girip iade mi edecekler?

Deney bir gün boyunca sürdürüldü. ATM’den daha kartını takmadan 10 pound alanların %70’e yakını parayı alıp gittiler. Halkın sadece %30’u bankaya girerek ATM’nin bozuk olduğunu söyledi. Gizli kamera kayıtları insanların rahatça parayı alıp gittiklerini söylüyordu. %70 çok yüksek bir orandı. Halkın kendisine ait olmayan parayı alma eğilimi bu kadar yüksek olmazdı. Acaba sorun ATM makinasında mıydı?

Bu düşüncelerle araştırmacılar yeni bir deney tasarlarlar. Bu kez konu dergi satan bir dükkanda geçiyordu. Dergi alan ve görevliye para uzatan müşterilere kasiyer tarafından fazla para üstü verilecekti; 5 pound uzatana para üstü olarak 10 pound, 10 pound uzatana 20 pound. Bakalım insanlar bu dürüstlük sınavında ne kadar başarılı olacaklardır?

Sonuç bu sefer daha kafa karıştırıcıydı. Parayı alanların tamamı sırtını dönüp gitmişti. Bir tek kişi bile parayı iade etmemişti. Bazılarının yüzündeki sinsi gülümseme ise kameralara takılan hoş bir anı olarak kalmıştı.

Araştırmacılar yine bir yerlerde sorun olabileceğini düşündüler. Halkın kendine ait olmayan parayı alma eğilimi bu kadar yüksek olamazdı. Belki de insanlar aldıkları paraya dikkat etmiyorlardı. Aynı deneyi bu kez kasiyerden para üstünü sesli sayarak ödemesini istediler. Sonuç yine değişmemişti. Müşterilerin tamamı parayı alıp gitmişti.

Araştırmacılar yine tatmin olmamışlardı. Bir yerlerde bir hata olmalıydı. Deneyi yeniden tasarladılar. Bu kez kasiyer para üstünü verirken hata yaptığını açıkça gösteren bir kafa karışıklığı ifadesi takınıyordu. Ne dersiniz, insanlar bu kez dürüst davranacaklar mı?

Sonuçlar yine değişmemişti. Sadece bir müşteri hariç hiç kimse kasiyerin hata yaptığını söylememişti. Sadece bazıları yeniden kontrol etmesi gerektiğini vurgulamıştı ama sonuçta onlar da parayı alıp gitmişlerdi.

Çalışmanın sonunda araştırma ekibinden biri dükkanın önünde bekleyerek çıkanlara bir anket yaptığını söylüyor ve dürüstlük hakkında bazı sorular yöneltiyordu. Ankette gazetecilere, hukukçulara, politikacılara güveniyor musunuz gibi basit sorular soruluyordu. Son soruya kadar yanıtlar kısa ve netti: Hayır! Ama son soruya verilen yanıt aniden değişmişti. Son soru tahmin edilebileceği gibi bir dükkanda size fazla para üstü verilse alır mısınız şeklindeydi. Yanıtlar karmakarışıktı. Ama hepsini basit bir ifadeye indirgersek şu şekildeydi: “Genellikle verilen para üstünü saymam!”

Deneyden elde edilen sonuçlar şaşırtıcıydı. Neredeyse insanların tamamına yakını, hangi sözcükle ifade etmek doğru olur bilmek zor ama hırsız, dolandırıcı, sahtekar ya da ne derseniz işte oydu. Deneyin farklı örnekleri hep benzer sonuçlar vermişlerdi. Deneye katılanların tamamına yakını hırsız gibi davranmıştı. Deneyin farklı sonuçlar veren tek şekli ise herkesin birbirini tanıdığı küçük yerlerde yapılanlardı. Orada insanlar daha dürüst davranmışlardı.

Ortaya çıkan sonuçlar insan doğasına hem şaşırtıcı hem de üzücü bir bakış sunuyordu. Etik olmayan davranışlar boyutuna indirgenemeyecek bir davranış şeklidir aslında ortaya çıkan. Basitleştirme ve önemsizleştirmenin asla düşünülmemesi gereken ciddi bir durumdur. Neredeyse tüm toplumun böyle bir eğilim göstermesi söyleyecek fazla bir şeyin kalmadığına işarettir aslında.

Fakat bir gerçek daha vardır ki bu insanların tamamı son derece dürüst kişiler oldukları düşünmekte ve söylemektedirler. Dükkandan çıkan müşterilerle yapılan anketten de anlaşılacağı üzere para üstünü saymadan aldığı yalanını söylese de kendi dışındaki herkesi yalancı olarak rahatlıkla görebilmektedir. Bu olgunun boyutlarını öğrenmek isteyen Amerikalı bir haber kuruluşu 1997 yılında halka basit bir soru sorar. Soru aynen şöyledir: “Kimin cennete gitme ihtimalini yüksek görüyorsunuz?” Sonuçlar şaşırtıcıdır. Başkanlık seçiminden zaferle çıkan Clinton hemen hemen aynı düzeyde oy alarak (yaklaşık %52) ankette üst sıralarda kendisine yer bulur. Prenses Diana %60, Rahibe Teresa %79 oy almıştır. Peki ankette en yüksek oyu kim almıştır dersiniz? Ankete katılanlar en yüksek oyu kendilerine vermişlerdir. Halkın %87’si cennete gideceğini söylemiştir. Yukarıdaki deneylerle birlikte düşünüldüğünde bu sonuçlar psikolojik çarpıklığın en basit göstergesidir.

