28 Aralık 2014 Pazar

Hangi ekonomistimiz ne kadar umursanıyor?

Ahlaksız Teklif (Indecent Proposal) filmi 1993 yılında büyük bir sansasyon yaratmıştı. Demi Moore ve Robert Redford'un oynadığı film, eşiyle bir gece geçirmek için arkadaşına 1 milyon dolar teklif edilmesi hadisesi etrafında şekilleniyordu. Bu ahlaksız teklif tüm dünyada hararet yaratmıştı. Herkes birbirine bu soruyu soruyordu. Amerika'da yapılan bir sokak röportajında da aynı soru sokaktan geçen bir kadına sorulmuştu: "Siz olsanız 1 milyon dolar karşılığı Robert Redford'la bir gece geçirmeyi kabul eder miydiniz?" Kadın bir süre düşündükten sonra şöyle demişti: "Paraya bulmam için bana biraz süre verir misiniz?"

Bu tuhaf yanıtı veren kadın ne aptal ne de keskin bir mizah duygusuna sahipti. Verdiği yanıt bir gerçeği ortaya koyuyordu. Ünlüleri nasıl algıladığımız gerçeğini. Bugün sosyal medyanın en büyük entrikası şöhretlilerin izlenmesi yanılsamasıdır. Twitter ya da facebook'ta onları izleyerek onları daha yakından tanıdığımızı ve anladığımızı sanıyoruz. Fakat gerçeği maalesef gözden kaçırıyoruz. Ünlüler ve sosyal medyadaki izleyicileri arasındaki ilişki sadece tek geceliktir. Nasıl mı?

Geçtiğimiz hafta Dünya gazetesi, "Yatırımcı yönünü Twitter'da arıyor" başlıklı bir haber yayınladı. Haberde twitter'da izleyici sayısı 10 binin üzerinde olan 13 kişinin adı verilerek yatırımcıların piyasalarda yön bulmak için artık twitter'ı kullandığı yazılıyordu. Büyük çoğunluğu ekranın şöhretli yüzleriydi. Ekonomistlerin düşüncelerine değer verilmesi ekonomi hayatı için önemli bir gelişmeydi. O nedenle bu önemli gelişmenin hangi seviyelerde olduğunu öğrenmek için bir araştırma yapalım dedik. Acaba gerçekten bu kişilerin düşüncelerine önem veriliyor muydu?

Dünya gazetesinde adı verilen 13 yazardan en bilinen 10'unun tweetlerini inceledik. İlk gözümüze çarpan derviş sözlerinden youtube görüntülerine, maç yorumlarından müzik videolarına kadar popüler olmak için her şeyi yaptıklarıydı. Ama ilgilendiğimiz bu değildi. Ekonomi ile ilgili paylaşımları acaba ne ölçüde etkileşim almıştı onu merak ediyorduk. Beğenilen bir ekonomik paylaşımın retweet edilerek kendi izleyicilerinizle paylaşılması gerekirdi. Ne de olsa burası sosyal medyaydı ve sosyal medyanın amacı buydu. İşte bu düşünceyle, ekomistlerimizin ekonomi hakkındaki görüş, değerlendirme ve yazılarını içeren tweetlerine baktık. Her ekonomistin 100 adet paylaşımını inceleyerek bu paylaşımların ne kadar retweet aldığına baktık. Retweet eylemi, ne "altına imzamı atarım" ne de "bak böyle diyor" olarak anlamlandırılabilir; belki olsa olsa futboldaki "gelişine vurmak" gibi bir anlamı olabilir ama twitter'da izlediğiniz kişinin paylaşımlarına önem vermenizin tek göstergesi sadece retweet etmektir.

Ekonomistlerimizin düşüncelerinin izleyicileri tarafından ne ölçüde retweetlendiğini görmek istiyorsanız işte yanıtı:


Rakamların kısaca üzerinden geçmek gerekirse; 86.800 kişi tarafından takip edilen Mahfi Eğilmez'in ekonomik konulardaki paylaşımlarını her onbin kişiden sadece 5'i retweetliyor. 36.400 takipçisi olan Yaşar Erdinç'in ekonomik görüşlerini ise her onbin kişilik izleyicisinden sadece 3'ü retweetliyor. Takipçi sayısında 3.sırada olan Figen Özavcı'nın görüşleri ise yüzbinde 8 gibi bir retweet oranına sahip; bu kadar takipçisi olmadığına göre her onbin kişiden biri bile retweetlemiyor diyebiliriz.

Çıkan bu çarpık sonuçlara pasif izleyicinin alışkanlığı, popüler kültür anlayışı, sosyal medya konforizmi, tanınma mekanizması ya da "takılıyoruz işte" gibi birçok açıklama getirilebilir elbette. Ama gerçek ortadadır: İnsanlar ekonomistlerin düşüncelerine önem verdikleri için onları takip etmiyorlar. Muhtemelen sadece popülerlik etkisi denen olgu nedeniyle takip ediyorlar. Ekonominin gidişatı üzerine ne düşündükleri kimsenin umurunda değil. Sonuçlar bunu fazlasıyla gösteriyor. Ekonomik görüşlerine önem vermedikleri kişileri bu kadar çok insanın takip etmesi insanı hayrete düşürüyor. İzleyicilerin takibe başladıkları gece aşırı sarhoş olduklarını düşünmeden edemiyoruz.

Ekonomistlerin takipçi sayılarına bakarak abartmaya gerek yok. Ekonomistlerin sosyal medyadaki izlenme başarısı tek gecelik ilişki gibi duruyor. Baştaki ahlaksız teklif hikayemizi yeniden hatırlayarak son noktayı koyalım. Sokaktaki kadın parayı bulmak için süre istemişti. Şimdi aynı soruyu biraz çarpıtarak şöhretli ekonomisti izleyen Twitter'daki takipçisine soralım: "Yaşar Erdinç'in teknik analiz yorumlarından 1 milyon dolar kazanacağınızı bilseniz onu izler misiniz?" Yanıt muhtemelen şöyle olacaktır: "Ne kadar izlemem gerekiyor?"

26 Aralık 2014 Cuma

2014 yılının en iyi 7 (amatör) analisti!

2000’li yılların başında dünyanın en gözde şirketi hiç şüphesiz Enron’du. En sıradan insandan ABD Başkanına kadar herkes bu dahi şirketin ölümsüz olduğuna inanıyordu. Üst üste 6 yıl boyunca Amerika’nın en yenilikçi şirketi seçilmişti. Hatta Fortune dergisi, şirketin iflas ettiği 2001 yılı Aralık ayından birkaç hafta önce Enron’u dünyanın en yenilikçi şirketi seçmişti. Şirket iflas ettiği gün bile hiç kimse buna inanmamıştı. Yatırımcılardan politikacılara, analistlerden habercilere kadar herkes haberin gerçek olmadığını düşünmüştü. Ama haber doğruydu. Bu dev şirket tıpkı Titanic gibi çok kısa bir sürede batmıştı. Ne tecrübeli bir analist, ne tecrübeli bir ekonomist, ne kurt bir yatırımcı ne de eli uzun bir politikacı bu çöküşü öngörememişti. Ama ne de olsa hayat sadece tecrübe demek değildi.

Enron’un iflasından iki yıl önce, 1998 yılı sonbaharı. Yatırımcıların satın almak için Enron hissesi bulmakta zorluk çektiği günler. Şirketin en parlak dönemi. Cornell Üniversitesinde okuyan 6 öğrenci, okulda öğrendikleri formülleri kullanarak Enron'un mali verilerini analiz etmeye karar verirler. 50 farklı finansal rasyoyu ve istatistiksel modeli kullanarak şirketi inceler ve sonunda bir rapor oluşturup hocalarına iletirler. Hocaları Charles Lee bu kalınca raporun ilk sayfasını açınca gördüğü şey karşısında şok olur. Çünkü raporun ilk sayfasında büyük harflerle şöyle yazmaktadır: “Şirket iflasa gidiyor, SAT!”

Charles Lee, analizde kullanılan modellere son derece güveniyordu ama çıkan sonuç güvenilir gelmemişti ona. Hatta gülünç gelmişti. Öğrencilerin bir yerlerde hata yaptıklarını düşündü. Tüm profesyoneller AL tavsiyesi verirken SAT demek rasyonel bir karar olamazdı. Kaldı ki bu kadar tecrübeli insanın öngöremediği bir şeyi birkaç öğrencinin öngörebilmesi komikti. Fakat öğrenciler hata yapmamıştı. Tam iki yıl sonra, o raporda yazan sebeplerden dolayı Enron batmıştı.

Finansal konularda tahmin yapmak giderek popülaritesini arttıran bir alan. En kıdemli ekonomistinden en amatör yatırımcısına kadar herkes öngörü yaparak sosyal medyadan duyuruyor. Doların ne olacağı, altının ne yöne gideceği ya da petrolün ne kadar düşeceği üzerine her gün onlarca tahmin okuyoruz. Fakat bu öngörü bolluğu içinde hangilerinin ne ölçüde başarılı olduğunu çoğu zaman fark edemiyoruz.

Birçok şirket çalışanı kurumsal kimliklerini arkalarına alarak sosyal medyadan öngörülerini paylaşıyorlar. Popüler oldukları için takipçileri yüksek. Tahminleri hatalı çıksa da pek önemsenilmiyor. Fakat bizim asıl merak ettiğimiz kurumsal bir kimliğe sahip olmadan tahmin yapanlar. Yani amatör analistler. Kendi bilgi, beceri ve öngörü yeteneğini kullanarak öngörülerini bizimle paylaşan kişiler. Şöhretli finansçılar dururken bu amatör analistleri kim dikkate alır? Şöhretli finansçının öngöremediğini bu "çapulcular" mı öngörecek? Sürekli atıp tutan bu ehliyetsizleri kim dinler?

İşte bu soruların yanıtını almak için sosyal medya üzerinden öngörülerini paylaşan 100'e yakın amatör analisti ve öngörülerini inceledik. Bunlar içinde en başarılı tahminlerde bulunanları belirledik. Tahmin zamanı, piyasanın o anki görüntüsü, öngörüde kararlılık ve öngörüye dayanak neden gibi değerlendirme kriterleri ekseninde en başarılı 7 analisti seçtik. İşte 2014 yılının en başarılı 7 amatör (kurumsal kimlik taşımama anlamında) analisti ve tahminleri:

(Twitter isimleri ve herhangi bir öncelik kriteri olmadan sıralıyoruz.)

1- Mustafa Kamar (@KamarStyle)

Borsanın 60.000 seviyelerinde olduğu günlerde bugünkü seviyelerini tahmin etti. Garanti Bankası hisse senetlerinin 5,96 TL olduğu dönemde bugünkü fiyat seviyeleri olan 9,50'leri tahmin ederek 2014 yılının en önemli hisse tahminlerinden birini gerçekleştirdi. Kıdemli ekonomistlerin "top atışlarıyla alın borazanlarla satın" kabilinden ucuz lafları yerine son derece isabetli tahminlerle izleyicilerine yol gösterdi.

2- Sametc (@samet_c)

Petrol fiyatlarının bugünkü öngörülemeyen düşüşünü büyük bir ustalıkla bir yıl önceden öngördü. Genel görüşün petol fiyatlarının yükseleceği yönünde olduğu o dönemlerde başarılı bir karşıt düşünce yatırımcısı olduğunu gösterdi.

3- Cemil Kaan (@CemilKaanA)

Dolar/TL kuru 2,22 seviyelerindeyken ve markalı analistler tarafından düşeceği öngörülürken yükseleceğini söyleyen çok az analistten biriydi. Şöhretli analistler yanılırken o haklı çıkmıştı. Kur yükselmiş ve 2,40'lar seviyesine gelmişti.

4- Eren Kuru (@HedgeFor Money)

2013 yılının en isabetli tahmini de bu amatör analistten gelmişti. Merkez Bankası Başkanı 2013 yılı kur tahminini 1,91 olarak yaparken o 2,13 demişti ve o kazanmıştı. 2014 yılı sonu için kur tahminini de aylar öncesinden yapmıştı. Piyasanın ağır ekonomistleri 2,25'ler seviyesini belirtirken o 2,40'ları hedef göstermişti. Öngörüsü gerçekleştiğinde şaşırmayan çok az analistten biri oydu.

5- Guray Nur (@xcfg)

Piyasaların oldukça sakin bir seyir izlediği Eylül ayında dolar ve euronun yükseleceğini söyleyen çok az analistten biriydi. Ne dolar ne de euronun TL karşısındaki değeri o günkü seviyelerin hiç altına düşmedi.

6- PAŞA (@__PASA__)

Borsa, Ekim ayında son altı aylık seviyelerinin en düşüğündeyken endeksin yükseleceğini tahmin eden onun gibi birçok analist vardı. Fakat ondan sonra endeksin her düşüşünde bu öngörüsünü değiştirenler giderek artmaya başladı. Endeks düşecek diyenler çoğalırken o öngörüsünü hiç değiştirmedi. Endeks 73.000 seviyelerindeyken yaptığı öngörüyü koruyarak derin Rusya krizi içinde yatırımcılara doğru yolu gösterebilen çok az analistten biri oldu. Profesyonel analistler ise bu dönemlerde ne kadar korkak olduklarını bir kere daha gösteriyorlardı: "Ne olacağını kimse bilmiyor!"

7- Çakma Kahin (@erdemyagan)

2014'ün başlarında, uzun bir süre, Türkiye ve Rusya'nın pozitif yönde diğer ülkelerden ayrışacağı birçok ekonomistin tahminiydi. O ise yaşanan finansal kriz sonrasında oluşan küresel ekonomik yapıda en kırılgan iki ülkenin Türkiye ve Rusya olduğunu söylemişti. Gelinen nokta onun ne kadar doğru söylediğini ortaya çıkarmıştı. Bu, ekonomi kitaplarına girebilecek kadar başarılı bir öngörüydü ama maalesef kimsenin umurunda olmadı. Ama bu öngörüyü yapan medyatik bir analist olsaydı herhalde çoktan "kahin" ilan edilip tapınılmaya başlanmıştı.

Enron'un çökeceğini öngören üniversiteli çocuklara o gün kimse inanmamıştı. Ama bugün de çok farklı değil. Enformasyon çağlayanları altında boğulan eleştiri yeteneğini kaybetmiş insanlar için neyin doğru neyin yanlış olduğu kolayca bilinemeyeceğinden, karşılaştıkları bilgiye gerçek değerini vermeleri de mümkün değildir. Sosyal medyadaki amatör analistlerin de başına gelen budur. Yazdıkları anlaşılmaya çalışılmadığı gibi doğruları söylediklerinde de durmuş saatin iki kere doğruyu göstermesi misali hafife alınırlar. Bu gerçeği değiştirmek maalesef pek mümkün gözükmüyor.

Bu analistlerin ne kadar isabetli yorumlar yaptığını görmek istiyorsanız sosyal medyadaki paylaşımlarına bakmanızda fayda var. Büyülenmiş gözlerle ünlü finansçıları izlemekten vazgeçip bilgiye gerçek değerini vermeye kafa yorarsak, finansal kararlarımızın daha başarılı olmaması için hiçbir neden bulunmuyor. Eski bir Fransız atasözünün dediği gibi: Alıcılar arasında, satıcılar arasında olduğundan daha fazla budala bulunur.

18 Aralık 2014 Perşembe

Buyur Performansını Değerlendir!

Performansa dayalı kariyer imkanı sunan şirketlerde çalışanların değerlendirilme zamanı yaklaştı. Kariyerine yeni başlamış birçok kişi heyecanla bu görüşmeleri bekliyorlar. Eskiler zaten bilincinde. Başarılılar ödüllendirilirken başarısızlar kimbilir ne tür yaptırımlarla karşı karşıya kalacaklar.

