25 Şubat 2014 Salı

Verdik ... gitti korku!

Bu yılın başı itibariyle devlet eliyle elektrik dağıtımı bitmiş oldu. Sektör tamamıyla özelleştirildi. Amaç geçmiş yıllardaki zarar, kayıp, kaçak ve tahsilat problemlerine son vermek. Deniliyor ki bundan sonra yatırım harcamaları özel sektör tarafından yapılacak ve performansa dayalı bir faaliyet sürdürmek suretiyle sektörün kronik sorunlarına çare bulunacak. Tüm bunların sonucunda da tüketicilerin maliyeti düşecek. Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? İnsanın gözlerini kapayıp inanası geliyor. Geliyor geliyor da hani bir söz vardır "dünyanın neresinde var!" diye. İşte kafanızı kaldırıp dünyaya baktığınızda özel sektör eliyle dağıtılan elektriğin nasıl manipüle edildiğini görmeden edemiyorsunuz.

2000 ve 2001 yılları arasında California Elektrik Krizi adı verilen büyük bir elektrik kesintisi şoku yaşadı Amerikalılar. Açıklamalar en yetkili ağızlardan geliyordu. Sorun elektrik üretimindeki yetersizlikti. Maalesef büyük bir elektrik sıkıntısı vardı. Halk uzun süreli kesintilerle yaşamaya alışmıştı. Dağıtıcı şirket halkı bir an önce elektriğe kavuşturmak için elinden geleni yaptığını söylüyordu. Ne de olsa onlar da kazanacaktı. Ama ellerinden de pek bir şey gelmiyordu. Ne de olsa elektrik üretimi yeterli değildi. Hem sonra bu elektriği dağıtan şirket Amerika'nın en önemli şirketi değil miydi? Onlar nasıl olsa bir çözüm bulurlardı. Çünkü onlar Enron'du!

Fakat maalesef Enron bile bu krize bir çözüm bulamamıştı. Elektrik üretimi o kadar azdı ki yapacak fazla bir şey yoktu. Elektrik fiyatı arttırılmalıydı. Elektrik fiyatları %800 arttırılarak sorun çözülmüştü. Artık elektrik filan kesilmiyordu. Ne kadar da harika değil mi?

Bu işte bir iş vardı ama kimse anlayamamıştı. Üzerine Enron'un iflası da gelince her şey unutulmuştu. Derken 2005 yılında bir tape düşmüştü basına. Enron şirketinin üst düzey yöneticileri arasında yapılan bir telefon görüşmesini içeriyordu. Şirketin yöneticilerinden biri santral sorumlusuna elektriği kesmesini ve halka da inandırıcı bir açıklama yapmasını istiyordu. Her şey o anda anlaşılmıştı.

Enron, elektrik fiyatlarını arttırmak ve devletin sektör üzerindeki kurallarını hafifletmek için planlı bir elektrik kesme operasyonu başlatmış ve tam altı ay sürdürmüştü. Ta ki amacına ulaşıncaya kadar. Fiyat %800 artarken sektör üzerindeki düzenlemeler kaldırılmıştı. Elektrik üretiminin az olduğu açıklaması ise tamamen uydurmaydı. Şirketin elektrik kesintilerinden karı 1,7 milyar dolardı. Ne kadar da harika değil mi?

Sokaktaki insanın bir şeyi iyi anlaması gerekiyor. Şirketlerin temel amacı, karlarını arttırmak için sürekli farklı yöntemler aramaktır. Bunu yaparken de kendilerine verilen özgürlüğü istismar etmekte hiç çekinmezler. Acı ama gerçek!

Eskilerin dediği gibi: "Verdik kırkı, gitti korku!" Eğer yeterli gelmediyse, "kırkı" sözcüğü yerine ne istersen onu koy. Emin ol, anlam daha da pekişecek. Hadi birlikte deneyelim: Verdik ... gitti korku!

24 Şubat 2014 Pazartesi

Karizmayı da senden öğrenecek değiliz ya!

Bugün iş dünyasının yakalandığı en önemli salgın hastalıkların başında hiç şüphesiz "karizma" geliyor. Başınızı ne yana çevirseniz karizmatik görünmeye çalışan insanlarla karşılaşıyorsunuz. Herkesin farklı bir yöntemi var. Ellerini konuşmalarına kavalye eyleyen, sözlerini farklı dillerden seçen, bakışlarını mankenlere benzeten, duruşunu azametli kılan ya da duygusal etkileşimlerle cazibe yaratan. Aslında biraz eleştirel bir bakış açısıyla baktığınızda gördüğünüz şeyin sonradan şişirilmiş bir balon olduğunu anlarsınız. Fakat yine de sokaktaki insanın yenildiği bir şeydir karizma. Eğer karşıdakinde varsa onu gözünde erişilmez bir yere çıkarması kaçınılmazdır. Peki ama karizma gerçekten başarının altın anahtarı mıdır?

Kişisel gelişim sektörü ve popüler dünya için karizma başarının en önemli elementidir. Hatta çalışmaktan bile daha önde gelir. Aptal, bilgisiz ya da suratsız olmanız önemli değildir; karizman varsa yolun açıktır. Ne dersiniz, gerçek bu mudur?