İngiltere ve Amerika’da gerçekleştirilen bu araştırmalar sonrasında çıkan sonuçların sadece o halkları bağladığını düşünmek de büyük hata olacaktır. Ülkemiz için bu yönde yapılan bir araştırmaya rastlanılmamakla birlikte sonuçların benzer olduğunu tahmin etmek zor değildir. Finans sektöründe geçirdiğimiz uzun yıllar sonrasında ulaştığımız sonucun farklı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Finans kuruluşlarının müşterilerine yaptıkları fazla para ödemeler dikkate alındığında, on binlerce örnek olayı göz önünde tutarak şu çıkarımı kolaylıkla yapabiliriz. Fazla para ödemelerinde geri gelen para oranı en iyimser tahminlerle %1-5 arasını geçmez. Yani halkın %95’i aldığı parayı geri getirmez. Hatta birçok olayda fazla para ödendiğine dair sağlam kanıtlara sahip olsanız da fazla ödenen parayı geri alamazsınız. Alacağınız tek cevap şu olur: “Genellikle aldığım parayı saymam!”

Yaşanan bir olayda ATM cihazının çekmecelerine hatalı para yerleştirilmesi sonucu, makine, hesabından 5 lira çekenlere 10 lira ödemiştir. Kayıtlar incelendiğinde hatayı yandaki kapıdan içeri girerek bildiren ilk kişi 28. kişiydi. İlk 27 kişi gayet normal bir şekilde fazladan aldığı parayı herhangi bir kişilik bozukluğu olarak değerlendirmeden oradan uzaklaşmıştı.

Finans sektörü veya para ödemesi gerektiren işlerde çalışanlar burada verdiğimiz oranın doğruluğunu teyit edebilecek bilgiye fazlasıyla sahiptirler. O nedenle onların değerlendirmeleri en doğru cevabı verecektir.

Peki ama insanlar neden böyle bir çarpık davranış şekli benimserler? Hem hırsızlık yaparken hem de kendilerini cennetlik görebilirler?

Bu sorunun belki de en doğru yanıtı, genellikle düşüncelerini eleştiri konusu yaptığımız Freud’un “düdüklü tencere” modelidir. Freud’un bu teorisine göre, toplumda kendimizi kabul edilebilir kılmak için feragat etmemiz gereken arzular (mesela usulsüz yollarla daha fazla paraya sahip olmak) çekip gitmez; sadece yüzeyin altına ya da Freud’un ifadeleri ile söylersek bilinçli zihnimizin eşiğinin altına iner. Bir fırsat bulduğunda yeniden yüzeye çıkmayı bekleyerek, orada gizlice dolaşır. Tıpkı bir düdüklü tencere gibi.

Sosyal hayat insan doğasını temelden değiştiremez. Ama temel dürtülerimizi kontrol etmek için bir beceri verdiğini de göz ardı etmemek gerekir. İçgüdüsel doyum elde etme arzumuzu kontrol edemezsek kendi kaderimiz hakkında yapabileceğimiz çıkarım bu kadar basittir: Hırsızım ama cennetliğim!

10 Nisan 2013 Çarşamba

Psikolojiyi insanlardan uzak tutun!

Kişisel gelişim, koçluk, reklamcılık, sinema filmleri, televizyon show’ları… Abartılı bir psikolojik harekat her alana sıçramış durumda. Kişilerin psikolojileri ile oynanarak yaratılan devasa ticaret pazarı “küresel bir toplumsal dönüşümü” başarmış görünüyor. Artık haberler bile istenen duygusal tepkileri ortaya çıkarmak için ustaca kurgulanıyor. Psikolojinin belki de en çarpık taraflarını gördüğümüz yerler ise realite show’lar. Bunların başında da Biri Bizi Gözetliyor ve Survivor geliyor. Biri Bizi Gözetliyor zaman içinde popülaritesini kaybederken Survivor şu aralar hala oldukça revaçta. Peki ama Survivor veya onun gibi programlar ne tür bir psikolojik değişim yaratıyor?

Biri Bizi Gözetliyor ve Survivor gibi “deney-show” karışımı programları hayatımıza sokan kişi hiç şüphesiz Philip Zimbardo. Stanford Üniversitesinde halen psikoloji profesörü olarak çalışan Zimbardo’nun 1971 yılında, okulun küçük bir odasında yaptığı “Hapishane Deneyi” bugünkü realite show’ların çıkış noktasını temsil ediyor. Zimbardo’nun o gün yaptığı deney oldukça basitti ama ortaya çıkan sonuçlar uygarlığın akışını değiştirecek bilgiler içeriyordu. Bir grup öğrencinin katıldığı oyun-deneyde kişilere mahkum ve gardiyan rolü verilir ve oyun boyunca davranışları izlenir. Her biri normal kişilik özelliklerine sahip olan bu kişiler kısa bir süre içinde kendilerini rollerine kaptırarak öngörülemez bir kişilik dönüşümüne girerler. Gardiyan rolü oynayanlar birer caniye dönüşürken mahkumlar travmatik bir şekle bürünür. Artan şiddet nedeniyle deney 6.gün durdurulmak zorunda kalınır. Deney sonunda eski arkadaşlar neredeyse birbirine düşman olmuştur. Zimbardo’nun deney sonunda ulaştığı sonuç şuydu: İyi insanları sınırlı bir alana toplar ve onlara bir oyun oynatırsanız, kişilerin karakterleri olumludan olumsuza doğru değişmeye başlar.