Hemen her şirket çalışanlarını değerlendirmek için çeşitli yöntemler bulmuşlar. Son model tekniklerle hazırlanan ve hedef denilen bu ölçüm sistemleri ilk bakışta oldukça rasyonelmiş gibi görünüyor. Mantıkları son derece basit. Bir şirket yaşamak için ürün satmak zorundaysa, en çok ürün satan o şirkete en büyük katkıyı verendir ve mükafatlandırılması gereken kişi odur. Oldukça akla yatkın bir yaklaşım. Zaten tersini savunabilmek mümkün değil. Peki ya gerçekten öyle mi, performans değerlendirme sistemleri en akla yatkın modelleri mi içeriyor?

Bu sorunun yanıtını bulmak için kendinizi değerlendirilen değil de değerlendiren yerine koyun ve birazdan karşınıza gelecek kişileri değerlendirin. Sizce bu kişiler performans değerlendirmenizden nasıl sonuçlar alırlardı?

Değerlendirme 1: Başarılı Yönetici

Genç yaşta dünyada ilk kez atom çekirdeğini parçalayarak ortaya enerji çıkarma görevi bana verildi. İyi bir fizikçi olmamama rağmen kısa bir sürede kalabalık bir bilim insanları grubunu yöneterek hedefe ulaştırdım. Verilen görevi yerine getirerek dünya tarihini değiştirecek bir başarıya imza attım. Birçok bilim insanına göre 20.yüzyılın en önemli buluşunu yapan kişiyim.

Dünyanın kaderini değiştiren bu büyük bilim adamını kim düşük performansa sahip diye niteleyebilir? İnsanın deli olması gerekir.

Bu bilim insanı kim mi? Bu büyük bilim insanı atom bombasını bulan ekibi yöneten Oppenheimer'dan başkası değildir. Atom bombasını bulduktan sadece 20 gün sonra Japonya'da büyük bir soykırıma imza atarak insanlık tarihinin en kara sayfalarından birini yaratan başarıya imza atmıştır.

Değerlendirme 2: Büyük Yaratıcı

Müzik otoritelerine göre uygarlık tarihinin en değerli kemanını yapan kişiyim. Kimse başarımın sırrını çözemedi. Bu başarıya gece gündüz çalışarak ve tüm ayrıntılarla bizzat ilgilenerek ulaştım. Bizim sokak keman yapımıyla ün salmıştır. Dükkanların camlarında, "Dünyanın en iyi keman üreticisi, Avrupa'nın en iyi keman üretici, İtalya'nın en iyi keman üreticisi" gibi sözler görürsünüz. Bunların hepsi doğrudur. Benim dükkanımda ise sadece "Bu sokağın en iyi keman üreticisi" yazar. Bilmem anlatabildim mi?

Bu kadar zeki, çalışkan ve ironik bir keman üreticisi sizin şirkette olsa yetersiz performansı var diyebilir misiniz? Mümkün değil.

Gerçekten de uygarlık tarihinin en iyi kemanını yapan kişi Antonio Stradivaryus'tu. Bugüne kadar yapılan hiçbir deney formülünü ortaya çıkaramadı. Öldükten sonra işler iki oğluna kaldı. Antonio, know-how'ının tamamını kafasında taşıdığı için çocukları kısa sürede şirketi batırdılar. Nasıl yapacaklarını bilmediklerinden yaptıkları kemanları kimse almadı. Kişiye bağlı bir başarı bir şirketi ne kadar başarılı kılarsa Stradivaryus'u da o kadar başarılı kılmıştı.

Değerlendirme 3: İleri Vizyonel

Dünyanın en inovatif şirketini yarattım. Sokaktaki insandan ABD Başkanına kadar herkes şirketimin ölümsüz olduğunu düşünüyor. Kainatın en büyük şirketi diyenler bile var. Dünyanın tüm enerji işini neredeyse tek başıma idare ediyorum. Muhasebe dehası olduğum söyleniyor. Milyonlarca kişi şirketimin hisse senetlerini aldı. Şirketin gelecekte de yükselen bir yıldız olacağına kimsenin şüphesi yok.

Böyle bir şirket yöneticisinın performansı bile tartışılmaz, değil mi?

Enron, gerçekten de dünyanın en başarılı şirketiydi. Bu şirketi yöneten kişi Kennett Lay'di. Enron, en inovatif şirket ödülünü aldıktan sadece birkaç ay sonra battığında kimse inanamamıştı. Ardında parasını kaybetmiş milyonlarca insan ve tarihin en büyük şirket enkazını bırakmıştı. Lay'in muhasebe hilelerinin üstüne muhasebe hilesi hala yapılabilmiş değildir.

Değerlendirme 4: Çalışkan ve Hırslı

Çalıştığım ofisin en düşük ünvandaki personeli olmama rağmen üstlerimin dikkatini çekmeyi başardım. Trade işlemlerindeki başarım çok büyük. Bankama büyük paralar kazandırdım. Herkes bana çok güveniyor. O kadar çok çalışıyorum ki, yaptığım trade işlemlerinin operasyonunu da ben yapıyorum. Gece gündüz çalışmak ve şirketime para kazandırmaktan son derece mutluyum.

Tam da finans şirketlerinin aradığı bir memur tipi. Çalışkan, hırslı, sonuç odaklı, sempatik, uyumlu vesaire. Verilecek en yüksek performans notunu fazlasıyla hak ediyor.

Jerome Kerviel, Fransa'nın en eski ve büyük bankası Societe Generale'ı iflasın eşiğine getiren işlemi yaptığında ortam tam da anlattığı gibiydi. Dahi çocuk bankanın piyasa değerinin iki katını tek bir trade işlemine bağlamıştı. Amirleri, ona duydukları güven nedeniyle işlemlerini kontrol bile etmemişti. O da onların yerine operasyon servisinde her türlü sahte imzayı atmıştı. Bankanın zararı 5 milyar euroydu. Bu dahi çocuk tarihin en büyük zararını çalışkanlığı ve hırsıyla yaratmıştı.

Değerlendirme 5: Büyük Organizatör

Benden 6 milyon kişiyi belirlenen yere nakletmem ve uygun şekilde yerleştirmem istendi. Organizasyon başarım sayesinde kimsenin burnu bile kanamadan bu önemli görevi belirlenen sürede yerine getirdim. Ülkenin en büyük yöneticisinin bile takdirini kazandım.

Ne kadar harika değil mi? 10 üzerinden 10.

6 milyon Yahudinin ölümünden sorumlu bu Nazi Bakanı Adolf Eichmann'dı. Tarih, onu ve organizasyonel sapıklığını hiçbir zaman unutmayacak.

Değerlendirme 6: Geleceği Gören

Yarattığım para mekanizması sayesinde dünyayı refaha ve paraya kavuşturdum. Afrika'dan yeni gelmiş göçmenin bile para ve ev sahibi olmasını sağladım. Faizleri öyle bir düşürdüm ki, alınan kredilerin faizi hiç sorun olmuyor artık. Herkes çok mutlu. Başta Amerika'lılar olmak üzere tüm dünyanın beni hiçbir zaman unutmayacağına eminim.

Böyle bir Robin Hood'a bu çağda herkesin ihtiyacı var. Gerçekten başarılı bir performans.

Emekli olduktan birkaç ay sonra dünya tarihinin en büyük finansal krizini yaratan kişi olarak Fed Başkanı Alan Greenspan gösterilmişti. Yarattığı kolay ve ucuz para politikaları sayesinde ödeme gücü olmayanların aldığı krediler ile Subprime Krizi denilen ve ne zaman biteceği hala anlaşılamayan kaos yaratılmıştı. Dünya bu "Maestro"yu gerçekten de hiç unutmayacak.

Tüm bu hikayeler bize tek bir şey anlatır. Performans değerlendirme sistemlerinin tam olarak neyi ölçtüğü belli değildir. Hiçbir efor harcamadan tamamen tesadüflerle olsa bile belirlenen hedeflere ulaştıysanız sizden daha başarılısı yoktur. Başarınızın yıllar sonra yaratacağı maliyetin ne olacağı düşünülmeden tüm mükafatlar size verilir. Anlattığımız 6 farklı hikayeden çıkan sonuç tamamen budur.

Bugün artık iş hayatında sevgi, saygı ve kalıcı başarının yerini karlılığa dönüşen bir pragmatizm almıştır. Başarı tamamen tesadüflere bağlı hale gelmiştir. O nedenle mevcut performans değerlendirme kriterleri içerikten yoksun, tutarsız ve geçicidir. Büyük başarıların ardından başarısızlığı tadan her şirket geçmiş şanlı günlerinin özeleştirisini yaptığında bu gerçeği er geç anlayacaktır.

16 Aralık 2014 Salı

ÇARŞI umurumda değil, size bir şey olmasın!

ÇARŞI, yoğun ekonomik gündem içinde kendine yer bulmakta zorluk çekti. Oysa bugün gündemin en önemli konusu olmalıydı. Çarşı yalnız mıdır değil midir sorusu dolaylı da olsa birçokları tarafından soruldu. Tepki verenler sessiz kalanları eleştirdi. Onlara göre Çarşı, dayatılanı insan onuruna uygun olmadığı için kabul etmemiş, asil bir karşı duruş sergilemişti. Sessizlerden yine ses çıkmamıştı. Derin sessizlik sürmüştü... İşte bu noktada şu sorunun yanıtlanması gerekmez mi; Çarşı'yı destekleyenlerin ne düşündüğü belli, peki öyleyse sessiz kalanlar ne düşünüyorlar?

Aslında ne kadar basit bir soru, değil mi: Sessiz kalanlar ne düşünüyor? Birçok yanıt verilebilir elbette, fakat hiçbiri doğru olmayacaktır. Çünkü bu soru, insanlık tarihinin yanıtlanması en zor sorusu olarak zihinleri meşgul etmeye hala devam etmektedir. Nasıl mı?

Nazilerin Yahudi soykırımının en önemli mimarı Adolf Eichmann 1960 yılında yakalanarak İsrail'de hakim karşısına çıkarılır. Tarihin en büyük utançlarından birinin tüm sebepleri ortaya çıkacaktır artık. Mahkeme reisi Moshe Landau, soykırımın en önemli tanığına tüm soruları ardı ardına sorar: "Bu nasıl oldu?, Neden oldu?, Neden Yahudiler?, Diğer devletlerin rolü neydi?, Yahudi liderler Nazilerle işbirliği yapmaya nasıl yanaşmışlardı?" gibi birçok soru. Eichmann, tüm sorulara en ince ayrıntısına kadar yanıt vermişti. Dürüstlüğünden kimsenin şüphe etmediği mahkeme reisi Landau söylenen her şeyi dikkatle dinlemiş, tüm belgeleri incelemiş ve gerekli tüm araştırmayı yapmıştı. Landau, mahkeme sonunda yüzyılın en büyük soykırımıyla ilgili tüm yanıtları dünyanın dikkatine en açık şekilde sunmuş ve sonucunda gereken kararı da en adilane şekilde vermişti. Dünya, soykırımla ilgili her şeyi bir daha merak etmeyecek şekilde öğrenmişti. Fakat tek bir soru yanıtsız kalmıştı.

Mahkeme reisi Landau, bir keresinde, tanık sandalyelerinde oturan Yahudilere döner ve insanlık tarihine geçecek şu sözleri söyler: "Nazilerin belirledikleri zamanda belirledikleri yerde oldunuz, infaz yerlerine kendi ayaklarınızla gittiniz, kendi mezarlarınızı kazdınız, soyundunuz ve giysilerinizi muntazam biçimde yığdınız, kurşuna dizilmek üzere yan yana durdunuz... Siz oradayken tam on beş bin kişiydiniz, başınızda sadece birkaç yüz subay vardı. Kendinize söyleneni harfiyen yerine getirip tıpış tıpış ölüme gittiniz. Sizi ölüme sürükleyen bu itaatkar uysallık... Neden karşı çıkmadınız?"

"Neden karşı çıkmadınız?"

Bu soruya ne o gün yanıt verilebildi, ne de bugün. Muhtemelen gelecekte de verilemeyecek. Fakat bundan daha önemlisi bu soruyu kendine sordurtmamaktır. Çünkü bu sorunun sorulduğu an, insan onurunun bittiği andır.

Çarşı, sadece bu soruyu bir gün kendine sordurtmamak için gerekeni yapmış; itaatkar uysallık göstermemiştir.

Sözü uzatmaya hiç gerek yok aslında. Çarşı yapması gerekeni yapmıştır. Sessiz kalanlara gelince... Çarşı umurumda değil, size bir şey olmasın!

8 Aralık 2014 Pazartesi

Zafer tesadüflere bağlıymış!

Yıl sonu geliyor. Finans sektörü çalışanları "performans" denilen köprüden geçip cennete ulaşmaya çalışacaklar; geçemeyenler işten atılıp cehennem azabını tadacaklar. Şirketlerin performans kriterleri öyle şeytani ki, derin ve karşı çıkılması zor insani arzularla yolları kesiştiği için kimse karşı duruş sergileyemiyor. Başarı, kalite, verimlilik gibi kavramlara kim hayır diyebilir ki?

Fakat bu kavramlar üzerinde biraz düşünüldüğünde garip bir durum dikkat çekiyor. Bu farklı terimler, anlamları çok açıkmış gibi sürekli kullanılıyor ve birbiriyle kesişen tanımlardan hareketle bol tekrarlı bir söylem oluşturuluyor. Her terim diğerlerini referans olarak tanımlıyor. Yani kalite performansla, performans kaliteyle açıklanıyor. Öyleyse şu soruya yanıt vermemiz gerekmez mi? Şirketlerin performansı ölçme dedikleri dünya tam olarak neye hizmet ediyor?

Bu sorunun yanıtını, iş hayatının temel kavramlarını yeniden tanımlayarak bulmaya çalışalım.

Mükemmelliyetçilik

Sıra dışı bir sonuç elde etme ve örgüt yönetme pratiği olarak tanımlanıyor. Yani şirketi bütün aktörleri ve fonksiyonlarıyla kusursuzluğa götürecek bir model. Ya da daha açık söylersek sıradışılık. İyi de, sıra dışı olma idealinin genele yayılması, kavramın kendisiyle çelişkili değil midir? Özellikle de kalıcı olması gereken bir istisnai pratikten söz ediyorsak. Herkes nasıl mükemmel olabilir? Mükemmelliyet paylaşılan bir şey olmadığına göre herkes nasıl mükemmel olabilir? Erişilmesi mümkün olmayan mitsel bir ideale doğru herkesi yarışa sürüklemekten başka bir şey değildir yapılan. İnsan hem mükemmel ve sıra dışı olup hem de bunu diğerleriyle paylaşamaz.

Başarı

Mükemmelliyet kavramının geçtiği her yere bu sözcüğü koyduğunuz zaman anlamın değişmediğini görürsünüz. Başarı iyi olmak ve işini iyi yapmak değil, maliyetleri %30 düşürüp gelirleri %150 arttırmaktır. Çıkış fikri, hep daha iyisi yapılabiliyorsa mevcut durum asla kabul edilemez mantığıdır. Fakat bu olgunun sonuçları hep göz ardı edilir. Bir kazanana karşı acaba kaç kaybeden vardır? Başarı arayışı sonu olmayan bir rekabete yöneltir. Başarı artık seçenek değil zorunluluktur. Aksi takdirde bu oyunda kendinize yer bulamazsınız.

Aidiyet

Başarı kavramının geçtiği her yere aidiyet kavramını koyduğunuzda da anlamın değişmediğini görürsünüz. Hiyerarşik düzen içinde herkesin bağlılığının teşvik edilmesini vurgular. İşi doğru olarak yapmanız artık yetmez; bir de kendinizi işe adamanız gerekir. Psişik bir seferberlik halidir bu. Hintli dervişin ezotorik bilgeliğine kendini kaptıran şehirli bunağın mürit olma şeklidir istenen. Angaje olmazsan başarısız sayılırsın.