Üç Amerikalı psikolog R.Hogan, R.Raskin ve D.Fazzini karizma hakkındaki sorulara yanıt bulmak için bir araştırmaya girişirler. İş dünyasının karizmatik kabul ettiği yöneticilerin psikolojik özelliklerini yakından incelemeye alırlar. Ulaştıkları sonuçları "Dark side of charisma" (Karizmanın karanlık yüzü) adlı makaleleri ile yayınlarlar. Karizma hakkında ulaştıkları gerçek oldukça tüyler ürperticidir.

Onlara göre enerji, özgüven ve çekicilikleri ile iş dünyasının basamaklarını hızlıca tırmanan karizmatik kişiler narsisttirler. Yapılan önerileri kabul etmenin kendilerini zayıf göstereceğini düşünerek asla bu önerileri kabul etmezler. Diğerlerinin onlara söyleyecek işe yarar bir şeyi olmadığını düşünürler. Övgü almaya ve güven duyulmaya aşırı koşullanmışlardır. Başarısızlık ve eksikliklerinin sorumluluğunu kabul etmekten kaçınırlar.

Karizmatik yöneticiler yüksek özgüvenle karar aldıkları için diğerleri de onlara inanmak durumunda kalır. Kabul görmeye yönelik güçlü istekleri, her yeni görev için kendi kendilerini aday gösterme eğilimi yaratır. Bir örgütlenme içinde lider boşluğu oluştuğunda bunu doldurmak için eylemli bir çabaya girerler. Bu eğilimler kısa bir süre sonra yüksekten atma ve kendini beğenmişliğe dönüşür. Artık başarısızlıklarının sonuçlarını da başkalarına yıkarlar.

Hogan, Raskin ve Fazzini'ye göre karizmatik yöneticiler kısa vadede başarılı olsa da uzun vadede oldukça tehlikelidirler. Peki öyleyse gerçekten başarılı lider kimdir?

Bunun yanıtını arayan CNN Ekonomi Servisi tarihsel bir perspektifle en iyi CEO'ları mercek altına alır ve tüm zamanların en iyi on liderini belirler. Bunlar arasında CEO kulüplerine katılmayı reddeden David Packard, karı ikinci planda tutan George Merck ve karizmasını yendiğini söyleyen Sam Walton vardır. Fakat listedeki en dikkat çekici isim hiç şüphesiz Darwin Smith'tir.

Yazar Jim Collins İyi'den Mükemmel Şirkete (Good to great) adlı kitabında bu konuyu araştırır ve Kimberly-Clark şirketini uzun yıllar yöneten Darwin Smith hakkında çarpıcı bilgilere ulaşır. Kleenex ve Huggies gibi markaları yaratan bu adam ne karizmatik ne de özgüvenlidir. Mütevazi, ilgi odağı olmaktan kaçınan, kendini kanıtlamaya çalışmayan biridir. Daima ucuz takım elbiseler giyen, başarıyla böbürlenmek yerine sakince işini yapmaya devam eden bir anlayışa sahiptir. Tek gayesi işi için gereken nitelikleri kazanmak için daha fazla çalışmaktır. Utangaç, kendini kahraman görmeyen ve büyük kararları alırken korkan biridir. Wall Street'in aşağıladığı, medyanın aptal dediği biridir. İşte Darwin Smith buydu. Çok çalışan sıradan biri. Fakat sonunda şirketini sektöründe dünyanın en büyüğü yapmıştı. Başarıdan anladığı tek şey şuydu: Gerçekçi olmak karizmatik olmaktan daha iyidir.

Darwin Smith'in sözü her şeyi açıklıyor aslında. Önemli olan karizmatik olmak değil, gerçekçi olmaktır; ya da belki de çok çalışan sıradan biri olmaktır. Fakat eminiz ki birçok kişi hala şöyle düşünmeye devam edecek: Karizmayı da senden öğrenecek değiliz ya!

23 Şubat 2014 Pazar

Martılar ağlardı çöplüklerde ha!

Ekonomi haberlerinde en çok duyduğumuz kavramlardan biri "gelişen ekonomi". Her gün bu ekonomilerin yükseldiği, ilerlediği, büyüdüğü ile ilgili birçok haber gözümüze çarpıyor. Bilimsel kaynaklar, "gelişen ekonomi" kavramı konusunda farklı görüşler ileri sürüyorlar. Tam olarak üzerinde uzlaşılan bir tanımlama bulmak zor; olsa bile oldukça teoride kalıyor. Sokaktaki insanın anlayacağı bir açıklama getiren kaynak maalesef bulamadık. Hal böyle olunca da bu yanıtı biz verelim istedik. Nedir dersiniz gelişen ekonomi? Bir ekonomi nasıl gelişir?