Bu deneyi Tv show’larına aktaran yapımcılar 90’lı yıllarda özel olarak formatladıkları Survivor tarzı programları geliştirdiler. Tropikal ve fantastik bir adada bir grup insanla baş başa kalmak hayal edilmesi kolay bir seçenek değildir. Gerçekleşme ihtimali imkansıza yakındır. Bu açıdan psikolojik bir şekil vermenin dayatıldığı açıktır. Çünkü kişiler canlandırılması kolay olan şeylerin hayallerini kurarlar. Kişiyi böyle bir adaya düşürecek seçenekler kötü bir olayın ertesinde olabileceği için hayal edilmesi zordur. Bu tasarımın psikologlar tarafından Zimbardo deneyine eklenen bir sahne olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Yarışmanın formatı yakınlık ve iletişim kurmaya zorlar. Fakat burada can alıcı kısım devreye girer. İnsanlar bir yandan hızlı şekilde samimi ilişkiler kurmaya zorlanırken bir yandan da birbirlerine rakip olmaya zorlanırlar. Duyguların bu psikolojik kesişimi ortaya birçok farklı kişilik ve iletişim şekli çıkarır. Katılımcıların profil özellikleri birbirine çok yakın olmakla birlikte ortaya çıkan yeni özellikler oldukça farklıdır. Katılan kişilerin yüzeysel bir bakış açısıyla bile şöhret açlığı çeken kişiler olduğu rahatça anlaşılabilir. Bu kişilerin seçilme amacı, kendilerinin düşündüğü gibi karakterlerinin ne kadar mükemmel olduğunu herkese göstermek değildir. Yapımcıların Zimbardo deneyinden de çok iyi bildikleri gibi, kişiliklerindeki kusurları ortaya çıkarmaktır. Şöhret peşindeki “denekler” başlangıçta buna pek önem vermeseler de tüm dünyadaki örnekler incelendiğinde şöhretini arttırabilen pek çıkmamıştır.

Nasıl bir stratejinin oyunu kazanacağı üzerine yapılan araştırmalar ise genellikle bir sonuç vermemiştir. Ağaç altında oturup düşünen, diğerlerini izleyip hareketlerini yorumlayan bilge kişilerin maalesef yarışmayı kazanma şansları yoktur. Düşüncenin eylemle birleşmiş hali olan aksiyona prim veren mizansen, düşünmenin gücünü önemsiz göstererek kişileri eylemsel bir hayata yönlendirir. Bu, uygarlık tarihinin kuruluş ilkelerinin nasıl değiştirilmeye çalışıldığının bir göstergesi olarak algılanmalıdır.

Kazanma üzerine hangi teorinin başarılı olacağının önceden kestirilmesi imkansızdır. Eski bir Survivor katılımcısı Harvard Hukuk Fakültesi öğrencisi John Cochran, oyunun tüm stratejilerini öğrenmeye aylarını harcamış ve tüm psikolojik tekniklerini öğrenmiştir. Fakat hesaplayamadığı şey bunun diğerleri tarafından nasıl algılanacağı olduğundan “somurtkan” bulunarak oyundan def edilmiştir. Gerçek hayatın, bilimsel düşünen insanları başarısız kılacağını düşünen yeni kuşaklar yaratmak için bu harika bir sahnedir.

Tüm oyun boyunca acımasız davranan karakterlerin beş dakikalık Tv konuşmalarında dünyanın en mütevazi ve iyi niyetli insanı gibi görünmelerinin izleyiciler tarafından desteklenir bulunması, hayatta başarılı olmanın da formülünün böyle sahte bir mütevaziden geçtiği düşüncesini fazlasıyla yaratacaktır.

Yapılan istatistiklerde bayan katılımcıların beğeni tercihlerini yüksek tahsilli kişilerinden yana değil de temel düzey tahsili olanlardan yana kullanması da düşündürücüdür. Gerçek hayatta eğitim seviyesi arttıkça bayanlar tarafından tercih edilme oranı artarken, burada karşılaşılan çelişki psikolojik kodların negatif yönde değiştirilmeye çalışıldığını gösterir.

Seyirciler açısından değerlendirildiğinde, belli bir mizansen dahilinde hareket edildiği anlaşılsa bile, “kendiniz olmanın kaçınılmazlığı” duygusuna yakalanmamak mümkün değildir. Davranış öngörüsü yapmaya istekli ve röntgenci eğilimleri yüksek kişilerin “sersem antropolog” gözüyle değerlendirme yapmaya kendilerine kaptırmaları programın popülaritesinin temel hammaddesidir. Fakat programdaki karakterlerin gönderilmeyle biten “kısa ömürleri”, izleyici sadakatinin uzun dönemde yok olduğunu gösterir. Yapımcılar buna çare olarak eski kazananların katıldığı “All Star” sezonlar yaratsalar da pek etkili olmaz. Zihinsel olarak sürdürülebilir olmayan ve davranışları bir sonraki bölüme taşınamayan karakterler uzun dönemli popülarite kazanmaz.