Sürekli Gelişim

Geçmişi unut, şimdiyi değersizleştir, sadece geleceği yücelt. Sürekli gelişemezsen ölmüşsün demektir. Bu büyük yanılsama gerçekle yüzleşmeye izin vermez. Doğmak, büyümek, gelişmek, ilerlemek ve küçülmek dizgisi şirketleri yıkıma götüren şu yapıya dönüşür: Doğmak, büyümek, gelişmek, sürekli gelişmek, sürekli gelişmek, sürekli gelişmek... ve yok olmak. Gelişmenin gerileme olmadan sağlanamayacağı kavranamaz. Sürekli gelişme olursa zorluklar, problemler ve krizler yaşanılmaz ve en nihayetinde yok oluştan kaçınılabilir sanılır.

Kalite

Kusursuzluğu referans alan kalite kavramı herkesin işini kusursuzca yapacağı bir dünya tasarlar. Yani ilk günah henüz işlenmemiştir ve hiçbir zaman da işlenmeyecektir. Öyleyse cennettesinizdir... Hata, yanlış ve kusurlar insanlardan kazınmıştır. Çatışmanın olmadığı, herkesin hazzın doruklarında olduğu bir dünya. Bu hayale inanmak isteriz önceleri. Ama gerçeklik bir süre sonra doğruyu gösterir. Kusursuzluk yoktur, hata vardır ve arzular daima başkalarınınkiyle çatışma içindedir. O zaman şu sonuca rahatça ulaşırız. Kalite koşulları iyileştirmek için bir araç değil, karlılığı ve verimliliği arttırmak için bir baskı aracıdır.

Performans

Sonuçların ölçülmesi, ödül ve cezayı gerektirir. Asıl sorun performansı neyle ya da kimle karşılaştıracağımızdır. Temel yaklaşım, yapılmak zorunda olan bir işle ilgili önceden belirlenen kriterlere göre performansı ölçmektir. Herkes eskisinden daha iyi olmak ve diğerlerini geçmek zorundadır. Her zaman daha fazlası elde edilmelidir. Çalışmak işe gelip sözleşmede belirlenen işi yapmak değil, sadece performans göstermektir. Daha fazla, daha hızlı, daha etkin, daha somut...

Bu kavramlar üzerinde biraz düşününce her şey kolaylıkla anlaşılabilir. Bu kavramlar ne yapılan işin kalitesine ve hazzına varmaya, ne yapılan iş üzerine anlam üretmeye ne de şirketin gerçekliğini anlamaya izin verir. Ortada sadece anlamsızlık vardır, her kavramın yerine bir diğerinin kolayca konulabildiği döngüsel bir sistem.

Çalışanlar, son yıllarda sorunun farkına varır gibiler: Bize "Kalite, müşteriye açık konuşmaktır" deniliyor; ama şikayetlerde yazılı talimatlara göre davranmamakla suçlanıyoruz. Bize, "Ekip olarak çalışın" deniliyor; ama performanslar kişisel olarak veriliyor. Bize, "Aidiyet" deniyor; ama daima rakamlara bakılıyor. Bize, "Performansa göre terfi" deniyor; ama terfiyi alan başkalarının aleyhine ön plana çıkmaya başaranlar oluyor. Bize, "Çözüm odaklı olun" deniyor; ama biraz düşünüp karar vermek için hiç zaman bırakılmıyor.

Bu koşullar altında ne oluyor biliyor musunuz? Çalışanlar psikolojik bir paradoksa yenik düşüyorlar. Eğer çalışan başarılı oluyor ve verilen mükafatı kabul ediyorsa bundan utanç duyuyor; çünkü bunu hak etmediğini düşünüyor. Öte yandan mükafatı reddederse kendini şirket karşısında zor bir duruma sokacağını biliyor. Daha açık söylersek, ödüllendirildiği için övünemez ve mükafatlar ona hiçbir tatmin duygusu yaşatmaz. Alaya vurmak verebileceği tek karşılıktır ve o da sistemle dalga geçer. Şurası çok açık ki, finansal sektördeki firma iflasları sonrası "Bu büyük ve karlı şirket neden battı?" sorusu sorulduğunda yanıtı bulmak kolaydır: "Zafer tesadüflere bağlıymış."

Kısacası çalışanlar ruhunu kaybettikçe şirketler ruh kazandıklarına daha çok inanmaya devam ediyorlar. Davranış ve arzulardaki tekbiçimlilik şirket ruhunun en üst seviyesi olarak görülüyor. Acı ama, olanların kabul edilmiş ya da talep edilmiş beyinsizleştirme olduğu gözden kaçırılıyor. Başarı sadece kollektif bir orgazm olarak yaşanmaya devam ediyor. Bağlarından koparılmış, başkalarına e-mail gibi bilişim protezleriyle bağlanmış, mantıklı olmaksızın akılcı, sonsuz ama çoğu işe yaramayan bilgi yığınına sahip bireylerin sayısı ise her gün artıyor.

Acı bir kehanetle son noktayı koyalım. Büyük başarıların ardından başarısızlığı tadan her şirket geçmiş şanlı günlerinin özeleştirisini yaptığında şunu fark edecektir: "Zafer tesadüflere bağlıymış."

7 Aralık 2014 Pazar

Okullarda Osmanlıca değil Ekşi Sözlük okutulsun!

Son günlerin popüler tartışma konusu Osmanlıca dersleri. Genç kuşaklar için atalarını tanıma, anlama ve yaşatma fırsatı olarak sunuluyor. Okullarda öğretilmesi gündemde. Gerekliliği konusunda hakim düşünce "bizi yansıtması". Halkımızın derin kültürünü, bilgeliğini ve tarihsel varlığını yansıttığı düşünülüyor. O nedenle de okullarda öğretilmesi gerekli görülüyor. En basitinden atalarımızın mezar taşını okuyabileceğiz. Öyleyse şu soruya yanıt vermemiz gerekiyor: Bizi yansıtan her konu okullarda ders olarak okutulmalı mı?

Eğer öyleyse, okullarda ders olarak okutulması gereken ilk şey "Ekşi Sözlük". Çünkü hiçbir şey "bizi" bu kadar çok yansıtamaz. Bugünkü kültürümüz, bilgeliğimiz ve varlığımız tıpkı Ekşi Sözlük gibi. Bizi en iyi yansıtan şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız, işte size 10 maddede Ekşi Sözlük.
(Ekşi Sözlüğün Osmanlıca ile ilgili görüşlerini de madde sonlarında okuyabilirsiniz.)

1-Her konuda bilgi sahibidir. Astronomi, gen bilimi, nükleer fizik ya da yarı iletkenler gibi bilimsel gelişmişliğimiz içinde henüz yer edinememiş birçok konuda ayrıntılı fikirler bulabilirsiniz. Bu kadar fikri olan ülkede bu bilimlerin nasıl gelişmediğine hayret edersiniz. "Sanırsın Osmanlıca öğrenince GSMH 50 bin dolar olacak."

2-En karmaşık konularda bile düşüncelerini Richard Feynman bilgeliğinde anlatan isimsiz yazarlar bulabilirsiniz. Mesela "Tragos" adlı yazar atomu parçalamak isteyenlere yöntemi gösterir: "Bir parça gümüşü termal nötron kaynağına maruz bırakınca insanı tatmin edecek kadarı gerçekleşir." Emin olun, konunun en önemli kitaplarında bile yoktur bu açıklama. Yazarların isimlerinin belli olmaması onların olmadığı anlamına gelmez. İsimlerinin sahteliği ise tamamen serbest piyasanın ambalajlama mantığıdır. Uydurulmuş bir kimlikle yaratılan sahte duygular reklamcılığın vizyonu değil midir? "Osmanlıca nedir dersen, yabancı kelimeye Türkçe eylem iliştirmektir. Hani set ettim, check ettim dersin ya; hah işte, o plaza dilinin Osmanlı Sarayındaki halidir."

3-Argo, bir can simidi gibi her zaman yardıma yetişir. Düşüncenin anlatılamadığı, heyecanın mantığın önüne geçtiği, eleştirinin en ağırının yapılması gerektiği durumlarda uygunsuz sözcükler hiçbir tasarrufa gitmeden kullanılır. Politika, spor ve hatta sanat dünyasının temel iletişim şekli haline gelen argo ve uygunsuz sözcüklerin sadece tahsilsiz erkekler arasında söylendiği günler çok gerilerde kaldı. Küfürün olmadığı her ortam bu toplumu yansıtmıyor demektir. "Osmanlıca ha; her kuşu sevdik de bir leylek kaldı." (-sevdik sözcüğü orijinal metinde argo haliyle yazılmıştır)

4-Bilgiyi, kaynağındaki ham haliyle değil, sokaktaki vatandaş için işleyerek verir. İlkokulda cümle içinde kullanılan yeni sözcüğün basitliği vardır. Kullanıcı dostudur. Standart olmayan bir ifade tarzı vardır. Baudrillard'ın iletişim sarhoşluğu dediği ruh halidir bu; hakikat sadece bir simülasyondur. Farklı fikirlere açık olanları fikir emperyalistlerine dönüştürerek dünyanın fikirsel efendileri haline getirir. Bu tam da kahvehane köşelerinde yapılandır; memleketi kurtarıp Fenerbahçe'yi şampiyon yapmak. "Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret artıyor; şirketler harıl harıl Osmanlıca bilen eleman arıyor; Ottomanish çağın dili."

5-Hakikatin ne olduğuyla pek ilgilenmez, onu zamana göre yeniden düzenler. Amerika'yı müslümanlar keşfetmiştir misali her konu ana göre yeniden şekillendirilir. Ayın yüzeyini inceleyen astronotun vekilidir sanki anlatan. Fakat sonuçta yaratılan malzeme toplumun alt sınıflarının beğeni ve kültürüne hitap eden tarzdadır. Bilgi kullanılıp atılan bir tüketim malı haline dönüşmüştür. D.Hebdige'nin dediği gibi; kısa vadeli, düşük kiralı ve nikelajlı bir ütopya. "Dedelerin mezar taşı Osmanlıca yazıldıysa liseliler 80-90 yaşında olmalı."

6-Kendinden önce ne yazıldığını genellikle bakılmaz. Okuma ve anlama gerektiren bu aktivite zaten halkımızın genel karakteristiğine de aykırıdır. Çoğu zaman aynı şeyler art arda defalarca yazılır. Zaten bu iletişim şeklimizin de en önemli özelliğidir. Karşı tarafı dinlemek ve anlamak tercih ettiğimiz bir şey değildir. "Tek mesele buysa, rahmetlinin mezar taşını değiştirmek daha ucuza gelmez mi?"

7-Gerekli gereksiz her konu üzerine fikir bildirilir. Kültürel bir kibirlilik en önemsiz konuları bile gündeme çıkarır. Ama aynı zamanda bir filtre işlevi görür. Olayların rahatsız edici ve tanıklık etmeye zorlandığımız hissini veren yanlarını filtreden geçirip ortadan kaldırmamıza hizmet eder. Unutmak toplumsal düşünce şeklimiz değil midir zaten; işte yapılan bunun kontrollü şeklidir. "Okuyabildiğini okumayan halka okuyamadığını okutmak marsa gitmek kadar değerlidir; istikbal mezar taşlarındadır."

8-Özet, giriş ya da sonuç gibi gereksiz şeylerle uğraşmaz; direk konunun özünü verir. Sistematik bilgi eksikliği yüksek olduğu için düşünceler arasındaki sınırlar ekvator çizgisinden daha gerçek değildir. Bize satılmaya çalışılan şey piyasanın son model idealizasyonundan başka bir şey değildir. Yani gerçeklikle alakası olmayan yeni bir gerçeklik. Richard Hoggart'ın dediği gibi; içi boş bir parlaklık, pırıltılı bir barbarlık ve sonuçta ruhsal çöküntü. "Dedeleri 1923'ten sonra ölenlerin mezartaşları okunabilir bir dille yazıldıysa dersten muaf olacaklardır."

9-Yazılanlar ne kadar farklı düşünceler içerse de ortak bir özellik sergiler: Aslında herkes izleyicidir. Piyasa ekonomisi içinde idealistik bir aşırı basitleştirmedir yapılan. Kapitalizmin herkesi çağdaş kabilecilik gerçeklerini özlemeye nasıl yönlendirdiğinin temsilidir. Daima bir sahil kasabası hayali ile tüm haksızlıklara tepki vermeden ömrünü geçirmek değil midir zaten çoğu zaman halkımızın tutumu? "Seçim zamanı kendi geleceğini iki paket makarnaya satanların dedesinin mezar taşıyla ilgileneceğini sanmam ama sen öğret yine de."

10-Diğer düşünceleri dışlamadan kendi düşüncesini oluşturamama ve diğer düşünceleri aşağılamadan yeni bir düşünceyi ortaya koymadaki beceriksizlik çoğu zaman genel bir ilkedir. Çünkü taraf ya da bertaraf olma kaygısı kanımıza işlemiştir. Bir fikir başka bir fikre karşı olduğu için doğrudur gibi aptalca bir savunma şekli zaten tüm hayatımızı kaplamıyor mu? "Her yer AVM; mezarı bulduk da okuması kaldı."

Osmanlıca ne kadar bize ait bilemiyorum ama Ekşi Sözlük tam bize göre. Bazıları şaka olarak algılayacak ama okullarda Osmanlıca değil Ekşi Sözlük okutulsun!

25 Kasım 2014 Salı

El elin eşeğini CV ile ararmış!

Bugün iş arayan herkesten bir CV yazması isteniyor. Yazılanların %90'ının kontrolü yapılmadığı için herkes tüm yaratıcılığı ile yazıyor. İnsan Kaynakları yöneticilerinin doğru ve yalanı nasıl ayırdıkları belli değil ama sonuçta iş hayatınızı büyük ölçüde bu açıklamalar çiziyor. Yani aslında CV yerine bir bakıma kullanma kılavuzunuzu yazıyorsunuz. Patronlar da bu yazılanlarla sizi nasıl kullanacaklarını anlıyorlar.

Eğer CV'niz beklentilerin altında kalıyorsa işe kabul edilmeniz mucizedir. Hayatınızı özetleyecek gelişmiş bir edebiyat yeteneğiniz yoksa (ki olsaydı zaten yazar olurdunuz) babanızın parasıyla gittiğiniz okullara bakılır. İdeallerinizin, başarma arzunuzun, dürüstlüğünüzün, yürekliliğinizin, yardımseverliğinizin ya da mütevaziliğinizin hiç önemi yoktur. Bir insanı insan yapan değerlerin hiçbiri aranmaz iş hayatı için. Ama iş hayatı tersini söyler. CV olmadan kişinin özellikleri anlaşılamazmış, ne iş yapacağı belirlenemezmiş, kendisini nasıl tanımladığı bilinemezmiş, falan filan. Elbette bir CV'niz olsun (çünkü bu gerekli) ama şunu asla unutmayın. CV, saçmalığın daniskasıdır ve büyük bir palavradır. Bir CV hiçbir şeyi açıklayamaz ve bir iş için doğru kişinin bulunmasına yardımcı olamaz. Eğer bunun tersini savunuyorsanız, aşağıda ilanlara gelen özgeçmişleri okuyun ve karar verin: Bir İnsan Kaynakları uzmanı ya da patron olsaydınız bu adamları işe alır mıydınız?

İlan 1: Matematikçi aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Matematiği çok seviyorum ama üniversiteyi bitirdikten sonra doğru düzgün bir işte hiç çalışmadım. Yani iş tecrübem yok. Akademik bir ünvanım da yok. Psikolojik sorunlarım olduğu söyleniyor ama aslında bilim adamlarının para karşılığı çalıştırılmalarına dayanamıyorum. Birkaç yıldır insanlardan uzak bir kulübede yaşıyorum ve sadece matematik üzerine düşünüyorum. Bana referans olacak bir kişi bile yok. Aradığınızda ulaşacağınız bir telefon numaram da yok. İnsanlar beni deli zannediyor. Üstelik iş görüşmesine gelecek otobüs parasına da sahip değilim. Bugüne kadar hiçbir ödül de almadım.