Amerika'nın en çok tartışılan işçi hakları savunucu Charles Kernaghan, gelişen bir ekonominin nasıl olduğunu anlamak için Dominik Cumhuriyeti'ne gider. Dominik Cumhuriyeti birçok Amerikalı dev şirketin üretim üssü olarak daima büyüyen ekonomisi ile dikkat çekmektedir. Kernaghan'ın aklına şeytanca bir fikir gelir: "Eğer bir ülke gelişiyorsa bunu en iyi çöplüklerinden anlarız." Kernaghan hiç durmaz ve soluğu dev çöp yığınlarının arasında alır. Günlerce çöplükte dolaşır ve bir mücevher ustası titizliğiyle çöpleri inceler. Çöp kamyonlarının bıraktığı dev çöp dağları arasında küçük bir kutuya rastlar. Kutuyu açar ve içinden çıkan belgeleri incelemeye başlar. Gördükleri tüyler ürperticidir.

Belgeler Nike'ın Dominik'teki fabrikasına aittir. Tekstil ürünlerinin imalat usulleri ile ilgili bilgiler içermektedir. Örneğin bir gömlek yirmi iki ayrı işleme bölünmüştür. Malzemeyi kesmek için beş aşama, dikmek için on bir, etiketleme ve paketleme beş aşama. Her bir görev için belirli zamanlar ayrılmıştı. Şaşırtıcı olan şeylerden biri saniyenin on binde birinden oluşan birimlerin kullanılmasıydı. Formula1 yarışlarından daha ötesi yani. Tüm bu hesaplamalar sonrası gömleğin maliyeti 8 sente geliyordu.

Kernaghan, 8 sentlik emek değeri harcanan gömleğin etiketini alıp Amerika'ya döner ve gördüğü ilk Nike dükkanına girer. Satıcıdan gömleği ister ve fiyatını sorar. İşte tüyler ürpertici olan şey bu yanıttadır. Gömleğin fiyatı 22,99 dolardır. Yani bu gömleğin üretimi için harcanan paranın yaklaşık 300 misli.

İşte gelişen ekonomiler denilen fenomenin arkasında bu tüyler ürpertici gerçek yatar. Her ülkenin kendi yaşam doğası içinde elle tutulamaz zenginlikleri ve kırılganlıkları vardır. Bu tür ülkelerde emek ucuz, sömürü de kolaydır. Yani aslında emeğin ucuzluğu o ülkenin zenginliği, sömürünün kolaylığı ise halkın kırılganlığıdır. Çünkü ucuz emek, kişilerin, emeklerinin değerini o ülkelerin ideallerinden daha değersiz gördükleri anlamına gelir. Yani aslında o ülkenin zenginliğidir. Bu emeğin sömürülmesindeki kolaylık ise o halkın masumane duygularının ne kadar hassas ve kırılgan olduğunu gösterir. Fakat bazı acımasızlar bunu kullanmaktan asla sakınmazlar. İşte yükselen ekonomi, modern dünyanın bu sömürüye verdiği pozitif ayrımcı isimdir. Ya da daha açık söylersek, ucuz emeğin sömürülmesine gelişen piyasalar diyoruz.

Günde iki bin kere aynı düğmeyi dikip üç bin kere aynı küreği sallayan insan! Kernaghan'ın çöplükte bulduğu şey muhtemelen seni pek ırgalamayacak. Çünkü muhtemelen senin çöplükten anladığın şu eski şarkıdaki nakarattan ibaret: Martılar ağlardı çöplüklerde!

Fakat biraz düşünürsen belki çöplüklerde ağlayan şeyin emeğin olduğunu anlarsın.

Umarız gelişen ekonominin ne olduğunu ve bu ekonomilerin nasıl geliştiğini anlatabilmişizdir. Anlamayanlar için o eski nakarat: Martılar ağlardı çöplüklerde!

20 Şubat 2014 Perşembe

Tahterevallinin bir ucunda oturuyorsan diğer uçtakini iyi seç!

Bugün dünyayı büyük şirketlerin yönettiği artık su götürmez bir gerçek. Hayatın her alanında şirketlerle karşı karşıyayız. Doğal olarak da karşımıza her zaman bir şirket çalışanı çıkıyor mutlaka. Onlara güvendiğimiz ölçüde iş ilişkimizi oluşturuyoruz. Peki ama şirket çalışanları gerçekte ne kadar güvenilirdir?

Şirket çalışanları genellikle iyi ahlaklı ve dürüst insanlardır. Çoğu yaşadığı yeri ve hatta dünyayı değiştirmek için büyük ideallere sahiptir. Bu dünyayı yaşanılır kılmak için mesleklerinin onlara fırsat sunduğunu düşünürler. Fakat ortada çelişkili bir durum var. Asıl amaçları şirketlerinin çıkarlarına öncelik vermektir. Bu bilinen ikilemi göz önüne alır ve şirket çalışanları ne kadar güvenilirdir sorusunu sorduğumuzda ne yanıt vermeliyiz dersiniz?

1993 noelinde Patricia Anderson arka koltukta oturan üç küçük çocuğuyla evine doğru gidiyordu. Chevrolet Malibu marka otomobili ile kırmızı ışıkta durdu. Tam kalkmak üzereydi ki sarhoş bir şoför arkadan hızla otomobiline çarptı. Çarpmanın etkisiyle araba alev aldı ve üç çocuğun vücudunun %60'ı korkunç şekilde yandı.