Zimbardo’nun 40 yıl önce yaptığı ve gördükleri karşısında bir daha tekrar etmemeye karar verdiği hapishane deneyi bugün reality show’ların değirmenine su taşıyan bir işleve bürünmüştür. Dünya halklarının psikolojik kodları ise hızlı bir şekilde değiştirilmektedir. Zimbardo, Survivor’ı sert bir dille eleştirerek insan davranışlarının en kötü yönlerini ve yanlış insani değerleri teşvik ettiğini belirtmektedir. Popülerliğin röntgenci eğilimler tarafından sağlandığını vurgulamaktadır. Survivor’da yarışanların davranışları, sürpriz olmayacak şekilde, olumludan olumsuza doğru bir değişim gösterecektir. Zaten bunun dışında da show’un herhangi bir sürprizi yoktur.

Survivor’da kesin olan tek şey, gücün ve güçsüzlüğün doğası ortaya konularak güce bakışımızın psikolojik kodlarının zaman içinde değiştirildiği gerçeğidir. Peki bu çıkarım ne kadar gerçektir?

Ucla Üniversitesi 1987 ve 1997 yılları arasında, 9-11 yaş arası çocuklar üzerinde bir araştırma yapar. Araştırmada çocuklara 16 insani değer verilerek kendileri için önem sıralarının ne olduğu sorulur. Ünlü olma, bu araştırmada 15. sırada çıkar. Üniversite aynı araştırmayı 2007 yılında yeniden yapar. Sonuç bu kez oldukça farklıdır. Ünlü olmak, 9-11 yaş arası çocukların önem verdiği birinci değer haline gelmiştir. İşte reklamlar, sinema filmleri, sosyal medya ve televizyon show’ları ile bir neslin psikolojik kodları böyle değiştirilmiştir.

Psikolojinin nesi kötü diyen kendini bilmezler mutlaka çıkacaktır. Ama unutulmamalıdır ki, bir toplumda psikolojiyi pozitif anlamda geliştirmek ancak yaşam kalitesini her alanda arttırarak sağlanabilir. Yaptığı deney ile bugünkü psikolojik kodlama çağını yaratan Philip Zimbardo’nun şu sözü tüm soruları fazlasıyla cevaplıyordur sanırız: “Hayatım boyunca psikolojiyi insanlardan uzak tutmaya çalıştım.”

Lütfen ama lütfen (ya da belki yeter ama) psikolojiyi insanlardan uzak tutun!

7 Nisan 2013 Pazar

Sorun sahtekarlığa sahtekarlık deme yeteneğimizi kaybetmemizdir!

New Age guruları, spirituel öğretmenler ve kişisel gelişimcilerin pazarlama faaliyetleri artarak büyüyor. Her an yeni bir kurs, kitap ya da seminer için bir davet alıyoruz. Çekim gücü yüksek ve karizmatik guruların genellikle tek eksikliği kendini beğenmişlikleri. Tüketim toplumunun yarattığı psikolojik enkazı, bilgi toplumunun yarattığı bilişsel yetersizlikleri ve ekonomik krizin verdiği çöküntüyü topladığımızda bu narsist eğitmenler için harika bir pazar ortaya çıkıyor.

İhtiyacınız olan tüm cevapları bildiklerini söyleyen bu insanlar (guru demek daha doğru; insan sözcüğünü aşağılayıcı buluyor olabilirler) bizleri kurtarmaya geliyorlar. Büyüleyici, üstün, kusursuz, mükemmel iletişimci, harika hikaye anlatan bu gurular hayatımızı yeniden şekillendirmek, doğru düşünmeyi öğretmek, hatta bizi zengin etmek için kitaplar, kurslar ve seminerler öneriyorlar. Kendini beğenmişliklerini saklayarak son derece mütevazi ve paraya değer vermeyen bir görünüşte çıkıyorlar karşımıza. Tek öncelikleri bizim problemlerimiz. Adeta bizleri hipnotize ediyorlar. Tek amaçları bizi aydınlatmak ve içinde bulunduğumuz kaostan çıkarmak. Ya paranız yoksa?.. O zaman maalesef aydınlanmayı unutun. Ne kitaplarını alabilirsiniz, ne kurslarına katılabilirsiniz, ne de seminerlerini dinleyebilirsiniz. Nerde kaldı mütevazilik ve paraya değer vermeme!.. Bunu kendilerine sorduğunuzda bu guruların ne kadar soğuk, kendini beğenmiş ve insanları küçümseyen kişiler olduğunu rahatlıkla anlarsınız. Fakat bu yine de bizden New Age inanç sistemiyle milyarlarca lirayı götürmelerine engel değildir. Peki ama bunu nasıl başarıyorlar? Nasıl oluyor da paralarımızı bu kadar kolay alabiliyorlar?