Ne dersiniz, siz olsanız bu adamı matematikçi olarak işe alır mıydınız? Muhtemelen CV'sini yırtıp çöpe atardınız. Haksız da sayılmazsınız. Peki, işe almadığınız bu adamın kim olduğunu merak ediyor musunuz? Gelin öyleyse bu adamı yakından tanıyalım.

100 yıldır araştırılan, birçok kez çözüldüğü düşünülen ama sonunda çözümünün bulunamadığına karar verilen efsanevi Poincare problemini 36 yaşındaki bu Rus matematikçi çözmüştü. Çözümü de isimsiz olarak internette yayınlamıştı. Çözümü çalmaya kimse cesaret edememişti. Çünkü çözümü anlayabilen tek kişi bile çıkmamıştı. Uzman matematikçilerden oluşan kurulun çözümü anlaması tam dört yıl sürmüştü. Sonunda çözümün doğru olduğu anlaşılmıştı. Matematiğin Nobeli ve 1 milyon dolar bu matematikçiye verilmişti. Ama o ne ödülü ne de parayı kabul etmişti. Küçük bir kulübedeki fakir hayatına dönüp ortalardan kaybolmuştu. Son yüzyılın en büyük matematikçisi kabul edilen bu kişi Grigori Perelman'dan başkası değildi.

İlan 2: Psikolog aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Son dört yılımı Nazi kamplarında tutsak olarak geçirdim ve yeni çıktım. Oradayken ne konumla ilgili bir kitap okudum, ne de araştırma yapabildim. Çoğu zaman ölmemek için mücadele ettim. Bilimdeki gelişmelerin neler olduğunu bile bilmiyorum. Üniversitede öğrendiklerimi tamamen unuttum. Bilim dünyası saygı duysa da Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin saçmalık olduğunu düşünüyorum. Okullarda psikoloji ile ilgili öğretilenlerin de çoğunun saçmalık olduğu kanısındayım.

Ne dersiniz, dört yıldır çalışmayan birine iş verir misiniz? Üstelik bilimin önemli teorilerine karşı çıkan ve öğretilen her şeyi unutan birine?

Auschwitz toplama kampında geçirdiği üç yılda annesini, babasını, kardeşini ve eşini yitirmişti. Bu kadar acı ortalama bir insanın hayatı boyunca yaşayabileceği toplam acı sınırının çok çok üstündeydi. Ama o yıkılmamış ve çevresinde olup biteni meraklı gözlerle incelemişti. Maslow'un ihtiyaçlar piramidini iyi biliyordu ama gördükleri bu piramide pek uygun değildi. Kamptan kaçma imkanına sahipken kalıp hastalara yardım etmeyi seçen insanlar vardı. Kendisi açken yemeğini yanındakine verenler vardı. Öleceklerini bile bile gaz odalarına yanlarına en sevdikleri romanı alarak giren gençler vardı. Bilim gözlüğüyle olup biteni dikkatle izleyip Maslow'un piramidinin doğru olmadığını anlamıştı. Ona göre piramit değil, iki çeşit insan vardı: Soylular ve soysuzlar. Aralarındaki fark ise sadece onur ve insanlıktı. Kampta yaptığı gözlemlerle geliştirdiği logoterapi (anlam merkezli terapi) ile son yüzyılın en önemli psikoloğu kabul edilen bu kişi Viktor Frankl'ından başkası değildi.

İlan 3: Satranççı aranıyor!

Gelen CV şu şekide:
Hayatım boyunca satranç okuluna gitmedim, özel bir hocadan ders de almadım. Çocukken çok satranç kitabı okudum, satranç bilgim buradan geliyor. Bana genelde bir satranç oyuncusu olarak saygı duyulmuyor, çünkü büyük oyuncuların hamlelerini öğrenmeye çalışmıyorum. Üstelik ülkem beni vatandaşlıktan çıkardığı gibi vatan haini de ilan etti. Yani bir kanun kaçağıyım. Düşük ücretlerle çalışmayı da red ediyorum, kardan ben de pay isterim. Unutmadan ekleyeyim, satrancın tüm kurallarına da karşıyım.

Bir satranç oyuncusu CV ile aranmaz ama eğer satranç takımına bir oyuncu arasanız herhalde tercihiniz bu adam olmazdı. Geçerli bir eğitimi olmadığı gibi uyum içinde çalışmayı da bilmiyor. Üstelik büyük satranççılara karşı da bir hazımsızlığı var. İlerleme yönünde büyük bir engel. Hem asi hem kural tanımaz. Bu adama kim iş verir?

Yaşadığı dönem boyunca satranç dünyasından fazla saygınlık görmese de bugün satranççıların saygın birer hayat yaşaması için gerekli ekonomik altyapıyı sağlayan kişiydi. 60’lı ve 70’li yıllarda satranç ustaları hak ettiklerinden çok daha az para kazanıyorlardı ve bu onun kabul edebileceği bir durum değildi. Bu yolda birçok kişi ve kurumla büyük bir savaşın içine girdi ve sonunda kazandı. Onun sayesinde tüm dünyanın izlediği müsabakaların gelirlerinin bir kısmı, bu gelirleri yaratan satranççılara verilmeye başlandı. 1972 yılına kadar satrancın dünyada tek hakimi olan Ruslara meydan okuyan ve Boris Spassky’i yenerek bu saltanata son veren satranç dehası Bobby Fischer'den başkası değildi. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi satranç oyuncusu kimdir sorusuna Fischer dışında bir yanıt veriyorsanız, kafanızda bir şüphe mutlaka kalacaktır.

İlan 4: Sosyolog aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Beş yaşında gözlerim kör oldu ve okula gidemedim. Onbeş yaşında gözlerim tekrar görmeye başladığında ise okumayı öğrendim. Hiç okula gitmedim ve gözlerim gördüğü günden beri rıhtımlarda liman işçisi olarak çalışıyorum. İşten arta kalan zamanlarımda kitap okuyorum. Tüm hayatım bu kadar.

Bir sosyolog alsanız herhalde bir liman ırgatını almazdınız. Üstelik bırakın üniversiteyi ilkokula bile gitmemiş birini. Şüphesiz siz başarılı bir İnsan Kaynakları uzmanısınız!

65 yaşında bir liman işçisi olarak emekli olduğunda bütün dünyayı şaşkına çevirmişti. "Kesin İnançlılar" ve "Aklın Muhteris Çağı" adlı kitapların yazarı olduğu ve sırf arkadaşlarından ayrılmamak için kendini sakladığını herkes o zaman öğrenmişti. Yazdığı kitaplar tüm dünyada milyonlarca satarken ve bilim çevrelerinin en önem verdiği eserler arasında yer alırken, o sadece yük taşımayı tercih etmişti. İnsanlık tarihinin yetiştirdiği en ilham verici ve en saygıdeğer sosyolog hiç şüphesiz Eric Hoffer'di.

İlan 5: Ekonomist aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Uzun zamandır Amerika'da yaşıyorum ama burada ders verecek üniversite bulamadım. Bugüne kadar tek bir düzenli akademik pozisyon teklifi bile almadım. Yardımlarla hayatımı geçindiriyorum. Fikirlerimin saçma ve tehlikeli olduğu söyleniyor. Yine de bu pespaye muamele karşısında kibarlığımı ve mizah duygumu kaybetmiş değilim.

Amerika'da bile iş verilmeyen bir adama kim iş verir, öyle değil mi? Belli ki uçuk bir soytarı! Gerçekten gözünüzden hiçbir şey kaçmayan bir İnsan Kaynakları uzmanı olduğunuz her halinizden belli oluyor. Bu adam üzerinde konuşmaya bile değmez!

Tüm dünya ekonomilerini etkisi altına alan Chicago ekolünün parasalcı kuramlarının karşısına insanı çıkaran ilk kişi oydu. İdeoloji ve bilimsel yöntemi kötüye kullanan Chicago ekolüne karşı Avusturya ekolünü yarattığında büyük kapitalist ülkeleri yerinden hoplatmıştı. Devlet bu kadar ekonomiye karışırsa bunun adı serbest piyasa olmaz dediği için Amerika'da okullara girişi neredeyse yasaklanmıştı. Bir teröriste, bir düzenbaza ya da bir kanun kaçağına tahammül edilebilirdi ama devletlerin ekonomiyle istedikleri gibi oynamasına karşı çıkan bir ekonomiste tahammül edilemezdi. Hele devlet tekeline karşı çıkan bir ekonomiste asla. Teori yerine insanı koyarak Avusturya ekolünü yaratan, liberteryen hareketin en etkili ismi olan bu büyük ekonomist Ludwig von Mises'den başkası değildi.

Michael J. Gelb'in "Da Vinci Gibi Düşünmek" adlı kitabında yer alan ve Da Vinci'ye ait olduğu söylenen (sözde) CV'yi okuyanlar ve iş hayatının şapşallıklarına kendilerini kaptıran eleştirel gücü zayıflamış insanlar için bu yazdıklarımız iş dünyasının giyotininde idamı hakeden düşüncelerdir. Çünkü onlara göre CV kutsaldır. Ama bunun saçmalık olduğunu düşünen akıllı bir azınlığa göre ise CV, tıpkı demokrasinin de oligarşiyi gizlemesi gibi, büyük bir yanılsamadır. Herkese eşit başvuru hakkı tanınır gibi yapılarak, şirketin yuvarlak masasındaki şövalyelerin kendilerinden olanları işe almalarının önünün açıldığı rahat bir ortam yaratılır.

Bugün orta ve üst düzey işler için CV'nin kullanıldığı durumlar istisnadır. Genellikle alt düzey işlerde tercih edilir. İşçiyi, satış görevlisini, çağrı merkezi çalışanını ya da temizlik görevlisini seçmeye yarar. Çünkü bu işlere talep o kadar yoğundur ki, iş başvurularının altından kalkmak mümkün değildir. Herkese fırsat eşitliği verilmiş gibi yapılarak aralarından sadece bir veya birkaçını işe almanın en nazik yolu CV'dir.

Düşünün, patronuna çaycı arayan bir İnsan Kaynakları uzmanı; çaycıyı nasıl bulması gerekiyor sizce? İnsan Kaynakları çalışanları kızacaklar ama yanıt açık: El elin eşeğini CV ile ararmış!

24 Kasım 2014 Pazartesi

Yöneticiliğini bilmem ama kadınlığına diyecek lafım yok!

Üniversiteyi yeni bitirmiş ve bir finans kuruluşunda işe başlamıştı. İyilerin daima kazandığı bir finans dünyası ütopyasına inanıyordu. İlk gün çalan telefonlara ne demesi gerektiğini Müdüründen öğrenmişti: "Sistem çalışmıyor, biz size döneriz!" O gün ağlayarak eve gitmişti, çünkü hayatında ilk kez yalan söylüyordu.

İşleri çabuk öğrenmişti ama diğer portföy yöneticileri kadar başarılı değildi. Nedenini o gün Müdürü söylemişti: "Çocuk gibi görünüyorsun, saçlarını boyat!" Hayatında ilk kez saçlarını boyatmıştı.

Yeni işini sevdikçe müşteriler de artmaya başlamıştı. Müşterileri ikna edip paralarını yönetme yetkisini almak gerçekten zor işti. Onlara büyük bir güven ve ikna edici bir finansal plan sunmak gerekiyordu. İş arkadaşlarına ne yapması gerektiğini sormuştu. Onların hikayesini dinlerken dehşete düşüren ortak bir özellikleri dikkatini çekti. Her birinin iki ya da üç sevgilisi vardı. Üstelik arkadaşlarından bazıları evliydi. Oysa kendisinin hayatı boyunca erkek arkadaşı bile olmamıştı. Bu ona göre bir şey değildi. Dikkatini herkesin bir başarı abidesi saydığı Müdürüne çevirmişti. Belki ondan bir şeyler öğrenebilirdi.

Şirketin Müdürü işinde gerçekten çok başarılıydı. Üst yönetimin gözdesiydi. Hiç kimse onun kadar fazla fon yönetemiyor ve gelir elde edemiyordu. Odasına girip de kendisiyle görüşen her müşteri ertesi gün tüm parasını şirkete getiriyordu. Tüm müşterilerin parasını ertesi gün getiriyor olmaları tuhaf ve inanılmayacak bir şeydi. Bu kadar kısa sürede... Acaba Müdürü nasıl bir finansal plan sunuyor diye düşünüyordu. Bir kadın yöneticinin bu ölçüde başarılı olması önemliydi ve Müdürüne hayranlığı her geçen gün artıyordu.

Bir gün Müdürüne müşterilerinin sermaye arttırımına katılımlarıyla ilgili önemli bir konuyu danışmıştı. Müdürü bir süre düşündükten sonra, "Kafana göre takıl!" demişti. Bu kadar önemli bir konunun kendisi gibi bir çaylağa bırakılmasına şaşırmıştı. Muhtemelen Müdürü piyasaların kötü gidişi üzerinde kafa yoruyordu. Yoksa neden kendisine cevap vermesindi ki. Bir yandan televizyondan haberleri seyrediyor, bir yandan da ne yapacağını düşünüyordu. O sırada kanalın kendi şirketlerine bağlandığını fark etti. Telefonun diğer ucunda Müdürü vardı. Müdürüne piyasaların ne yöne gideceği soruluyordu. Müdürü şöyle cevap vermişti: "İnebilir de, çıkabilir de..." Kafası iyice karışmıştı. Bu kadar başarılı bir yönetici, bu kadar aptalca bir yanıtı nasıl verebilirdi? Zaten bugünkü sorusuna da yanıt alamamıştı. Yoksa Müdürü göründüğü kadar üstün bir kişilik değil miydi? Öyleyse, nasıl böyle bir başarı çizgisi yakalamıştı?

Piyasalardaki olumsuzluk artmış ve birkaç gün içinde zirve noktasına ulaşmıştı. Piyasalar adeta yanıyor, telefonlar susmuyordu. Herkes açıklama bekliyordu ama Müdür hala işe gelmemişti. Tüm şirket onu bekliyordu. O sırada dikkati müşteri holünde bekleyen 7 kişiye takılmıştı. Orta yaş ve üstü bu yedi erkek müşteri de herkes gibi sessizce Müdürü bekliyordu. Finans piyasalarımızda büyük bir bombanın patlamasına artık saniyeler vardı. Müşteri holünde bekleyen yedi erkekten birinin söylediği şu söz bombanın fitilini ateşlemişti: "Yöneticiliğini bilmem ama kadınlığına diyecek lafım yok!"

O gün o şirkette Müdürü bekleyenler onu bir daha göremediler. Müşterilerin parasıyla yaptığı usulsüz işlemler nedeniyle, onları bugünkü karşılığıyla yaklaşık 50 milyon lira zarara uğrattı. Bu paranın bir kısmı salonda bekleyen yedi kişinindi. Yedi kişinin mağdur olmaları dışında diğer ortak özellikleri ise Müdürün sevgilileri olmalarıydı.

Müdürün başarısının formülü ortaya çıkmıştı. Görüştüğü kişilere ne bir yatırım planı ne de bir finansal vaat sunuyordu. Yaptığı tek şey o gece için randevu vermekti. Sonrası malum. Ertesi gün müşteri tüm parasını Müdüre emanet ediyordu. (Türk erkeği için daha iyi bir ödünleşme olamaz herhalde.) O da finanstan hiç anlamadığı için saçma sapan yatırımlarla bir taraftan şirketine kazanç sağlarken, diğer taraftan da müşterilerinin paralarını eritiyordu. Kendi hesabına küçük bir pay yatırmayı da atlamıyordu tabi ki. Finans tarihimizin en büyük suistimallerinden biri oluşurken hata nerede yapılmıştı?