Uzun yargılama sonucunda hakim firmayı suçlu buldu. Yakıt tankı arka tampondan 28 cm. uzaktaydı. Oysa bu uzaklığın en az 43 cm. olması gerekiyordu. Aracın bir yıl önceki modelinde bu uzaklık 51 cm. idi. Peki ama ne olmuştu da bu uzaklık ölümcül bir seviyeye düşürülmüştü?

Kazanın gerçekleşmesinden birkaç ay önce şirket yönetimi, tasarım bölümünde çalışan Edward Ivey'den araçlarında yakıttan kaynaklanan yangınları analiz etmesini ister. Mühendis, araştırmasını tamamlayıp raporunu hazırlar ve yönetime sunar. Yönetim raporu inceler ve kararını verir. Yakıt tankı arka tampondan 51 değil 28 cm. öteye konulacak! Peki ama neden? Bu ölümcül kararı verdiren gerekçe ne olabilir? Ya da daha açık söylersek, hangi gerekçe insan hayatından daha önemli olabilir?

Şirkete bu zalim kararı verdiren raporda aynen şu yazmaktadır: "Arabalarımızın yakıt tankının arkada olması nedeniyle her yıl 500 kişi ölüyor. Her bir ölen kişi için ödediğimiz yasal ceza 200.000 dolar. Yani bu bize her yıl 100 milyon dolara mal oluyor. Yollarda dolaşan 41 milyon aracımız olduğuna göre araç başına maliyet 2,4 dolar. Fakat eğer patlama olmasın diye yakıt tankını 51 cm. uzağa koyarsak bunun bize maliyeti 8,6 dolar. Yani 6,2 dolar daha fazla. Araç başına 6,2 dolar daha fazla ödemektense kazalarda ölenler için 200.000 dolar öderiz ve 254 milyon dolar kar elde ederiz."

İşte hesap bu kadar basittir. Fayda-maliyet analizi denilen bu yöntem bugün tüm şirketlerin ana düşünce şeklidir. Şirket çalışanları, insan hayatının kutsallığına yönelik değer yargılarına değil, insan yaşamına para cinsinden değer biçmeye eğilimlidirler. Aksi takdirde o şirketlerde görev alamazlar. Ahlaki duyguları ise en iyi durumda sadece marjinaldir.

Bugün şirketler, ortaçağda monarşinin yaptığı gibi, heybetli yapıları ve inceden inceye düşünülmüş yaklaşımları ile kendilerini yücelterek yanılmazlık ve her şeye kadirlik taslıyorlar. Sokaktaki vatandaş ise onlara alabildiğine güveniyor. Güvenmek ihtiyaç duyulan bir duygu elbette ama yine de bir şeyi unutmamak gerekiyor: Tahterevallinin bir ucunda oturuyorsan diğer ucundakini iyi seçmelisin!

15 Şubat 2014 Cumartesi

Hatalıysam, önüne yatayım!

Kadının aşağılanma ve şiddete maruz kaldığı, giderek daha fazla cinsel olarak nesneleştirildiği, erkeğin denetimi altına daha fazla girdiği ve varlığı erkeğe göre daha değersiz gibi görülmeye başlandığı tuhaf bir toplumda yaşıyoruz. Kadın erkeğin astı gibi algılanıyor neredeyse. Böyle olunca da kadına karşı işlenen suçlar da artıyor.

Bugün cinsel tacizin tanımı dünyanın her yerinde aynıdır. Kişilerin istemedikleri halde başkalarının cinsel yönelimlerine hedef olmaları durumuna cinsel taciz diyoruz. Herkesin malumudur ki tek yönlü bir davranıştır cinsel taciz. Kadınların erkeklere bu türlü bir istismar uygulayabileceklerini düşünmek en iyi tabirle hasta bir kafanın ürünüdür. Cinsel tacizin toplum içinde ne kadar yaygın olduğunu biliyoruz; peki ya finans dünyasında?

Cinsel tacizin finans sektöründe çalışan bayanlar üzerinde ne kadar yaygın olduğunu öğrenmek için iRRasyonel olarak basit bir anket yaptık. Gün boyunca müşterilere hizmet veren finans sektörü çalışanlarından 387 kişiye şu soruyu sorduk: "İşinizi yaparken hiç cinsel tacize maruz kaldınız mı?" Ulaşılan sonuç karşısında gerçekten nutkumuz tutuldu.

Finans sektöründe hizmet veren ve gün boyunca müşterilerinin finansal kararlarında kendilerine yardımcı olan 387 kişiden 371'i daha önce cinsel tacize maruz kaldığını söylüyordu. Bu sayı %96 gibi bir orana karşılık geliyordu ki, bu gerçekten inanılacak gibi değildi. Üstelik bu kişilerin neredeyse tamamına yakını bu tür uygunsuz davranışları bir defadan fazla yaşadığını söylüyordu. Tecavüz avına çıkan bu kadar çok erkeğin olması gerçekten inanılacak gibi değil. Güzel bir kadın geçerken işçilerin çaldığı ıslıkların geride kaldığını düşünüyorduk ama yanılmışız.