Psikolog Robert Wiseman, insanların zor kazandıkları paralarını guruların saçmalıklarına nasıl kolayca ödediğini anlamak için basit bir deney tasarlar. Bir dükkandan küçük bir perde zili satın alır ve bir alışveriş merkezinde gezinen insanları deneyine katılımcı yapar. Deney üç aşamalıdır. Birinci aşamada insanlara bu perde zilini ellerine almalarını ve hissettiklerini söylemeleri istenir. Herkes tahmin edildiği şekilde bir şey hissetmez. Sonra bu zile kaç para verecekleri sorulur. Katılımcılar hiç para vermeyeceklerini söylerler.

Wiseman, deneyin ikinci aşamasına biraz psikolojik yönlendirme eklemeyi düşünür. Deneye katılanlara psikolog olduğunu ve belli bir psikolojik amaç için bu zili tasarladığını söyler. Yine zili ellerinde tutanlara neler hissettiğini sorar. Yanıtlar bu kez farklıdır. Katılımcıların bir kısmı zilin kendilerini rahatlatmış olduğunu söylerken, bir kısmı da hafif bir karıncalanma duyduklarını söyler. Bu zile ne kadar ödeyecekleri sorulduğunda ise katılımcılar 5-8 pound arası fiyat biçerler.

Wiseman, bu kez deneyin üçüncü aşamasını uygular. Beyaz bir önlük giyer ve zili bir kutuya koyar. Sonra da zil çok özelmiş hissi vererek “dürüst geribildirim” alabileceği insanları araştırdığını söyler. Deneye katılanlar, zili ellerine alınca uyuşturuldukları hissine kapıldıklarını söylerler. Ellerinde elektrik akımı oluştuğunu belirtirler ve manyetik alanlarının değiştiğini ifade ederler. Bakışlar, davranışlar ve sözler oldukça değişmiştir. Peki bu zile kaç para verirsiniz diye sorulduğunda 15-25 pound cevabı gelmiştir. Yarım poundluk zile tam 25 pound verilmiştir.

Kişisel gelişim gurularının kitapları, seminerleri ya da kurslarında da karşımıza çıkan durum budur. Bir kuruş bile etmeyecek bilgiye 50 kuruş öderiz. Bunu nasıl yapıyoruz diye dönüp baktığımızda ise gördüğümüz şey basitçe yönlendirildiğimizdir. Tıpkı Wiseman’ın yaptığı gibi.

Psikolojik olarak kırılganlığı ve etkilenebilirliği yüksek bir toplumdan parayı çekip almak görüldüğü gibi pek de zor değildir. Yarattıkları etkileyici söz, hikaye ve davranışlarla, şüpheci bakış açısını kaybetmiş savunmasız insanların zihinlerini, duygularını ve psikolojilerini kontrol ederek paralarını rahatça emerler. Mütevazi, basit ve paraya değer vermeden yaşadığını söyleyerek bizleri ikna eden bu guruların, yakından tanıdığımız örneklerinden yola çıkarak, ne kadar kendini beğenmiş, materyalist ve lükse düşkün olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İnsanın varlığına saygı duyan düşünce ve bilginin giderek tükendiğini görmek çok üzücü. Oysa saygıyla harmanlanmış bilimsel düşünceye her zamankinden çok ihtiyacımız var. Kişisel gelişim guruları düşünce ve bilginin gerçek anlamını saklamak için tasarladıkları laf kalabalıkları ve inanç sisiyle insanların paralarını kolaylıkla emiyorlar.

Mantığa, gözleme, doğal ve sosyal dünyaya ait sapkın bir yöntembilim kullanılarak New Age denilen bir düşünce sistemi yaratılmış. Sonra da üzerine kişisel gelişim zırvalıkları özenle iliştirilmiş. Bilim ve akılcılığın yanılsamaları büyük bir pazar yaratmış. Hiçbir inandırıcı bilimsel kanıtı olmayan bu zırvalıkları sunan guruların, iki Nobel ödülü alan Marie Curie’yi alt ederek fizik, kimya ve biyolojide üç Nobel ödülünü de alacağına eminiz! Tabi teorilerini ispat edebilirlerse…

New Age düşünce ve birinci türevi kişisel gelişim, kendisine sürekli yüksek bir inanç duyulmasını ister. Ama istenilen inancın, özensiz ve karıştırılmış bir mantığın sorgulanmadan tembelce kabul edilmesi anlamına geldiğini savunmasız insanlar ayırt edemezler. Oyunu dışarıdan seyreden akıllı insanlar ise aptallığa tahammül edemediklerinin bilinmesinden aşırı bir keyif duyarak ama asla bu oyuna tepki vermeyerek izlemeye devam ederler. Sorun şu ki; bu zırvalıkları o kadar kanıksadık ki, uygun şekilde tepki verme yeteneğimizi kaybettik. Doğruya doğru, yanlışa yanlış ve en önemlisi sahtekarlığa sahtekarlık deme yeteneğimizi kaybettik.

3 Nisan 2013 Çarşamba

Ekonomi yorumcuları uçuyor!

Ekonomi bilimi giderek çamura daha çok batıyor. İnsanlar her gün okudukları ekonomi yorumlarını daha az anlıyorlar. Ekonomi ve finans okuryazarlığı artması gerekirken giderek azalıyor. Hayatın neredeyse en önemli boyutu olan ekonomi, oluşturduğu literatür ile toplumsal bir antipati yaratmış durumda. Yaratılan bu karmaşık literatürün içinde sadece insan yok demek hata olmayacaktır. Yüksek egolu ekonomi yorumcuları, son derece sığ olan ülkemiz piyasalarını kaotik bir hale döndürmeyi başarmış durumdalar.