Bugün finans dünyası paranın yönetildiği değil öncelikle paranın bulunmaya çalışıldığı bir dünyadır. Asıl mesele yatırımcıyı ikna ederek parasını size yatırmasıdır. Tüm rekabet artık paraya ulaşma alanında verilmektedir. Paraya ulaşmak, öteden beri belli usullerle yapılagelmiştir. Güven, itibar, büyüklük ya da vaatler yatırımcıların paralarını finansal kuruluşlara yönlendirmiştir. Fakat bugün gelişmiş finansal piyasalar, finansal planlama yaklaşımını güçlendirerek yatırımcılara ulaşmaya çalışmaktadırlar. Paraya uzanmanın dünyada bilinen tek geçerli formülü olarak finansal planlama kabul edilmektedir.

Anlattığımız hikayede ortaya çıkan da bu gerçektir. Yani asıl hata piyasalarda finansal planlama anlayışının eksik olmasıdır. Paraya ulaşma çabası, bilinen usullerin ötesine geçerek ilkel bir yaklaşım ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda da büyük bir finansal başarısızlık. Ya da daha kısa söylersek finansal planlama eksikliğinin yarattığı büyük bir çöküş.

O gün o hikayede başrol oynayan şirket Müdürü bugün artık oyun dışında. Figüran rolündeki ütopyacı çaylak ise hem iyi bir akademisyen hem de önemli bir finans profesyoneli. Ama inandığı şu ütopya hala gerçekleşmedi: "Finans dünyasında daima iyiler kazanır!"

O gün müşteri holünde ne olduğunu merak edenlerin merakını gidererek son noktayı koyalım. "Yöneticiliğini bilmem ama kadınlığına diyecek lafım yok!" diyen adam sözlerini bitirince tartışma başladı. Çünkü bu yedi kişiyi üzen şey paralarını kaybetmek değildi. O an öğrendikleri şey bundan daha fazla üzmüştü. Kadınlık timsali saydıkları Müdür kendilerini başka biriyle aldatmıştı; o holde bulunanların tamamıyla. Onlara göre en acısı buydu.

Bugün finans dünyası için en önemli sorun paraya ulaşabilmektir. Finansal planlama, hem yatırımcılar hem de finansal kuruluşlar tarafından uygulanmadığı sürece ortaya çıkan sonuç bundan farklı olmayacaktır. Para kaybetmek değil aldatılmak üzecektir.

20 Kasım 2014 Perşembe

Maaşlı bir iş bulsam valla gidecem!

İş dünyası şu "liderlik" denilen kavramdan çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir herhalde. Şirketlerin eğitim departmanları çalışanlarına nasıl lider olunacağını öğretmek için ders üstüne ders veriyor. Satış görevlisinden gişe görevlisine, operasyon elamanından sigorta elemanına kadar herkese eğitimlerle liderlik aşılanıyor. İyi bir liderin nasıl olması gerektiği harf harf öğretiliyor. Bu kadar lideri nerede istihdam edeceğiz diye düşünen yok muhtemelen.

Bu eğitimlerde lider kavramına somut bir tanım getirilemiyor. Nitelik standartları sıralanarak tanımlamalar yapılıyor. Vizyonlu, tutarlı, sebatkar, risk alabilen, uzağı görebilen gibi ilk çağ savaşçısından modern erdemli insana kadar ulaşılan tüm insani değerler yüceltilerek sıralanıyor. Hayatı boyunca satış görevlisi kalacağının bile farkında olmayan genç çalışanımız ise hayallere dalıp gidiyor. Derken yönetici ile liderin farkı anlatılıyor. Biri işi doğru yaptığı için aşağılanırken, öteki doğru işi yaptığı için göklere çıkarılıyor. Aslında bir bütünün parçalarının postmodern bir retorikle nasıl yapısöküme uğratıldığı gözden kaçırılıyor. Burada bir nokta koyalım. Amacımız liderlik eğitimi denilen saçmalıkların yüzeyselliğini, komikliğini ve gerçekdışılığını ortaya çıkarmak değil. Üzerinde durmak istediğimiz konu, bu eğitimleri alarak geleceğin lideri olacağını sananların nasıl bir düşünce hatası içinde olduklarını ortaya koymak. Daha açık söylersek, dinlediği birkaç hikaye ve süslü söz ile kendini Bill Gates sananın hatası.

Finans sektörü birçok parlak gence istihdam olanağı sağlıyor. Hepsi yüksek tahsilli olunca liderlik eğitimleri de artıyor. Çünkü her gün sayıları artan finans kuruluşlarına lider gerek. Öyleyse herkes eğitime! Hayatı boyunca sigorta satacak kişiden, telefona bakacak kişiye kadar herkes!

Eğer liderliği öğrendiyseniz şimdi sıra size liderlik edeceğiniz bir şirket bulmaya geldi. Büyük bankalarımızdan birini yöneteceğinize kanaat getirdik. En fazla personeli olan bankalardan üçünü size uygun bulduk. Kendilerini tanımladıkları kısımlarda, başarılı çalışanlarını ne kadar hızlı yükselttiklerine hayran kaldık. Bu bankaların CEO'larının ne kadar sürede bir değiştiğini öğrenirsek size uygun bir pozisyonun ne zaman açılacağını buluruz diye düşündük. Fakat gördüğümüz şeyden dehşete kapıldık. Adını vermeyeceğimiz bu üç bankanın CEO'ları ortalama olarak 12 yıldır görevlerinin başındaydı. Yani şirketlerini tam 12 yıldır yönetiyorlardı ve yaşlarına bakıldığı zaman muhtemelen bir 12 yıl daha yönetecek yaştaydılar. Öyleyse bu şirketlerde lider olmanız pek mümkün gözükmüyor. Peki ama size uygun bir liderlik işini nasıl bulacağız? Bunca yıldır lider olmak için eğitim alıyorsunuz; ne zaman lider olacaksınız öyleyse?

Cevabı öğrenmek istiyorsanız hemen söyleyelim: Hiçbir zaman!

20 yüzyılın başlarında, Alman sosyolog Robert Michels eşitlik, işbölümü, uzmanlaşma gibi kavramlar üzerinden kendisini tanımlayan kurumsal yapıları ve liderlik sistemlerini inceliyordu. Bir şey dikkatini çekmişti. Bu kurumların hepsinde ortak bir davranış şekli vardı. Bu yapılar içinde iletişimi sağlayan, karar ve denetim mekanizmalarını işleten kişilerin kendilerini olduklarından daha yetkin, temsil ettiklerinden daha seçkin ve feda edilemez görüyorlardı. Bu kişiler kurumlar içinde hakim bir elit zümre yaratmışlardı. Yönetim tarzları ise belirli bir grubun ülke yönettiği oligarşiden farklı değildi. Robert Michels o gün insanlık tarihinin en önemli ve aşılamaz teorilerinden birini ortaya koyar: Oligarşinin Tunç Yasası.

İster bir şirket, isterse bir briç kulübü olsun, liderlik pozisyonuna tırmanabilen daima küçük bir azınlık olacaktır. Geri kalanlar mevki ve rütbe bakımından daima takipçi konumunda kalacaklardır. Ortam ne olursa olsun, az sayıda kişi "oligarşik" liderler haline gelecek, diğerleri de onları takip edecektir. Liderler daha fazla para kazanırken kontrol güçlerini de ellerinde tutacaklardır.

İşte tüm hikaye bu kadar basittir. Liderlik eğitimi diye sunulanlar Oligarşinin Tunç Yasasını gizlemekten başka bir şeye hizmet etmez. Genç satış görevlisinin payına da liderlik eğitimi denilen kukla tiyatrosunu izlemek düşer. Her şirketin kendi "yuvarlak masa şövalyesi" olduğu gözden kaçırılır. Kişiler adil yönetimle liderlik koltuğuna otursalar da, kendi konumlarını sağlamlaştırdıktan sonra demokratik değerlerden ödün verdikleri dikkate alınmaz. Yani kısaca liderlik tunçtan bir yasadır ve daima oligarşiye tabidir.

Liderlik denilen kukla tiyatrosuna hizmet eden büyük bir sektörün oluştuğu da gözden kaçırılmasın lütfen. Liderin tanımında bile uzlaşılamamıştır oysa. Neyse...

Lider sıfatını belki de en çok hakeden çalışan grubu olan esnafların şu klişesi (palavrası) liderin tanımını fazlasıyla ortaya koyuyor herhalde: "Maaşlı bir iş bulsam valla gidecem!"

17 Kasım 2014 Pazartesi

Finansal piyasalarımızın en büyük eksikliği-II

Konut kredilerinden sorumlu direktör, çalıştığı finansal kuruluşun CEO'suna, "Merkez Bankası, dövize endeksli konut kredilerini az önce yasakladı; biz de hemen kredi vermeyi durdurduk" diye haber verdiğinde, CEO kararsız bakışlarla şu soruyu sormuştu: "Biz dövize endeksli konut kredisi mi veriyoruz?"

Merkez Bankası 2009 yılı Haziran ayında ani bir kararla dövize endeksli konut kredisi kullanımını yasaklayıp pazarın kapısına kilit vurduğunda birçok insan ne olup bittiğini anlamamıştı. O an haberi öğrenen finans şirketinin CEO'su bile bu tür kredileri verdiklerinden haberdar değildi. Yani her şey çok çabuk olup bitmişti.

Hikaye iki yıl önce başlamıştı. Atlantik ötesinden gelen "ucuz ve kolay para" rüzgarlarının ülkemizi de etkisi altına aldığı yıllardı. Konut kredileri yasaya bağlanarak büyük bir pazarın kapısı açılmıştı. Türk finansal piyasaları 2007 yılında adeta kanat takmıştı. Herkes konut sahibi olmak hayaliyle konut kredisi alıyordu. Sabit faizli, değişken faizli, balon ödemeli, esnek ödeme planlı birçok farklı kredi türü, sözleşme koşulları tam olarak anlaşılmadan kullanılmaya başlanmıştı. Fakat piyasa bir noktada takılıyordu. Türkiye'deki faizler gelişmiş finansal piyasalardaki kadar düşük olmayınca bazı tüketiciler faiz yükünden korkarak konut alma kararlarını erteliyorlardı. İşte o anda konut kredilerini pazarlayanların aklına dahice bir fikir gelir: Dövize endeksli konut kredisi.

Bu tür krediler birçok ülkede vardı ve oldukça da revaçtaydı. Özellikle Japon yeni ve İsviçre frangının düşük değerli yapısı, bu paralara endeksli kredileri ucuz kılıyordu. Türk lirası ile kıyaslandığında faiz yükü neredeyse yarı yarıya daha düşüktü. İşte bu, fazla düşünmeden karar veren tüketiciler için bulunmaz bir fırsattı. Şirket yöneticisinden şoförüne, devlet memurundan esnafına kadar birçok vatandaş bu düşük faizli krediye hücum etti. Herkesten ucuza ev almak harika bir duyguydu. Finans kuruluşlarının önlerine koyduğu sözleşmeleri imzalarlarken, görevlinin, "Kur yükselirse ödemeniz de yükselir" sözünü duymadılar bile. Ne de olsa dünya artık "sıfır faizliydi"; bundan sonra faiz neden artsındı ki!

Dövize endeksli konut kredisi pazarı hızla büyüyordu. 2009 yılına gelindiğinde tüm konut kredilerinin %5'i dövize endeksli hale gelmişti. Bu da 2,3 milyar liralık bir pazar oluştuğu anlamına geliyordu. Fakat dondurucu soğuk Merkez Bankasından önce Amerika'dan gelmişti. 2008'de ülkemizi de etkisi altına almaya başlayan finansal kriz Japon yeni ve İsviçre frangının değerini yükseltiyordu. Dövize endeksli konut kredisi kullananların taksitleri artmaya başlamıştı. Sözleşmeyi imzalarken görevlinin söylediği şey gerçekleşiyordu. Kur yükseliyor, ödemeler de yükseliyordu. Merkez Bankasının müdahalesi gelmişti ama biraz geç kalmıştı.

Dövize endeksli konut kredisi kullananların %33'ü takibe intikal etmişti. %50'si taksitlerini geç ödemeye başlamıştı. %12'si kredisini kapatarak TL'ye geçmişti. Bu süreçte sadece %5'lik dilim kredilerini düzenli ödemeyi başarabiliyordu. Finansal kriz sosyal krize dönüşmüştü. Kredi kullananların %45'i intiharı düşündüğünü söylüyordu. %36'sı ise eşinden boşanmış ya da boşanma noktasına gelmişti. Peki ama tüm bunlar başımıza neden gelmişti? Hata nerede yapılmıştı?

Konuyu objektif bir gözle değerlendirdiğini düşünenlere göre iki suçlu vardı: Aşırı pazarlama düşkünü finans kuruluşları ile fırsat düşkünü müşteriler. Kimse kimseyi zorlamamıştı. Her şey karşılıklı rıza ile yapılmıştı. Sonuçta taraflar ortaya çıkan sonuca itiraz etmemeliydiler. Bu tartışma böyle uzayıp gidiyordu. Fakat bir gerçek vardı. Bir piyasa tamamen yok olmuştu. Artık dövize endeksli kredi kullanmak isteyenler kullanamayacaktı. Bu, geliri yabancı para üzerinden olan birçok kişi için büyük bir fırsat kaybıydı. Gelişen bir ekonomi için ise oldukça önemli bir yara. Peki ama hata nerede yapılmıştı?

Piyasanın yok olmasına giden temel hata finansal planlama eksikliğidir. Dövize endeksli kredi kullananlar finansal olarak bulundukları yeri, gelecekte neye ihtiyaçları olacaklarını ve hedeflerine ulaşmaları için ne yapmaları gerektiğinin farkında değildiler. Dövize endeksli kredilerin ne olduğu konusunda yeterli bilgileri yoktu. Olası faiz ve kur değişikliklerinde ödemelerinin ne olacağını hesaplamamışlardı. Kur ve faiz değişikliklerinde stratejilerinin ne olacağı belli değildi. Değişikliklerin hayat standartlarında ne tür sonuçlar yaratacağını düşünmemişlerdi. Ve hepsinden önemlisi finansal kararların sosyal ve psikolojik sorunlara dönüşebileceğini akıllarından bile geçirmemişlerdi. Özetle söylersek, döviz kredisi kullananların büyük kısmı finansal planlama yapmamışlardı ve bunun sonucunda hem kendileri zarar görmüş, hem de finansal sistem için önemli bir piyasa emekleme dönemindeyken yok olup gitmişti. Yani kayıp herkesin düşündüğünden daha büyüktü.

Bir ekonomiyi gelişmiş kılan farklı finansal ürünler ve piyasalardır. Bunların sayısı ne kadar artarsa ekonomi de o kadar büyür ve finans merkezi olma yolunda o kadar ilerlenir. Fakat son on yıl içinde piyasalar büyürken, finansal planlama eksikliğinin yarattığı sorunlar nedeniyle çeşitliliği ve derinliği attırma girişimlerimiz hep sekteye uğradı. Gelinen nokta itibariyle değerlendirildiğinde, piyasalarımızın en önemli eksikliğinin finansal planlama olduğu açıktır. Bundan sonra asıl odaklanmamız gereken konu sanıyoruz finansal planlama olacaktır.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Finansal piyasalarımızın en büyük eksikliği-I

2006 yılı Mayıs ayında yaşanan ekonomik dalgalanma fon piyasalarımızı altüst etmişti. Fon piyasası %25 küçülmüştü. Tablo olumsuz görünüyordu ve bir şeyler yapılmalıydı. Finansın dahi çocukları Avrupa'da hızla büyüyen bir enstrümanı "kurtarıcı" olarak hemen devreye soktular. 4 milyar liralık bir piyasanın kısa bir sürede yaratılacağı ve fon piyasalarımızın eskisinden daha güçlü olacağı söyleniyordu. Kurtarıcı, kısa bir süre sonra hayatımıza girmişti. Birçoklarının adını ilk kez duyduğu bu enstrümanın adı Anapara Korumalı Fon'du.