Şimdi bazıları şöyle düşünebilirler. Bir sohbette azıcık ileri gitmeyi tecavüz davasına döndürmenin ne anlamı var? Böyle düşünenler belki haklı olabilirler ama bu soruya kendileri yanıt verirken, taciz gören kişi yerine kızlarını ya da eşlerini koysunlar öncelikle. Bakalım yine aynı şekilde düşünebilecekler mi?

Sözü fazla uzatmanın bir anlamı yok. Erkek müşterilerin finansal kurumlardaki rezilliklerini yapılan araştırma fazlasıyla ortaya koyuyor. Bu konunun nedenleri üzerinde de duracak değiliz. Cinselliği bu kadar su yüzüne çıkmış bir toplumda psikoloji biliminin adı bile okunmuyorsa yapacak fazla bir şey kalmamış demektir. Kadınlar, zayıflıkları ve güzellikleriyle kadın avcılarının kurbanı olmaya tek başlarına karşı koymak zorundalar maalesef.

Rakamlar gerçekten şaşırtıcı. Herhangi bir sektörü kontrol grubu yapmadığımız için rakamların kıyaslanabilirliği konusunda bir şey söyleyemiyoruz. "Hatalıysam, lütfen bildir" diyerek son noktayı koyacağız ama bu tuhaf erkek toplumunda yeterli bir dikkat çekme yaratabilir miyiz bilmiyoruz. O nedenle daha dikkat çekici olsun diye günün popüler klişesi ile son noktayı koyalım: "Hatalıysam, önüne yatayım!"

9 Şubat 2014 Pazar

Yapma hacı, hatırlatırsın!

Televizyon kanallarındaki yorumcuların birçoğu izleyicilerin yoğun eleştirilerine maruz kalmış durumda. Spor programından politika programına koşturan bu yorumcular tutarsız fikirlerini sansasyonel şekilde sundukları için oldukça popüler bulunuyorlar. Yaşadığımız toplumun araştırma ve bilgiye saygısı kalmadığı için çıkarcı, gösteriş düşkünü ve yaldızlı yorumcular televizyonlar tarafından kapışılıyor. Ama sorun bomboşluğun sınırlarını en uç noktaya kadar götüren bu tür yorumcular değil. Asıl sorun bu tür yorumcu ve yazarlara gösterilen eleştirel bakış açısının niteliği. Acaba nasıl eleştiriyoruz?

iRRasyonel'e gelen okuyucu yorumlarında dikkatimizi çeken şeylerden biri "Biz de sizin gibi düşünüyoruz ama ifade edemiyoruz" şeklindeki yorumdu. Felsefe tekniği açısından benzer şekilde düşünebilen insanların bu düşüncelerini benzer şekilde olmasa da aynı sonuca ulaşacak şekilde ifade edebilmeleri beklenir. Eğer bu yapılamıyorsa sorun ifade şeklinde değil düşünme şeklindedir. Peki ama sorun nerede öyleyse?

Bu sorunun yanıtını bulmak üzere öncelikle popüler sözlüklere baktık. Yazılarındaki politik ve toplumsal çıkarımları neşeli yerel alaycılığı da eklenince oldukça beğeni toplayan Yılmaz Özdil için ne tür eleştirilerin olduğuna baktık. Yapılan yorumları ucu uca ekleyerek bir sonuca ulaşmaya çalıştık. Ortaya yaklaşık olarak "yamyam mantık" şeklinde nitelendireceğimiz bir portre çıkıyordu. Yorumculara göre bu yazar aşırı siyasal ve politik tutkuları ortaoyununa çevirerek eleştirebiliyor ve ortak akla sığmayan geri kalmış düşünceyi aç kurt gibi parçalıyordu. Fakat yapılan yorumlar genel geçer kavramlar, klişe çarpıtmaları ve abartılı yüzeysel övgülerden ibaretti. Yani yazara karşı büyük bir sempati duyulsa da hakkında ne düşünüldüğü evrensel ölçütler içinde ifade edilememişti.

Hakkındaki yorumları incelediğimiz diğer yazar ise popüler TV yorumcusu R.O.Kütahyalı idi. Yılmaz Özdil'in aksine neredeyse tüm yorumlar negatifti. Genellikle içerikten yoksun, kişisel haklara dokunan ve öfke kusan türdendi. Yorumlar okunduğunda ortaya yaklaşık olarak bir "yakışıksız militan" portresi çıkıyordu. Yorumlar biraz daha kristalize edildiğinde başarısız bir idrak, koyu bir alıklık ve güç putperestliği ileri sürülüyordu. Fakat böyle bir durumda insanlardan daha net eleştiriler ortaya koyması beklenir. Safsata ratinglerin yarattığı bu tembel kralların bilmemekten dolayı utanıp kızarmak şöyle dursun arsız arsız sevinmelerini eleştirmesi gerekir. Çünkü mantık yürütmelerindeki bitmek tükenmek bilmeyen kin ile militan bir yakışıksızlığın sözcüleridir bu tür yorumcular. Bilim, kültür ve araştırma sözcüğünün karşısına daima rating sözcüğünü çıkaran bir zihniyetin ürünüdürler. Okul ve üniversitenin pabucunu dama atma düşüncesiyle, kendilerinin oluşturduğu tek örnekle başarı ve para kazanmanın yolunun öğrenmekten geçmediğini kanıtlamanın peşindedirler. Umarsızlıklarıyla tüm mantıklı eleştirileri yadsıyorlar. Yakışıksız, düşük ve bayağı düşünce silahlarını çektikleri zaman karşılarında kimsenin direnmemesini istiyorlar. Akıldan yana yaya olduklarına aldırmadan zafer kazanmış bir komutan edasıyla görünüyorlar ekranlardan. Havlayarak karşı çıkanları susturan koca ağızlılardır artık. Fakat maalesef kabul edilebilir bir düşünceyi evrensel ölçütler içinde sunan bir yoruma rastlamıyoruz. Peki ama neden?