Ülkemiz ekonomi ve finans literatürü iki ana akım yaklaşıma sahip. Akademik düzeyde yapılan çalışmalar ekonomistlerin bile anlayamayacağı karmaşık bir matematik ve istatistik üzerine kurulu. Bol alıntılı ve formüllü bu yazıları okuyan neredeyse yok gibi. Ekonomi bilimi insanı karmaşık bir formüller bütünü olarak görüyor.

Gazete, televizyon ve dergilerde gördüğümüz ikinci ana akım yaklaşım ise aritmetiksel. Rakamlar, oranlar ve yüzdeler üzerinden yapılan çıkarımlar ile ekonomik sonuçlara ulaşılmaya çalışılıyor. İyi tahsilli genç kuşağın yaratıcılığı, sözbilim ve anlamabilime katkıları ile hızlı bir gelişim trendi yakalayan bu stil şu an ülkemiz ekonomi hayatına da hakim durumda. Aritmetiksel ve kavramsal çıkarımlar ile yapılan bu yorumların da insan boyutunu görmezden gelerek mekanik bir görüntü sergilediği açıkça ortada. Karşıt argümanların çarpıştığı bu tarz bir literatürün sıradan insan için faydalı olamadığı rahatça görülüyor. Finansal okuryazarlığı henüz “South sea bubble” seviyesinde olan bir toplum için bu tür bir yaklaşımın doğru model olması mümkün değil.

Matematik, finans ve istatistik gibi disiplinlerin işbirliği ile yapılan yorumlarla, genç yorumcuların entellektüelleşmedeki seyrelme seviyeleri fazla olmasa da, dinleyicilerin kavrayış derinliğinin düşük seviyelerde olduğu nedense gözden kaçırılıyor. Konular, farklı disiplinlerden alınan kavramlar ile anlaşılmaz hale getirilerek suiistimal ediliyor. Yorumcuların belli bir konuda bilgi sahibi olmaları, epistemolojik gereksinimler göz önüne alınmadığı zaman, gelişigüzel tespitlerin yapılmasına neden oluyor. Ekonomi biliminin içinde yer alan kural, teori, açıklama ve nedensilliğin gizli anlam belirsizlikleri içerdiği bilinen bir durumdur. Gerekli felsefik bakış açısının genç kuşak ekonomi yorumcuları tarafından geliştirilmemiş olması, popülerleştirme düzeyinde yarım yamalak bir kavrayış olarak belirmekte ve neden bahsettiğini bilmeyen bir görüntü ortaya çıkmaktadır.

Anlaşılmaz olan ifadelerin derin anlamlar taşıdığını düşünen genç kuşak yorumcular ele aldıkları konularda, kofluk ve sıradanlıklarını saklamak için karmaşık bir dil kullanarak belirsiz söylemlere yönelmektedirler. Belirsiz ve kapalı jargonlarını teknik bir dil kullanımı ile hafifletmektedirler. Oysa yapılması gereken basit bir dil ile savundukları olguyu destekleyen kanıtları sunmaktır. Ama bunun yerine dinleyici ve okuyuculardan niteliksel bir sıçrama yaparak anlaşılmaz söylemleri anlamalarını beklemektedirler.

Ekonomi bilimi aslında bir metin ya da bir çıkarımsal sunum değildir. Ekonomi, hayatın basit metaforlarını sunan bir depodur. Genç yorumcular, belirsiz, öngörülemez veya kaotik olan ekonomik olguların yapısal karmaşıklığını sözel bir tarzda analiz etmenin cazibesine fazlasıyla kapılmaktadırlar. Belirsizlik adeta roman haline dönüştürülmektedir. Günlük hayatın dilinden derin bir sapma vardır.

Matematik ya da fizik gibi bilimlerin nedenselliği ile problemlerin çözümüne çalışılmakta, yetersizlikler paradigma değişiklikleri ile sunulmaktadır. Matematiksel olarak 0’a yaklaşan bir rakam üzerinden tükenme yorumu yapmak insan hayatı için doğru bir analiz olmayabilir. Olasılıklar düzeyindeki çıkarımlar, sosyal ve ekonomik olguları açıklamakta yeterli olmayabilir. Bu tür indirgemeci yaklaşımların, genç yorumcuların ivedi görevleri olmadığı maalesef gözden kaçırılıyor. Halbuki yapılması gereken eğer bir araştırma varsa incelenen somut olayların sunulmasıdır. 0’a yaklaşan oranın gerçek hayatta nasıl bir değişim yarattığının ortaya konulması yeterlidir. Zaten karmaşık bir alan olan ekonomi, bir de matematik ve istatistik gibi bilimlerin istilasına sokulmamalıdır. Üstelik bunu coşkulu sezgilerle edebi bir tasvire indirgemenin de hiçbir anlamı yoktur.