Tam da bize göre olduğu söyleniyordu. Dalgalanmalardan korkup kısa vadeli enstrümanlara yönelen geniş bir yatırımcı kitlesi için ideal görünüyordu. Anapara korunduğu için 1 yıla kadar uzayan vadelerde yatırım yapılabilecekti. Çeşitlendirme kolaylıkları ile likit fon piyasası bile tehdit edilebilecekti. Her şey güzel gözüküyordu. Ayşe Teyze emekli parasını, Ali Amca tüm birikmişini her zaman işlerini yapan müşteri temsilcisini kırmayarak anapara korumalı fonlara yatırmaya başladılar.

2007 yılında kurulan pazar büyük bir ivme yakalamıştı. Talep beklenenden yüksekti. Vadeler 1 yılı bile geçmeye başlamıştı. Pamuktan altına, petrolden dolara, yükseliş ya da düşüş beklediğimiz her alana yatırım yapılıyor ve anapara korumalı fonlar oluşturuluyordu. 2012'ye yaklaştığımız günlerde pazar büyüklüğü 3 milyar liralara dayanmıştı. Her şey başta planlandığı gibi gidiyordu. Pazar büyüyor, yatırımcı talebi artıyordu. Nihayet Türk yatırımcısına uygun bir yatırım aracı bulunmuştu.

Fakat ne olduysa işte tam o anda oldu. Piyasa bir anda adeta terse dönmüştü. Anapara korumalı fonlara talep giderek azalıyordu. Azalma çok geçmeden kaçışa döndü. Artık kimse bu fonları almak istemiyordu. İhraç edilen fonlar talep yetersizliğinden arz edilemiyordu. 2014 yılı ortalarına gelindiğinde anapara korumalı fon piyasası 300 milyon liralara gerilemişti. Bu tam bir kabustu. Peki nasıl olmuştu da anapara korumalı fon piyasası bu kadar kısa sürede zirveden sıfıra düşebilmişti? Hata nerede yapılmıştı?

Anapara korumalı fon piyasasının çöküşüne giden yolda temelde iki büyük hata vardı. İlki öngörü hatasıydı. Anapara korumalı fonların getiri stratejileri varlık fiyatlarının yükselişi ya da düşüşü üzerine bahislere dayanıyordu. Örneğin doların yükseleceği üzerine bahse giren bir anapara korumalı fon, dolar yükselirse yatırımcısına para kazandırmaktaydı. Aksi takdirde sadece anapara korunmuş oluyordu. Sizce anapara korumalı fonlar doğru öngörüler yapmışlar mıydı?

Bunu anlamak için ihraç edilen anapara korumalı fonlar içinden rastgele seçtiğimiz 29'unun vade sonu getirilerini inceledik. Yıllık bazda bakıldığında, incelediğimiz bu 29 fondan 7 tanesi yatırımcılarına %8'in üzerinde bir getiri sağlayabilmiştir. Bu da demek oluyor ki fonların sadece %24'ü enflasyon oranını yakalayabilmiştir. 29 fondan 22'si yani fonların %76'sı yatırımcısının parasının enflasyon karşısında erimesine seyirci kalmıştır. İncelediğimiz fonlar içinde en yüksek üç getiri yıllık bazda %20,53, %18,05 ve %14,84 olarak gerçekleşirken, 8 adet fon yatırımcısına yıllık %1'in altında getiri sağlamıştır. Klasik Wall Street fantastik görüşü, iki yönlü bir oyunda bir maymunun başarı oranını %50 olarak görür. Oysa anapara korumalı fonlardaki başarı oranı %25'lerin bile altındadır. Siz olsanız yatırım yapar mısınız?

Burada yapılan hata "Kimse piyasadan daha akıllı değildir" şeklinde özetlenen piyasa varsayımıdır. Yani bu tür fonlar için getiri senaryosu çizenler yanılmışlardır. Muhafazakar olarak adlandırılan ve parasını vadeli hesaplarda değerlendiren yatırımcıları hedef alan bu tür fonların, yatırım uzmanlarının "vadeli hesap yatırım değildir" diyerek aşağıladıkları sıradan vatandaşların kazandıklarından daha kötü getiri elde etmeleri sektörü bitiren fitili ateşlemiştir. Yatırımcılar yanıltıldıklarını, kendi bildikleri şekilde davranırlarsa daha çok kazanacaklarını kısa sürede fark etmişler ve piyasadan çekilmişlerdir. Fon yöneticilerinin başarısızlığı piyasa başarısızlığının önemli sebebiydi ama pazarın çökmesinde bundan daha önemli başka bir sebep vardı.

Anapara korumalı fonlar yüksek getiri vaadiyle muhafazakar yatırımcılara pazarlanırken yatırımcıların tek hatası satış görevlisine güvenmek değildi. Bundan daha büyük bir hataları vardı. Anapara korumalı fonların arkasında yer alan ve getiriyi sağlayacak olan opsiyon sözleşmesinin dayanak varlığının ne olduğunu bile öğrenmemişlerdi; yani yeterli finansal bilgiye sahip değillerdi. Yatırım hedeflerini hayat hedefleriyle özdeşleştirecek uzun dönemli planlama içinde değillerdi. Mevcut finansal durumlarının böyle bir yatırımdan nasıl etkileyeceğini hesaplamamışlar, aylık faiz ölçüsünde getiri elde edemezlerse taksitleri nasıl ödeyeceklerini planlamamışlardı. Getiri elde edemezlerse hayatlarının nasıl etkileyeceğini düşünmemişlerdi. Basitçe özetlersek, yatırımcıların büyük hatası finansal planlama yapmamaları ya da yapamamalarıydı.

Finansal planlama eksikliği, küresel ve ülkesel krizler kadar kişisel finansal krizlerin de en önemli nedenidir ve istisnasız herkesi ilgilendirir. Anapara korumalı fon piyasası gibi piyasa başarısızlıkları gelişmekte olan bizim gibi bir ülke ekonomisi için oldukça tehlikelidir. Bu tür başarısızlıkların yatırımcı güveni üzerinde kalıcı etkiler bıraktığını borsamızın kuruluş yıllarında yaşadığımız hisse senedi başarısızlıklarında görmüştük ve etkilerinin bugün bile devam ettiğini hala görmekteyiz. O nedenledir ki bu tür piyasa başarısızlıklarını yaşamamanın en kolay yolu finansal planlamayı geliştirmektir.

Finansal planlama eksikliğinin, ekonomimizin en önemli zayıflıklarından olan tasarruf açığının da asıl nedeni olduğunu söylemeden geçmeyelim. Eğer tasarrufları arttırmak istiyorsak finansal planlama kavramını mutlaka her yurttaşın hayatına sokmalıyız. Aksi takdirde tasarruf açığı gibi yapısal sorunlar, anapara korumalı fon piyasası gibi piyasa başarısızlıkları ve borçları ödeyememe gibi sosyal şoklar hep gündemimizde olacaktır.

9 Kasım 2014 Pazar

Türk finansal piyasalarının 8 icadı!

Botanikçi hikayesini duyanlar vardır mutlaka. On masum insanın vurulmak üzere olduğu bir orman köyüne bir anda giren botanikçi neye uğradığını şaşırır. Botanikçiye basit bir teklifte bulunulur. Eğer on kişiden birini vurursa geri kalan dokuz kişinin hayatı bağışlanacaktır. Aksi takdirde on kişi de öldürülecektir. Ne dersiniz, sizce botanikçi ne yapmalı?

Bu soruya felsefeciler bile hala yanıt verememişken bizim vermemiz beklenemez elbette. Fakat burada basit bir gerçek hepimizin dikkatini çekmiştir. Bir toplumda en iyi neticeyi verecek eylemler diğer birçokları açısından kabul edilmezdir. Tıpkı finans merkezi olma yolunda ilerleyen ülkemizde olduğu gibi.

Finansal okuryazarlığımızın düşük olduğu herkesin malumu. Basit faizi hesaplamakta zorlanan, hisse senedi almak için tüyo bekleyen, altına yatırım yapıyorum diye bol bol ziynet alan, yağın fiyatının artacağı toptancıdan öğrenilir misali kredi kartı pazarlayan çalışandan doların ne zaman yükseleceğini öğrenmeye çalışan garip bir finans yönetimi anlayışımız var. Neresinden bakılsa düşük bir finansal okuryazarlık seviyemiz olduğu kesin. İşte, bu noktada çetrefilli bir durum kaşımıza çıkıyor. Finansal piyasalarımızın karanlık sokaklarını gezdiğimizde finansal okuryazarlığın tuhaf bir şekliyle karşılaşıyoruz: Finansal şeytanlık!

Finansal şeytanlığı, çıkarların söz konusu olduğu bir piyasada, finansal enstrümanların kendi lehine-piyasa aleyhine kullanılması olarak tanımlayabiliriz. Basitçe, ortada bir finansal enstrüman var ve onu kullananlar detayları hakkında bile çok az bilgi sahibiyken onun türevlerini yaratma becerisine sahip olabilmişlerdir. Sadece ülkemiz finans piyasalarında gördüğümüz bu yeni yöntemleri gelin hep beraber tanıyalım. Bunların ne kadar büyük "kara piyasalar" oluşturduklarına hep beraber görelim. Ve sonunda da finansal okuryazarlık seviyemize yeniden karar verelim. İşte Finansal piyasalarımızın 8 finansal şeytanlığı:

1. Hatır Çeki

Ticaret ve finans hayatımızın en büyük karabasanı uzun yıllardır "hatır çeki" denilen enstrümandır. Tüm dünyada ileri tarihlisi bile kabul edilmeyen çek denilen bu ticari enstrümanın bizde manevi duygularla ticarete sokulmasının adıdır hatır çeki. Diyelim krediye ihtiyacın var ve teminatın yok. Yandaki dükkana girer ve komşundan senin için bir çek yazmasını istersin. Ortada ne bir alım satım ne de ticaret vardır. Her şey sevgi ve saygıdan yapılır. Komşun çıkarır çek defterini ve yazar hemen bir tane. Mırın kırın mı etti yazmakta. O zaman karşılıklı yazarsınız. Sen de çıkarırsın çek defterini ve aynı tutarı yazar, imzalarsın. Böylece kimsenin kimseye borcu kalmaz. Kusursuz cinayet işlenmiştir artık. Götürürsünüz en yakın finans kuruluşuna, alırsınız krediyi. Bugün çek kullanıp da hatır çeki kesmeyen tacir pek yoktur. Bu tür işlemlerin büyüklüğünün milyar liraları bulduğunu biraz piyasa tecrübesi olan herkes tahmin edebilir. Hatır çeki belki de finansal sistemimizin en büyük kara deliğidir ve tamamen bize özgü bir modeldir. Dünyanın en geri kalmış ülkelerinde bile buna benzer "yaratıcı" bir enstrüman yoktur.

2. Paravan Kredi

Finans dünyamızın belki de krediden sonraki en eski ürünü "paravan kredi" denilen üründür. Dünyada kimsenin aklına gelmemiştir. Tamamen bize özgü bir finansal ürün. O nedenle bu topraklardaki tarihi muhtemelen kredi kadar eskidir. Senaryosu basittir: Kredibiliteniz mi yok, bankalar size kredi vermiyor mu, dolandırıcı mısınız; hiç sorun değil. Kurarsınız köydeki "elti"niz üzerine bir şirket, ya da sevdiğiniz bir arkadaşınızdan rica edersiniz; onlar sizin yerinize bankadan krediyi alır ve size verirler. Geri ödemeyi siz yaparsınız artık. Banka krediyi o masumlara verdiğini düşünür ama sizin gibi usta bir dolandırıcıya vermiştir maalesef. Ülkemizde paravan kredinin yaygınlığı bilinen bir gerçektir. Hatta banka size kredi vermedi mi; ne yapmanız gerektiğini sorun. Muhtemelen "yardımsever" bankacı şöyle diyecektir: "Sizin yerinize başkası çeksin." Ne kadar da harika değil mi? Finansal okuryazarlık ancak bu kadar verimli kullanılabilir. Ama ne acıdır ki, ülkemiz için saf gerçek olan paravan kredi hiçbir yabancı finans sözlüğünde yer almaz.

3. Tenekeli Mortgage

Üçüncü ürünümüz bir konut kredisi çeşidi. Mortgage adıyla pazarlanan bu tür kredilerin artık onlarca türüne rastlamak mümkün. Tamamen finansal yaratıcılığa kalmış bir alan. Fakat bu modeli hepsinden farklı. Dünyada hiçbir ülkede benzeri yok, yüzde yüz yerli malı. Diyelim ki krediye ihtiyacınız var ama bir yıllık, iki yıllık vadeler sizin için yeterli olmuyor. Daha uzun vadeli bir kredi alıp rahat rahat ödemek istiyorsunuz. Ama öyle bir kredi maalesef yok. Tüketici kredileri 3 yıldan uzun olamıyor. Kısa vadeli bir kredi alırsak sıkışıp ödeyememe ihtimalimiz var. Peki, ne yapacağız öyleyse? Hemen memleketteki "bacanak"a evinizi satacaksınız. Bacanak bankaya gidip konut kredisi ile sizin evi alacak ve siz de parayı alacaksınız. Evinizin mülkiyeti sizden çıkmış olsa da mühim değil. Ne de olsa bacanak; istediğinizde size geri verecektir. Ne kadar güzel değil mi? Adını sorarsan, "tenekeli mortgage" olsun. Bu tür satışların son derece yaygın olduğunu çevrenizdeki kişilerden de öğrenebilirsiniz. Mutlaka bu tür bir işleme aracılık etmiş kişilere rastlayacaksınız. Tenekeli mortgage pazarı son derece büyüktür ve dünyanın hiçbir yerinde de benzeri yoktur.

4. Cesur Mortgage

Bir konut kredisi almak için yasalar gereği %25 sermaye payı gerekir. Finans kuruluşları en fazla %75'ini finanse ederler. O nedenle mortgage alacak kişinin, evin fiyatının %25'ini özkaynakları ile ödeyebilmesi şarttır. Peki ya bu kadar paraya sahip değilse ve bir yerlerden de bulamıyorsa? Bu durum ev almanıza pek mani değildir açıkçası. Eğer gözüpek biriyseniz ve %75'ini bir finans kuruluşundan konut kredisi ile finanse edebiliyorsanız, kalan %25'lik kısmı başka bir kuruluştan tüketici kredisi ile sağlayabilirsiniz. Her iki krediyi de birkaç gün içinde alırsanız yine kusursuz bir cinayet işlemiş olursunuz. Ne yasalar, ne finans kuruluşları ne de ahlaki bir engele çarparsınız. Evin bedelinin %100'ünü finanse etmiş olursunuz. Cesur Mortgage piyasası, bu piyasaya hizmet veren "tezgahüstü gayrimenkul danışmanı" kuruluşların artmasıyla giderek büyümektedir.