Bu sorunun yanıtını bulmak için iRRasyonel olarak bir araştırma yaptık. Amacımız kişilerin eleştirel bakış açılarını nasıl oluşturduklarını bulmaktı. Bugün artık hiçbirimiz eski toplumların kullandığı usta çırak ilişkisi gelişim modelini kullanmıyoruz. Okullara gidip konunun önemli kişilerinin kitaplarını okuyoruz. Böylece kendi gördüklerimizi doğru yorumlama kuvvetine erişiyoruz. Doğru eleştiriler yaptığımızın ne kadar farkındayız dersiniz?

Yanıtı bulmak için dünyanın en önemli toplum düşünürlerinin kitaplarının ülkemizdeki satış durumlarına baktık. Dünyada milyonlarca satan kitaplar acaba ülkemizde ne kadar satmıştı? Baudrillard, Eagleton, Sennett, Bruckner, Hobsbawm, Beck, Hoffer, Debord, Zerzan, Illich, Gray, Giddens gibi 30 düşünce insanının en önemli 50 yapıtının ne kadar okunduğunu inceledik. Sonuçlar şaşırtıcıydı.

Bu 50 kitaptan sadece 10 tanesi 2 ya da üzerinde bir baskıya ulaşmıştı. Baskı sayılarının ortalama 1.500 ila 2000 arasında olduğu düşünüldüğünde ancak 10 kitap bu rakamların üzerinde okunmuştu. Yani modern kültürün dünyada en önemli 50 yapıtının %80'i ülkemizde sadece bir baskı yapabilmişti. Basım tarihleri 1997'den bugüne değişen bu 50 kitabı okuyanların sayısı, kitap başına sadece yüzlerle ifade edilebilecek şekildeydi. Birkaç bin kişilik bir toplumda bu sayı mantıklı kabul edilebilirdi belki ama nüfusu 75 milyon olan bir ülke için en hafif tabiriyle traji komikti.

Uygarlık tarihi ne mitleştirilen Yılmaz Özdil'i ne de Rasim Ozan Kütahyalı'yı hatırlayacak. Önyargılarıyla hareket edenler ve mutlu bilgisizler toplumun iki ana düşünce şeklini oluşturduğu sürece bilgiye gereksinim giderek azalacaktır. Okuduğunu ya da dinlediğini zavallı bir kavrayışla değerlendiren kişilerin sayısı ise giderek artacaktır.

Geçenlerde bazı okullarda Felsefe dersinin kaldırılacağı yazılıyordu. Kimin umurunda ki, zaten unutulmuş. Okullarda okutulsa ne olacak; tek bir kitap satılmadıktan sonra? Aslında geriye söylenecek tek şey kalmış: Yapma hacı, hatırlatırsın!

4 Şubat 2014 Salı

Dünyanın en büyük pazarı: Dırdır Ekonomisi!

Kapitalizmin dinamik doğasının ne kadar dinamik olduğunu merak ediyorsanız birazdan anlatacaklarımızın şeytana pabucunu tersten giydirecek türden olduğuna şaşırmamanız gerekir. Şunu da hemen söyleyelim, bu sizi de ilgilendiriyor.

Şirketlerin amacı parası olanlara mal ve hizmet satmaktır. Söz konusu şirketlerse, müşteri kitlesinin parası olanlarla sınırlı kalacağını düşünmek hata olacaktır. Şirketlerin yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Bir gün akıllarına çok şeytanca bir fikir gelir: Parası olmayanlara da mal satmak. Dünya nüfusunun üçte biri günde 1 doların altında gelirle yaşıyordu. Bunlar yoksuldu ve zaten satılması gereken her şey bunlara satılmıştı. Dünya nüfusunun üçte birinin ise hiç parası yoktu. İşte şirketlerin hedefi bu hiç parası olmayanlardı. Onlar kim miydi: Çocuklar!

Her şey bir şirket yöneticisinin annesine ayak direyen ve sonunda istediğini aldırtmayı başaran bir çocuğu fark ettiğinde başlamıştı. O gün aklında bir ışık yanmıştı. En yetenekli çocuk psikologlarını toplayıp işe girişti. Önce çocukların dırdır türlerini araştırdılar. Çocukların kullandığı iki farklı dırdır türü tespit ettiler. Birinci grup sızlananlardı: "Anneciğim, gerçekten ama gerçekten Barbie bebeği istiyorum, lütfen, ne olur." İkinci grup ise gerekçe gösterenlerdi: "Anneciğim, Barbie'ye ihtiyacım var, böylelikle Barbie ve Ken birlikte yaşayabilir."