Bilimsel ve teknik kavramları tıpkı aşılmaz bir otorite gibi kullanmak başarılı bir yöntem değildir. Sıradan insanın tanıdığı tek otorite somut ve algılayabileceği gerçeklerdir. Olumsuz bir senaryoyu halkın gözünde inandırıcı kılmak için Roubini’nin pohpohlanmasına gerek yoktur.

Bulanık çözümlemeler finansal okuryazarlığı düşük kitleler üzerinde her zaman cazibe yaratmaktadır ve genç yorumcular bunu çok iyi bilmektedirler. Bu sayede yapılan yorum isabetsiz olduğunda, yanlış anlaşıldığını savunarak kendini aklayabilecektir. İyi tahsilin belki de somut olarak işe yaradığı tek yer burasıdır.

Otoritesel kanıtlamalar ve ekonominin neredeyse kutsal sanılan metinlerine yaslanılarak vakit kaybedilmekte, problemlerin gerçekçi şekilde sınanması göz ardı edilmektedir. Oysa dile ve kuramlara güvenerek, gerçekten ne kadar uzak olunduğunun saklanılamayacağı açıktır. Ya da birkaç matematiksel çıkarım ile gerçeğe ulaşılamayacağı ortadadır. Gerçeğin belirli bir toplum ve kültür ile ilişkilendirilmeden bir şey ifade etmeyeceği bilimsel bir olgudur. Fakat ekonomi uzmanlarımızın kafalarındaki tek gerçek, gelişmiş ülkelerden taklit yoluyla alınan finansal çıkarımlar ve matematiksel yorumlamalardır.

Ekonomi ve finans literatürümüz, finansal okuryazarlığı yeni yeni gelişmeye başlayan bir toplum için hiç de istenilen bir noktada değildir. Açık düşünme, açık konuşma ve açık yazma hep arka plana atılmaktadır. Bilimsel literatürün zaten hiç kimse tarafından anlaşılacak bir yanı yoktur. Giderek buna sözlü literatür de eklenmektedir. Yapılan yorumların sıradan insan için kullanılabilir olmadığı ortadadır. Ardı ardına mantık sıçramaları ile sunulan finansal olgular, karanlık sularda nilüfer yaprakları üzerinde sıçrayan kurbağalar gibi görünmektedir. Bulanık söylemlerle yaratılan entelektüel sahtekarlık, hem düşünsel hem de toplumsal hayatı zehirlemektedir. Oysa herkesin bildiği gibi gerçek basit olandır. Ekonomi yorumcularının gerçek diye sunduğu ise kurgu ve gerçek arasında bir yerlerdedir. Dile aşırı odaklanan gösterişli jargon ile elitizm yaratılmakta, toplum demagojik olarak sömürülmektedir.

Ekonomi literatürü ülkemizde parodiye dönmek üzere. Fakat bu kimsenin umurunda değil. Ekonomi yorumcuları kendilerini toplum karşısında Einstein ya da Feynman gibi konumlandırarak yüksek bir ego içine giriyorlar. Ekonomi dünyasının gerçeklerini, finansal okuryazarlığı düşük olan bir toplum bugün belki anlamıyor olabilir. Ama ekonomi yorumcularının da anlamadıkları bir şey var. Bugün olmasa da bir gün bu gerçeği onlar da anlayacaklar: Bilgiye saygı duymak ile laf kalabalığına saygı duymak aynı şey değildir.

1 Nisan 2013 Pazartesi

En büyük talihsizlik, akıllıların, aptalların saçmalıklarıyla başa çıkmasıdır!

Astroloji de diğer tüm kişisel gelişim sektörü enstrümanları gibi erdemleri terk edip para ile sırnaşmaya başlaması çok eskilere dayanır. Hatta finansal astroloji adlı sahte bir bilim bile geliştirmiştir bu “gezegen tellalları”. Doğanın kanunlarını, temel matematiğini, tabiat olaylarını ve hatta bilimin öncüsü antikçağ filozofu Thales’i bile kendilerine alet ederek sahte bilimlerine “dokunsan elinde kalacak” bir özgeçmiş yaratmışlardır.

Finansal astrolojinin nasıl önemli bir bilim olduğunu bir internet sitesi şöyle anlatıyor: “Astrolojiyi dünya olaylarından ayırmak olanaksızdır. Astroloji teorilerini anlatmak gereksiz. Dünyanın her tarafında finansal astroloji çok yaygın olmakla beraber, en iyi yatırımcıların bir kısmının astrologlar olması da gözden kaçmaması gereken bir ayrıntıdır. Tabi burada dipnot olarak kuramdaki bilinirliğin ters orantısı da eklenmeli. Üstelik hisse senedi piyasaları daha çok psikolojik eğilimler gösterdiğinden, astrolojik etkiler daha da bariz bir hal alır.”

Bu metin “astroturkiye” adlı bir internet sitesinden alınmıştır. Metnin yüksek bir kendine güven ile yazıldığı ortada. Karışık düşünüş (hisse senedi piyasalarının psikolojik eğilimleri ile astroloji ilişkisi) ve bilimsel kavramların (ters orantı, psikoloji, hisse senedi) istismar edilerek bilim dışından gelen kişilerin önüne boca edildiği görülüyor. Astroloji teorilerinin kuramsallığına atıf yapılarak bilim sadece bir “anlatı” ya da “söylence” boyutuna indirgenmektedir. Piyasa psikolojisi ile astroloji arasındaki mantık sıçraması dudak uçuklatacak cinsten. “Dipnot olarak kuramdaki bilinilirliğin…” şeklinde başlayan ifade, kelimelerin gerçekte ne anlama geldiğinin bilinmediğini göstermektedir. “Astroloji teorileri anlatmak gereksizdir” sözü ile okuyucuyu gözdağı verilerek etkilemek istendiği açıktır. Kısaca bu metin entelektüel bir sersemlikten ibarettir.