5. Dostlar Alışverişte Görsün

Kısa vadeli nakit sıkışıklığı herkesin başına gelebilir. Eğer kredi kartınızdan nakit çekebiliyorsanız bu sorunu aşabilirsiniz; peki ya çekemiyorsanız? Birçok kredi kartının nakit çekme limiti ya yok ya da sınırlı seviyede. İşte böyle bir durumda yapmanız gereken şey şu. Bir arkadaşınızın dükkanına girip önce "Hayırlı işler" diliyorsunuz. Kredi kartınızı arkadaşınıza uzatıp 1000 lira çekmesini söylüyorsunuz. Arkadaşınız bu paraya karşılık bankaya %1 komisyon ödüyorsa sizden %2 kesip kalan parayı size ödüyor. Artık 980 lira cebinizde. Bu tutarı kredi kartından çekseniz muhtemelen 20 liradan çok daha fazla nakit çekme komisyonu ödeyecektiniz. Üstelik arkadaşınız da durup dururken 10 lira kazanmış oldu. Ne kadar da harika değil mi? Bu tür bir finansal işleme dünyada sadece bu topraklarda rastlayabilirsiniz, bilmenizde fayda var. Bu arada insanlar sizi alışveriş yapıyor zannedeceklerdir; dostlar alışverişte görsün, ne zararı var?

6. Bölünmüş Kişilik Kredisi

Diyelim bir firmanız var ve kredi kullanıyorsunuz. Adınız Kobi olduğu için tüm finans kuruluşları kredi vermek için kapınızda. Siz de hiçbirini kırmıyorsunuz ve elden geldiğince kredi kullanıyorsunuz. Fakat bir sorun var, bu kredilerin bir de ödeme zamanı var. O gün geldiğinde bankanız size yeni kredi vermiyor, eskisinin ödenmesini bekliyor. Ama şirketinizin kasasında hiç para yok. Ne yapacaksınız, krediyi ödeyemeyip tahakkuka mı düşeceksiniz? Elbette ki hayır. Bir finans kuruluşuna gidip bireysel ihtiyaçlarınız için tüketici kredisi talep edeceksiniz. Muhtemelen o ihtiyacın ne olduğunu sormayacaklardır, zaten sorsalar da siz şirketimin ödemesi için çekiyorum demeyeceksiniz. Böylece bir tüketici kredisi alıp şirketinizin diğer bankadaki borcunu ödemiş olacaksınız. Yine dünyada hiçbir örneği olmayan bu finansal enstrümanın ne kadar yaygın olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Birçok Kobi bu tekniği iyi bilir.

7. Çapraz Kefalet

Kredilere kefil olma ülkemiz finans piyasalarında son derece yaygın bir uygulamadır. Kişi borcunu ödeyemezse kefil ödemek zorundadır. O nedenle de oldukça riskli bir katılımdır. Hiç kimse kolay kolay kefil olmak istemez. Aile üyelerine bile kefaletten korkulur. Fakat bu durum finansal şeytanlığımız için bir kısıt değildir. Ona da bir çözüm bulunmuştur. Eğer çekeceğiniz 100 lira krediye arkadaşınız kefil olmuyorsa, onu karşı karşıya kalacağı risklere karşı sigortalayabilirsiniz. O da 100 lira kredi çeker ve siz de ona kefil olursunuz. Böylece bir nevi swap işlemi yapılmıştır. Artık herkes kendi borcunu ödeyecektir. Dünyada benzer bir ürünü keşfedebilen başka bir ülkenin çıkmaması gerçekten şaşırtıcıdır.

8. Anaparayı Öte Dünyada Öde Kredisi

Diyelim ki bir tüketici kredisi çektiniz ve bir süre sonra ödeme isteğiniz kırıldı. Taksit tutarı için ayırdığınız parayı da alışverişe harcadınız. Ne olacak öyleyse, banka sizin hakkınızda 90 gün bekleyip takibe mi geçecek? Biraz finansal şeytanlığınız varsa yapmanız gerekeni biliyorsunuzdur. Ya da muhtemelen arkadaşınız size söyleyecektir. Başka bir bankaya gidip kredinizi yapılandıracağınızı söyleyeceksiniz. Banka bu duruma memnun olacak ve hem kredinizin ödenmeyen kısmını ödeyecek, hem de üzerine harcamanız için bir miktar daha para verecek. Artık bankaların nasıl çalıştığını öğrendiniz, birkaç ay sonra ne yapacağınızı biliyorsunuz. Başka bir bankaya gidip daha fazla kredi alıp eskisini kapayacaksınız. Borcunuzun artması canınızı sıkmasın. Bu sistemde ödeyememe ihtimaliniz bulunmuyor. Sonsuza kadar yapılandırabilirsiniz. Allah uzun ömür versin, anaparayı öte dünyada ödersin artık.

Bu sekiz finansal ürünün hepsinin "Türk Malı" olmak dışındaki ortak özelliği taraflardan biri için iyi sonuçlar yaratırken diğerleri için kötü sonuçlar yaratmalarıdır. Yani aslında botanikçinin başına gelenle aynı şey olmaktadır. İyinin ne olduğu taraflar aşısından farklı anlama sahiptir. Fakat bir piyasada asıl olması gereken toplam zararı asgarileştirici davranışlardır. Bunun gerçekleşmesi için gerekli olansa eğitimdir. Çünkü belirli şekillerde davranabilme becerisi gökten zembille inmez. O nedenledir ki finansal okuryazarlığı arttırmadığınız sürece bencilce davranışların yarattığı bu tür finansal enstrümanları azaltamazsınız. Sonuçta olan sadece piyasaya olmaz, aynı zamanda kıt kaynakları da kötü şekilde kullanmış olursunuz.

Finansal okuryazarlığımız düşük olabilir ama finansal şeytanlığımız şimdilik gayet iyi.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Düşen meteoru Teknoloji başlığı altına koyan haber sitesi!

Popüler kültür eleştirmeni Neil Postman'a göre, televizyonculuk tarihinin en önemli programı 20 Kasım 1983'te ABC kanalında gerçekleşti. ABD ile Rusya arasındaki nükleer savaşı anlatan The Day After filmini o gün 100 milyon kişi izlemişti. Bu televizyonculuk tarihinin en yüksek izlenme oranıydı. Ama Postman'a göre o günü önemli kılan şey bu değildi. Filmin ardından ekrana gelen ve nükleer felaket olasılığının tartışıldığı açık oturumdu. Açıkoturuma katılan altı kişi konularında dünyanın en önemli söylem sembolüydüler. Hatta bazıları belki de tüm zamanların. Dış politika uzmanı Henry Kissinger, dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara, son yüzyılın en önemli politik aktivistlerinden Elie Wiesel, en önemli astronomlarından Carl Sagan, Yazar William Buckley ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Brent Scowcroft. Açıkoturum, televizyonun salt bir eğlence aracı olmadığı, "sorumlu" ve "ciddi" bir bilgilendirme aracı olduğunun ispatı gibiydi. Herkes bu altı kahramanı dinlemeye başlamıştı; acaba bir nükleer savaş çıkar mıydı?

Entellektüel ağırbaşlılık sahibi bu altı adam, nükleer savaş olasılığı ile ilgili sırayla konuşmaya başladılar. Herkes bir şey söylüyordu ve kimse birbirinin sorusuna yanıt vermekle yükümlü hissetmiyordu. Sanki her biri güzellik yarışmasındaymış gibi sırayla söz alıyor ve sürelerini aşmıyorlardı. Konuşmacıların amacı sorulan sorulara yanıt vermek değilmiş de sanki kendi konumlarıyla ilgili bir etki bırakmakmış gibi konuşuyorlardı. Kissenger, yazdığı kitaplardaki önerileri sıralayarak, izleyicilerden artık Dışişleri Bakanı olmadığına üzülmelerini ister gibiydi. McNamara, önceki gün Almanya'da yediği öğle yemeğinde önerdiği çözümleri sıralıyordu. Wiesel, uydurma meseller ve paradokslar yardımıyla insanlığın trajik durumunu vurguluyordu. C.Sagan, silahların dondurulması yönündeki varsayımlarını gezegen adına konuşan bilim adamı rolünde sıralıyordu. Kısacası, düşünürmüş gibi görünen bu adamlar bir tiyatro sahnesinde oynar gibiydiler: Ciddiyet pozu kesmeler, kimsenin idrak edemediği bir anlam... Programdan çıkan sonuç açıktı. Televizyon, düşünmeyi sağlamak için değil alkış almak içindir. Yani her zaman bir eğlence aracıdır.

Bugün bu gerçeği birçok insan bildiği için haberleri internetteki haber kanallarından almak yoluna gitmektedir. Kısa sürede habere ulaşma, çağın en önemli kişisel gereksinimlerinden biri durumuna geldi. İnternet haber portalları içinde en çok okunanı Hürriyet. Sunulan içeriğin genişliği, haber sayısı, hız ve derinlik gibi nedenler Hürriyet'in okunmasının en önemli sebepleridir diye düşündük ve bunu öğrenmek için araştırmaya başladık. Neden Hürriyet okuyoruz?

Bu sorunun yanıtını bulmak için Hürriyet Gazetesinin internet portalında yer alan haberleri, sunum şekilleri ve haberin niteliği açısından inceledik. Anasayfada her an yer alan 100'ün üstünde görselli haberi, bir ay boyunca günün değişik zamanlarında kontrol ederek ne tür içerik sunduklarını kaydettik. Sınıflandırmada, ana sayfada yer alan görselli haberleri kullanırken reklamları sınıflandırmaya katmadık. Sunulan içerikleri beş konu başlığı altında sınıflandırdık ve her bir konu başlığında bir ay boyunca kaç haber verildiğine baktık. Politikadan dünya haberlerine, bilimden ekonomiye kadar olan geniş alanı "Haberler" olarak kaydettik. Haberlerin dışında dört farklı konu başlığı daha ana sayfada hakim durumdaydı. Bunlar Eğlence, Şiddet, Cinsellik ve Spor içerikli haberlerdi. İşte bu beş kritere göre, Hürriyet Gazetesinin internet haber portalında bir ay içinde gözlemlediğimiz yaklaşık 4.000 haberin, sunum şekilleri ve içeriklerine göre dağılımları şu şekildeydi:

Eğlence; %57
Cinsellik; %14
Spor; %8
Şiddet; %5
Haberler; %16

Görüldüğü gibi bir ay boyunca yayınlanan haberlerin %57'si eğlence konularında veya olayların eğlenceli yönleriyle ilgili. Cinselliği çağrıştırıcı haberler ise toplam haberlerin %14'ünü oluşturuyor. Spor %8'ini ve şiddet içeren haberlerse %5'ini oluşturuyor. Politika, günlük gelişmeler, dünyadan olaylar, ekonomi, bilim ve diğer toplumsal konularda verilen haberler ise anasayfadaki haberlerin sadece %16'sını oluşturuyor. Bu haberleri de anasayfadaki kışkırtıcı görseller arasından bulmak için herhalde insanın biraz bilgisayar mühendisi olması gerekiyor. Yazık!

Neil Postman'ın televizyonun bir eğlence aracından başka bir şey olmadığını öne süren düşünceleri sanıyoruz pek de hata içermiyor. Fakat gelişen iletişim teknolojileri ile birlikte bu eğlence dünyasına her an yeni enstrümanlar katılıyor. Şu sıralar internetten yayın yapan haber portallarında olduğu gibi. Neredeyse haberlerin tamamı eğlence öğeleri içeriyor. Trajediler, savaşlar ve büyük yıkımlar, ya şiddet ya da eğlence boyutlarıyla sunuluyor. Haberin kendisine ya da o konuda bir uzman düşüncesine hiç yer verilmiyor. Gerçekten çok vahim...

Bu haberlerin çoğu yaşamımız üzerinde hiçbir etki yapmadığı gibi, üzerinde konuşulacak yanları da yoktur. Hiçbir anlamlı eyleme yönlendirmeleri mümkün değildir. Yaptıkları tek şey zamanı ve dikkati bölmektir. Haberler, ya heyecanla dikkat çekilen ya da süratle unutulacak sloganlar biçimine büründürülmüştür. Haberlerin dilinde hiçbir süreklilik izi yoktur. Her haber kendi bağlamında tek başına bir haberdir. Habere anlam yüklemek, eğer başarabilirse, okuyucunun kendisine aittir; haberi yayınlayanın hiç sorumluluğu yok gibidir. Bu haberler bilgi, düşünme ve katarsis değil sadece bir eğlenme çerçevesi sunarlar. Kısacası internet haberciliği sahte bağlam, ilgisizlik, tutarsızlık ve acizliğin sultasında bulunan bir kültürden bize sunulan bir eğlence mabedinden başka bir şey değildir.

Şurası açık ki, Türkiye'de hiçbir komedyen Hürriyet haber portalı kadar eğlendiremez. Sadece haberlerin %57'sinin eğlence bağlamında sunulması değil... Siz hiç Rusya'ya düşen meteoru teknoloji başlığı altına koyan haber sitesi gördünüz mü?

30 Ekim 2014 Perşembe

İstatistiksel falcı geldi hanııım!!!

Evlenmek herkes için önemli bir sorun. Kimle, nasıl biriyle, ne zaman evleneceğini herkes merak eder. Bunu öğrenmek isteyenler yıldız fallarına, kahve fallarına veya maharetli falcılara fazla mesai ayırmayı tercih edebilirler. Erkeklerin evlilik yönlü beklentileri kadınlara göre daha düşük olduğu için kadınların bu konuda "bilgiye daha aç" olduklarını söylemek hata olmaz. O falcı bu falcı, o astrolog bu astrolog dolaşılmasa da kadınlar için evleneceği kişi hep bir merak konusudur. Bilimin bugüne kadar bu yönde bir başarısı olmadığı için de kadınlar gerekli "bilgi"yi falcılarda ararlar. Ama falcıların geçmiş hakkındaki yorumları %90 doğru çıkarken gelecek hakkındakilerin %10 bile doğru çıkmamasının ardındaki psikolojik değerlendirmeyi yapabilecek çok az insan olduğu için faldan "aydınlanma" bekleyen insan sayısı hep artar.

Bugüne kadar bilim dünyasının başaramadığı bir şeyi ilk kez iRRasyonel olarak denemeye karar verdik: Ne zaman, kiminle evleneceksiniz? Bunu yaparken de falcılık gibi ezoterik bir bilgi kaynağı yerine istatistik gibi bir bilim dalını kullandık. TÜİK'in 2013 yılı evlenme istatistiklerini inceleyerek tüm soruların yanıtlarını bulduk. Daha fazla uzatmadan kadınlar için bilimsel kehanetlerimize başlıyoruz. İşte müstakbel eşiniz ve evliliğinizle ilgili en önemli ayrıntılar:

Kaç yaşında evleneceğim?

TÜİK'in 2013 evlenme istatistiklerine göre evlenen kadınların %89'u 29 yaşından önce evlenmiş oluyor. Eğer 30-34 yaş arası bir kadınsanız evlenme ihtimaliniz %7. 35-39 yaş arası iseniz evlenme ihtimaliniz %2. Eğer 40'ı geçmiş biriyseniz evlenme ihtimaliniz ise sadece %1'ler seviyesinde.

Ortalama evlenme yaşının kadınlar için 2013'te 23,6 olarak belirlendiğini de söylemeden geçmeyelim.

Kaç yaşında bir erkekle evleneceğim?

20-24 yaş arasında bir kadınsanız, %47 ihtimalle 25-29 yaş arasında biriyle, %11 ihtimalle 30-34 yaş arası bir erkekle evleneceksiniz. Kendi yaşınızda biriyle evlenme ihtimaliniz ise %36.

Eğer 25-29 yaş arasındaysanız %54 ihtimalle kendi yaşınızda biriyle evleniyorsunuz. 30-34 yaş arasında biriyle evlenme ihtimaliniz %26, 20-24 yaş arasında biriyle evlenme ihtimaliniz ise %10. 40 yaşından büyük bir erkekle evlenme ihtimaliniz ise sadece %1.

Tahsilli biriyle mi evleneceğim?

Eğer kendiniz gibi üniversite bitirmiş bir erkekle evlenmeyi arzu ediyorsanız, gerçekleşme ihtimali %53. Orta-Lise bir tahsil almış erkekle evlenme ihtimaliniz %41. İlkokul mezunu biriyle evlenme ihtimaliniz ise %6.