Psikologlar çocukların ayak direme ve sızlanma şekillerini tespit ettikten sonra ikinci aşamaya geçtiler. Çünkü iş burada bitmiyordu. Sızlanma satış getirmiyordu. Bu kez ebeveyn profillerini çıkardılar. Dört farklı ebeveyn profilinin dırdıra nasıl tepki verdiğine baktılar. Birinci gruptakiler ihtiyaç odaklı düşünenlerdi. Çocukları için bir şey satın alırken iyi bir gerekçe istiyorlardı. Psikologlar teşhisi hemen koymuşlardı: O halde bu ürünün çocuk açısından taşıdığı değeri ebeveynlere gösterecek şekilde çocukları dırdır ettirelim.

İkinci grup çocuklarıyla arkadaş olanlardı. Bilgisayar oyunlarını çocukları için olduğu kadar kendileri için de satın alanlardı. Bunlar genellikle genç yaşlardaydılar.

Üçüncü gruptakiler yüz verenlerdi. Çocuklarıyla yeterince zaman geçirememeleri nedeniyle duydukları suçluluğu yatıştırmak için çocuklarına sürekli bir şeyler satın alanlardı. Çalışan ebeveynler bu gruba giriyordu.

Dördüncü gruptakiler ise çatışmalı ebeveynlerdi. Genellikle tek başlarına yaşayan anneler bu gruptaydı. Çocukları için saçma sapan şeyler almamaları gerektiğini hisseder fakat yine de alırlardı. Çocukları hedefleyen reklamlara karşı olduklarını söyler ama çocuklarına ne alacaklarına yine reklamlara bakarak karar verirlerdi.

Artık her şey hazırdı. Psikologlar yanlarına reklamcıları da alarak paraları altın tepside şirketlere sunmaya başladılar. Reklam sektörü artık öyle reklamlar yapmaya başlamıştı ki çocukların ebeveynlerini etkileyecek biçimde dırdır etmelerini sağlayacak ortamı yaratıyorlardı. Derken rakamlar gelmeye başladı. Satışların %40'ı çocuklar ebeveynlerine dırdır etmese gerçekleşmeyecekti. İşte bu!

Eğer çocuk reklamlarını izliyorsanız bundan sonra bir de bu gözle izleyin, daha iyi anlayacaksınız. Eğer çocukların sömürüldüğüne kanaat getirecek, şirketlerin onları kullandığını düşünecek ve tüm bunlardan dolayı sistemi suçlayacaksanız da şunu asla unutmayın. Finansal piyasaların acı ama gerçek bir kuralı vardır: Saldırıya açık olma bir korunma gerekçesi değil, sömürülmek için bir davetiyedir.

2 Şubat 2014 Pazar

Bölünmüş hayat is a must!

Şirketler üniversitelerden mezun olacak "zeki çocukları" kapabilmek için şimdiden reklamlara başladılar. "En yenilikçi", "en yaratıcı", "parlak bir kariyer sunan" veya "çalışanlarını en iyi anlayan" gibi sorgulanması imkansız sıfatlarla öğrencileri etkilemeye çalışıyorlar. Finans sektörü içlerinde en aktif olanı. Zeki gençleri bu parlak dünyaya sokmak için her türlü yolu deniyor. Gençlerin çoğu şöyle düşünüyor. Eğer uzun iş hayatın boyunca bir şeyle uğraşacaksan bunun para olması en iyisidir. Bunun sonucunda da finans kurumlarının kapısında kuyruk oluyorlar. Buraya kadar bir sorun yok. Herkesin dilediği işte çalışması en doğrusu. Fakat finans sektörüne hizmet vermeye başladıktan sonra sektörün düşünce şekli çalışanları da etkilemeye başlıyor. Bu etkilenmenin sonucunda da ortaya baştakinden çok farklı bir çalışan profili çıkıyor.

Finans sektörüne eleman arayan kurumların verdikleri iş ilanlarına baktığınızda sıklıkla şu özellikleri görmeniz mümkündür. İnsan ilişkileri güçlü, iletişime açık, problem çözme ve analitik düşünce yapısına sahip, ekip çalışmasına yatkın, müşteri odaklı, vs. Bu özelliklere sahipseniz finans sektörü içinde kendinize bir yer bulabilirsiniz. Peki ya ondan sonrası? Yani tüm bu özelliklere sahip olarak başladığınız kariyer yolunuzda sizi nasıl bir karakter bekliyor dersiniz?

Finans sektöründe çalışanların karakter özellikleri şirketin düşünce şeklinden farklı olamaz. En azından çalışma saatleri boyunca. Genellikle finans şirketleri benzer düşünce yapılarına sahiptirler. Gelin bu özelliklere daha yakından bakalım.