Bilimin ve kavramların zekice istismarını gösteren bu metinde anlatılan finansal astroloji gerçekten başarılı bir bilim midir? Bu sorunun yanıtını bulmak isteyen İngiltere Bilim Geliştirme Derneği, Psikolog Richard Wiseman başkanlığında bir deney tasarlar. Deneye, 2000’li yılların dünyada en başarılı finansal astrologlarından biri, sıradan bir yatırımcı ve 4 yaşında bir çocuk olmak üzere üç kişi katılır. Deneyin hakemi ise İngiltere’nin en büyük yatırım firmalarından biri olan Barclays’dir.

Deneye katılanlar İngiltere’deki 100 büyük şirketten istedikleri 4 adedine yatırım yapacaklardı. Finansal astrolog, şirketlerin kuruluş tarihlerini inceleyip yıldız haritalarına bakarak Vodafone, Emap ve Pearson gibi teknoloji ve iletişim şirketlerine yatırım yapar. Sıradan bir yatırımcı olan vatandaş ise 7 yıllık tecrübe ve bilgisini kullanarak Vodafone, Marconi gibi iletişim şirketlerine yatırımı tercih eder. Deneyin son katılımcısı ise 4 yaşındaki küçük kız Tia’dır. Tia, 100 şirketin isimlerinin yazdığı kağıt parçaları havada uçuşurken dört adedini yakalar. Bunlar Bank of Scotland, Diageo, Old Mutual ve Sansbury’dir. Böylece tahminler yapılmış olur.

İlk bir haftalık sürede deneye katılanların hisselerini değiştirmelerine izin verilir. Finansal astrolog ve yatırımcı bu süreçte bazı firmaları değiştirir. Tia ise şekerini yalamakla meşguldür. Finansal astroloğumuz gazetelere verdiği demeçte değişimin sebebini şirketlerin ardındaki gezegensel rüzgar olarak özetlemektedir.

Bir hafta daha geçtikten sonra ilk sonuçlar alınmıştı. Piyasa ani bir düşüş yaşadığından tüm hisseler değer kaybetmişti. Kayıplar şu şekildeydi. Finansal astroloğumuz %10, yatırımcımız %7, Tia ise %4 kaybetmişti. İlk hafta sonunda en kötü tahminci finansal astrolog, en iyi tahminci ise Tia olmuştu.

Deneyi izleyen yorumcular bir haftalık sürenin kısa olduğunu, deneyin 1 yıla uzatılmasını istediler. Deney uzatıldı. Bir yıl sonunda piyasalar %16 düşmüştü. Barclays, üç portföyü yeniden değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişti. Sıradan yatırımcımız %46 kaybetmişti. Finansal astroloğumuz %6 kaybetmişti. Tia ise %6 kazanmıştı.

Tia’ya nasıl kazandığı sorulduğunda hiçbir yanıt alınamamıştı. Zaten neden orada olduğunu da bilmiyordu. Söyleyebilse “para her şey değildir, şekerler her şeydir” diyecekti belki ama asıl konuşması gereken Tia değil, finansal astroloğumuzdu. 4 yaşındaki Tia’nın seçimleri ondan daha başarılıydı. Acaba Tia’nın finansal astroloji bilgisi astrologdan yüksek miydi?

Elbette ki hayır! Bu deneyde ulaşılan tek bir gerçek vardı, o da finansal astrolojinin uçuyor olduğuydu. Finansal astroloji gibi saçmalıklar genellikle tam olarak çözümlenemeyen belirsiz olayları (öngörülmezlik) daha tanıdık kavramlarla (psikoloji, tahmin vs.) eşleştirerek açıklama yoluna gider. Böylelikle psikoloji ya da finansal tahmin gibi konularda yeterince bilgisi olmayan kişileri, finansal astrologların kendilerinin bile tam olarak bilmediği (zaten bilmeleri de mümkün değildir) konularla metaforik olarak etkilemeye çalışırlar. Bunda da başarılı olurlar.

Tam olarak biçimlendirilmemiş astrolojinin çok sayıda varsayımsal formülle süslenerek sunulması astrolojiyi geçerli kılmaz. Ortalama bir bilince seslenen bu cehalet çağrısını hiçbir şekilde haklı çıkarmaz. Laf kalabalığı ile sunulan bu şarlatanlığı geçerli kılmaz.

Bugün finansal astrolojiye veya astrolojinin kendisine inananlar tüm bu anlatılanları talihsizlik olarak değerlendireceklerdir. Belki haksız da sayılmazlar. Ama unutmamaları gereken bir şey var. Hayatta en büyük talihsizlik, akıllı insanların, aptalların saçmalıklarıyla başa çıkmak zorunda olduğu gerçeğidir.