Ne zaman evleneceğim?

TÜİK verilerine göre Haziran ayında evlenme ihtimaliniz %13. Ağustos ve Eylül aylarında ise %11. Ocak'ta evlenme ihtimaliniz ise sadece %5. Evlenenlerin %45'i Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarını tercih ettiğine göre sizin de bu aralığı tercih etmeniz sürpriz olmaz.

2013 yılı evlenme istatistiklerine biraz farklı bir açıdan bakılırsa bu sonuçlara ulaşılacaktır. Gelecek elbette ki geçmişin tekrarı değildir. Ama tarihi verilerin üzerine inşa edilmiş istatistikten ekonomiye, tarihten termodinamiğe kadar kaç bilim dalı olduğunu varın siz hesaplayın. Eğer siz de astrolog ve falcıların verdiği "en kısa sürede, yakında, üç vakte kadar" gibi cevaplardan sıkıldıysanız bir de istatistiği deneyin. Belki siz de istatistiğe inanma, istatistiksiz de kalma diye düşünenlerden olursunuz.

Haydi, istatistiksel falcı geldi hanııım!!!!

29 Ekim 2014 Çarşamba

Ekonomiden anlamayan golcüden de anlamaz!

Futbolda işlerin kötüye gittiği zamanlarda futbolculara ödenen ücretler eleştiri basamaklarının üst sıralarına tırmanır. Özellikle de gol atma noktasında başarısız olan futbolculara. Gerekçe basittir: "Bu futbolcuya bu kadar ödenir mi?" Belki ne kadar ödenmesi gerektiği bilinse o kadar ödenmez ama bilinmediği için ödenmiştir işte.

Futbol yorumcuları belli kıyaslamalar yaparak futbolculara ödenen paraların ne olması gerektiğini tartışırlar. Kıyaslamalar toplam maliyetler üzerinden yapıldığı için sonuç pek aydınlatıcı olmaz çoğu zaman. Mesela Ronaldo'ya verilen 21 milyon euro ile Burak Yılmaz'a verilen 3 milyon euroyu kıyaslamak muğlak bir sonuç verir. Ronalda, Burak'tan 7 kat daha pahalıdır ama 7 kat daha iyi bir oyuncu mudur sorusunun objektif bir yanıtı olmadığı için tartışmalar yetersiz kalır. Peki öyleyse, objektif çıkarımlar yapabilmek için nasıl bir kıyaslama yapmalıyız?

iRRasyonel olarak bu çetrefilli soruya yanıt bulmak için istatistikler ve İktisada Giriş kitabı arasında mekik dokuyan bir çalışma yaptık. İktisatçılar, üretilen malların maliyetlerini uzun bir süre birbiriyle kıyaslayarak ekonomiye yön verdiler. Ama bir gün bunun pek de mantıklı olmadığını fark ettiler. Yani Ronaldo'nun 21 milyonluk maliyeti ile Burak Yılmaz'ın 3 milyonluk maliyetini kıyaslamak ekonomi bilimi açısından mantıklı çıkarımlar yapmaya meydan vermiyordu. İşte o zaman iktisatçılar marjinal maliyet denilen başka bir kavramı keşfettiler. Bu ölçü birimi onlara malları birbiriyle kolayca mukayese etmeye ve ekonomik planlama yapmaya imkan veriyordu. O günden beridir de ekonomide malların değeri marjinal maliyetleri ile belirlenir.

Marjinal maliyet, kısaca üretim miktarını bir birim arttırdığımızda toplam maliyetteki değişmedir. Eğer telefon üretiyorsanız, telefonun tasarlanmasından başlayıp satışıyla son bulan sürece toplam maliyet, bir adet daha telefon üretmek için katlanılan maliyete marjinal maliyet denir. Bu bakış açısını amacı futbol denen oyunda gol atmak olan golcü futbolcular için uygulayacak bir model geliştirdik. Temel varsayımımız şuydu: Ronaldo'ya bir yılda ödenen 21 milyon euro kıyaslama yapmak için yeterli değildir; asıl bilinmesi gereken görevi gol atmak olan Ronaldo'nun her attığı gol başına ne kadar ücret aldığıdır. Bu onun marjinal maliyeti olur ki; eğer golcülerin marjinal maliyetlerini bulursak onları birbirleri ile kıyaslayabilecek somut bir kritere sahip oluruz.

Ronaldo'ya bir yılda ödenen toplam ücret 2013-2014 sezonu için 21 milyon eurodur. Ronaldo, o sezon toplam 51 gol atmıştır. En önemli görevi gol atmak olan Ronaldo'ya attığı gol başına 411.765 euro ödenmiş demektir. Yani Ronaldo'nun marjinal maliyeti 2013-2014 sezonunda 411.765 eurodur.

Aynı sezonda Burak Yılmaz'a ödenen ücret 3.160.000 eurodur. Burak'ın attığı gol 18 olduğundan, Burak'ın marjinal maliyeti 175.556 eurodur. İşte şimdi Ronaldo ile Burak arasında bir kıyaslama yapabiliriz. Buna göre Burak Yılmaz'a sezonda bir gol atması için 175.556 euro ödenirken, Ronaldo'ya 411.765 euro ödenmektedir. Ronaldo'ya ödenen Burak'a ödenenin 2 katından biraz fazladır. Peki bu mantıklı mıdır?

İşte bu noktada bilanço tanımlamasıyla, elinizdeki "ticari malın" piyasa değerinin ne olduğuna bakabilirsiniz. Ronaldo'nun piyasa değerinin 144 ila 167 milyon dolar arasında olduğu bazı kaynaklarda belirtiliyor. Burak'ın piyasa değerinin 20 milyon dolar seviyelerinde olduğu söyleniyor. Şimdi her iki rakamı birlikte yorumlayalım. Piyasa değeri 7 kat fazla olan bir futbolcuya gol başına sadece 2 misli fiyat ödemek sizce bir çelişki içermiyor mu?

Bu çelişkinin ne olduğunu bulmak için biraz daha ilerleyelim. Ronaldo ile Burak'ın bu sezonki marjinal maliyetlerine bakalım. Ronaldo'nun bu sezonki marjinal maliyeti şu an için 1 milyon euro. Burak'ınki ise 750.000 euro. Aradaki fark neredeyse kapandı. Yani kaba bir yorumlama ile Ronaldo ve Burak'ın attıkları gol başına aynı ücreti aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki sizce bu mantıklı mı?

Birkaç yerli futbolcunun daha marjinal maliyetini bularak bu soruya yanıt vermeye çalışalım. Son milli maç için A Milli Takım kadrosuna gol atmaları için çağrılan diğer iki futbolcumuza bakalım. Bir Umut Bulut, diğeri Mustafa Pektemek.

Umut Bulut, 2013-2014 sezonunda 2.440.000 euro ücret elde etti. Aynı sezonda attığı gol sayısı 8. Bu durumda takımına marjinal maliyeti 305.000 euro.

Mustafa Pektemek'in ise 2013-2014 sezonunda elde ettiği ücret 1.194.346 euro. Aynı sezonda attığı gol sayısı 3 olduğuna göre marjinal maliyeti 398.115 euro.

Şimdi bu dört futbolcunun marjinal maliyetlerini euro cinsinden tekrar belirtelim:

Burak Yılmaz; 175.556 Euro
Umut Bulut; 305.000 Euro
Mustafa Pektemek; 398.115 Euro
Cristiano Ronaldo; 411.765 Euro

Üç yerli golcünün marjinal maliyetleri neredeyse Ronaldo'nunki kadar. Yani Mustafa ile Ronaldo'ya 1 gol atsın diye takımlarının verdiği ücret hemen hemen aynı. Bu gerçekten çok düşündürücü ve vahim bir tablo. Çünkü bu iki futbolcunun piyasa değerleri arasında korkunç bir uçurum var. Öyleyse şu çıkarımı artık kolayca yapabiliriz: Yerli golcülere ödenen ücret çok uçuk!

İşte futbolumuzun temel sorunu budur. Golcülerin maliyeti değil marjinal maliyeti yüksektir. Bu sonuçları herkes istediği gibi yorumlayabilir. Ama şu değerlendirmeyi eleştirmek pek mümkün gözükmüyor: Ekonomiden anlamayan golcüden de anlamaz!

22 Ekim 2014 Çarşamba

İcat çıkarma evladım; kısmetse olur!

Dünyanın en önemli "guru" katliamı 1978 yılında Amerika'da yaşandı. Çağın en etkili sahte peygamberlerinden Jim Jones, 911 müridini intihar etmeye ikna edecek kadar etkili bir guruydu. Katliama giden yolda Jim Jones önce kendini peygamber, sonra da sosyalist tanrı ilan etmiş, ardından da trajik son gelmişti.

Bugün bu tür olaylarla pek sık karşılaşmasak da guru denilen, okulu olmadığı için tanımlanabilir nitelikleri de olmayan kişilere bağımlılık oldukça yaygındır. Hatta kitle kültürü tarafından kişisel gelişim adıyla popülerleştirilen bir eğilimdir. Bilimin, sanatın, pozitif bilimlerin hakim olduğu bir dünyada bu tür eğilimlerin azalmış olması herkesin faydasınadır. Aklın hakim olduğu yerde sorunların çözümü de kolay olacaktır hiç şüphesiz.

Ülkemiz entellektüelliğinin hangi yönde yeşerdiğini, pozitif bilimlere olan tutkunun nasıl şekillendiğini, aklın ve bilginin ne kadar hakim olduğunu görmek için bir araştırma yapalım dedik. Acaba halkımız ne tür kitaplara ilgi gösteriyordu? Toplum olarak ne tür kitaplar okuyorduk?

Bunun yanıtını bulmak için kitap satış rakamlarını internet üzerinden açıklayan önemli bir kitap satış sitesinin (www.kitapyurdu.com) çok satanlar rakamlarına baktık. Acaba son bir yıl içinde en çok hangi kitaplar okunmuştu?

İlk baktığımız konu bilimdi. Kimyanın okullarda okutulmasına gerek olmadığını zaten biliyorduk. Peki diğer bilim dallarına gerek var mıydı? Bilim konu başlığında son yılın en çok satan ilk beş kitabı ve satış miktarları şöyleydi:

Incognita (D.Eagleman); 1.622 Adet
Kuantum Teorisi Felsefesi ve Tanrı (C.Taslaman); 1.352 Adet
Einstein Bulmacası (J.Stangroom); 1.032 Adet
Evrim Teorisi Felsefesi ve Tanrı (C.Taslaman); 808 Adet
Zamanın Kısa Tarihi (S.Hawking); 503 Adet

Anlaşılan her konuya yorum yapma yeteneğine sahip halkımız bilimsel konulara pek ilgi duymamıştı. Kimya kadar diğer bilimlere de pek gerek yoktu. Peki heykelleri aşırı müstehcen ya da ucube olarak eleştirebilen halkımızın sanatsal konulara ilgisi nasıldı? Sanat konu başlıklı kitaplardan en çok satan beş adedinin satış rakamları şöyleydi:

Sanatın Öyküsü (E.H.Gombrich); 651 Adet
Yeni Başlayanlar için Hat Sanatı (Ö.F.Dere); 482 Adet
Çizimin Sırları (B.Barber); 325 Adet
Mimarlık Okulunda Öğrendiğm 101 Şey (M.Frederick); 264 Adet
Gerçekten Bilmemiz Gereken 50 Sanat Fikri (S.Hodge); 184 Adet

Rakamları yorumlamak pek zor değildi. Sanattan gayet iyi anladığımız için kitaplarını okumaya gerek görmemiştik.

Acaba üç kıtaya ders verdiğimiz kültür konusunda durum neydi? Alışveriş merkezindeki Adidas bayisinin "siftah" edip etmediğini düşünen Nike bayisi kadar çok kültürlülüğe açık mıydık? Kültür konusunda en çok satan ilk beş kitabın satış performansı şöyleydi:

Bu Ülke (C.Meriç); 4.159 Adet
Beş Şehir (A.H.Tampınar); 2.973 Adet
İlber Ortaylı Seyahatnamesi (İ.Ortaylı); 2.357 Adet
Türk Ülküsü (H.N.Atsız); 820 Adet
Eski Dünya Seyahatnamesi (İ.Ortaylı); 499 Adet

Kültüre ilgimizin bilimden ve sanattan daha fazla olduğu hemen göze çarpıyordu. Söyleyecek bir şey yok gibiydi. Son olarak toplum mühendisliğinde dünyanın en önde giden ülkesi olmamızdan hareketle Sosyoloji kitaplarına baktık. Sosyoloji kitapları ne kadar satmıştı acaba?

Işık Doğudan Gelir (C.Meriç); 1.351 Adet
Okulsuz Toplum (I.Illich); 1.302 Adet
Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri (Kollektif); 987 Adet
Küreselleşme Sürecinde Türkiye'de İslam (C.Taslaman); 467 Adet
Kültürden İrfana (C.Meriç); 451 Adet

Toplum mühendisliğini zaten çok iyi bildiğimiz için sosyolojiye de pek ilgi duymamıştık anlaşılan.

Tüm rakamları istatistiksel açıdan değerlendirdiğimizde; en çok okunan ilk beş bilim kitabı 5.317 Adet satmıştı. En çok satan ilk beş Sanat kitabı 1.906, Kültür kitabı 10.808, Sosyoloji kitabı ise 4.558 Adet satmıştı. Bir toplumun entellektüellik seviyesini gösteren Bilim, Sanat, Kültür ve Sosyoloji gibi dört önemli konuda en çok satan beşer kitabın toplam satış miktarı 22.619 adetti. Bu rakamı biraz daha anlamlı kılmak için en çok satanlar listesindeki diğer kitaplara bakalım dedik. Edebiyat kitaplarının ağırlığındaki listeden adebiyat dışındaki kitapları çektiğimizde çarpıcı bir duruma rastladık. En çok satanlar listesindeki edebiyat dışı ilk beş kitap ve satış rakamları şöyleydi:

Allah De Ötesini Bırak (Uğur Koşar); 24.929 Adet
Elif Gibi Sevmek (H.Anıl Öztekin); 12.832 Adet
Bana Allah Yeter (U.Koşar); 9.691 Adet
Rabbin İçin Sabret (U.Koşar); 4.048 Adet
Kendini Bilen Rabbini Bilir (U.Koşar); 3.721 Adet

Rakamlar gerçekten düşündürücüydü. Bilim, Sanat, Kültür ve Sosyoloji konularında en çok satan beş kitap listenin en başındaki kitap kadar bile satmamıştı. Üstelik aynı yazarın diğer üç kitabı da en çok satanlar listesindeydi. Ve beş kitabın ortak özelliği ise dini değerlere gönderme yapan dilsel lafazanlık içermesiydi. Kitapların özetlerini okuduğumuzda, internette kolayca bulunabilecek New Age öğretilerin dinsel motiflere transpoze edilmiş halleri çıkıyordu karşımıza. Yani aslında yapılan şey Jim Jones'un vaizliğinden farklı bir şey değildi.

Hayatın anlamı üzerine özel bilgi sahibi olduğunu iddia edenler ve bundan dolayı da, başkalarına hayatın nasıl yaşanması gerektiği konusunda söz söyleme hakkı olduğunu sananlar, yani Jim Jones'lar, maalesef ülkemiz entellektüelliğine hakim olmuş durumdalar. Benim gurum iyi, seninkisi kötü gibi savunmaların, tanımlanabilir nitelikleri belli olmayan kişiler için bir anlam ifade etmeyeceği açık olduğuna göre, durumun vahameti ortadadır. Herkes kendi Jim Jones'unun peşinde koşarken bilim de giderek anlamını yitirmektedir. Maalesef eski atalarımızdan buyana bilime bakış açımız pek değişmemiştir: İcat çıkarma evladım; kısmetse olur!