Şirketler sadece kendi çıkarlarına bakarlar ve bu nedenle ötekilere karşı samimi bir kaygı hissetmezler. Şirketler kendi hedeflerini çalışanlarına paylaştırırlar ve çalışanlardan bu hedeflere ulaşılmasını beklerler. Çalışanlar, işlerini kaybetmemek için performans hedeflerine ulaşmaya mecburdurlar. Müşterilerin gerçekten ihtiyacı olup olmadığına bakmaksızın her türlü ürün satılmaya çalışılır. Rekabetin yoğun olduğu bu sektörde hedeflere ulaşmak için "sorumsuzca" hareket etmek gerekir. İlk karakter özelliğimiz sorumsuzluk.

Şirketler her şeyi kendi çıkarları için kullanmayı severler. O nedenle her zaman "bir numarayız", "en büyüğüz", "en hızlı büyüyeniz" gibi laflar ederler. Bu düşünce şekli çalışanlara da geçer. Kendi ürünlerini pazarlamak için savunmasız müşteriler üzerinde büyüklük yanılsaması yaratmak isterler. Sıkıştıkları her durumda şirketlerinin piyasadaki misyonlarını insanlara karşı kullanmaktan çekinmezler. İkinci karakter özelliğimiz gösteriş budalalığı.

Şirketler, kendi yarattıkları kurbanlarla gerçekte pek ilgilenmezler. Her türlü şikayet mektubuna "sizi anlıyoruz" gibi bir başlangıç yaparak girseler de "ama" ile devam ederler. Bu çalışanlar için de böyledir. Kimse şirket kurallarından geri adam atmaz. Samimiyet şekilseldir. Üçüncü karakter özelliğimiz empati eksikliği.

Şirketler kendi eylemlerinin sorumluluğunu duymazlar. Hatalarından dolayı para cezalarına çarptırılsalar da bu cezayı ödemeleri bir daha yapmayacakları anlamına gelmez. Çalışanlar da hatalı yatırımlar nedeniyle servetlerini kaybeden müşterileri için bir üzüntü duymazlar. Bu tür işlemlere kendileri aracılık yaptıkları halde tüm kusuru karşıda görürler. Dördüncü karakter özelliğimiz vicdan azabı duymamak.

Şirketlerin tek hedefi, kendilerini insanların hoşuna gidecek şekilde konumlandırmaktır. Kurulan ilişkiler genellikle üstünkörüdür. Kar elde etme duygusu sürekli saklanmaya çalışılarak cazibe ön plana çıkarılır. Çalışanların gün boyunca müşterilerine çok yakınıymış gibi anlayışlı şekilde davranıp hedeflerine ulaşma takıntılarını daima arka planda tutmaları bu nedenledir. Beşinci karakter özelliğimiz de takıntılı kişiliği saklamak.

Şimdi bu beş özelliği yan yana koyalım: Sorumsuzluk, gösteriş budalalığı, empati eksikliği, vicdan azabı duymamak ve takıntılı kişiliği saklamak. Sonra en yakın psikoloğa gidelim ve bu beş özelliği gösteren kişilik türünün ne olduğunu soralım. Psikologlar tereddütsüz size şu yanıtı vereceklerdir: Psikopatlık! Çünkü bu beş özellik psikopatik özellikler tanılama listesinin ilk beş özelliğidir.

Fakat işin tuhaf kısmı finans sektörü çalışanları hiç de böyle insanlar değillerdir. Günlük hayatlarında yardımsever, güleryüzlü, merhametli, cömert ve sorumluluk sahibi kişilerdir. Peki ama bu nasıl oluyor?

Yaşayan en önemli ahlak felsefecilerinden Alasdair MacIntyre bu fenomeni çarpıcı şekilde çözüyor. Ona göre ortaya çıkan şey yaşamın bölümlere ayrılmasıdır. Çalışanlar iş saatleri boyunca insani durumlara karşı bir empati duygusu taşımıyorlar. Bir anlamda kendilerini kendilerinden ayırıyorlar. Çünkü şirketlerin düşünce şekli insanlığın düşünce şekli değildir. Kayıtsızlık, ayırma, gizlilik ve hiyerarşinin olduğu bir düşünce şeklidir. Bunun sonucunda çalışanlar ikili ahlaka dayalı bir yaşam şekli oluşturuyorlar. Ürünlerini satın aldıkları sürece müşterilerinin başına ne geldiğine önem vermiyorlar.

Çalışanlar işlerinden çıktıktan sonra insanlarla sevecen ilişkiler kurarlar, arkadaşlarını kullanılacak şeyler olmaktan ziyade gerçek arkadaşları gibi severler ve herkese samimi davranırlar. Çünkü yaşam bölünmüştür bir kere; bir bütün olarak değil, parça parça yaşanır.

İş ilanlarını okurken belki fark etmişsinizdir, şirketlerin "söylemekten dilimizde tüy bitti" gibi bir ruh hali içinde kullandıkları bir kavram vardır. İyi bir ingilizce ya da askerlik yapma şartı gibi özellikleri belirtirken "is a must" derler. Öyleyse gençlerin geleceğini şekillendirecek iş ilanına son özelliği de biz ekleyelim: "Bölünmüş hayat is a must!"