28 Mayıs 2014 Çarşamba

Teknik analizde değil kadında geçmişe bakarım!

Yatırım kararlarının teknik analize bağımlılığının giderek artıp artmadığını bilemiyoruz ama teknik analizin yatırım dünyamızdaki gücü giderek artıyor. Kafamızı ne yöne dönsek destekler, dirençler, alım ve satım noktaları gibi birçok fiyat tahmini görüyoruz. Rakamlar bu kadar çok olunca insanın kafası karışıyor elbette. Piyasa entellektüelliği açısından teknik analize iki tür bakış var. Destekleyenler, tarihi verilerin tekrarlanabileceğini söylerken, karşı çıkanlar, bunun mümkün olamayacağını ve teknik analizin bilimsel tarafı olmadığını söylüyor. Açıkçası her iki taraf da kendince haklı olabilir. Warren Buffett, etkin piyasalar teoremini defter değeri düşük hisse senetleri ile altettiğini söylüyorsa, teknik analizi savunanların da geçmişe bakarak geleceğin öngörülebileceği fikrini savunmaları gayet mantıklı. Öyleyse nasıl karar vermeliyiz? Yani gün boyu teknik analiz ile ulaştığı rakamları paylaşanlar haklı mı?

Finans felsefesi açısından üzerinde durulması gereken asıl soru, teknik analizle ulaşılan sonuçların gerçekleşip gerçekleşmediğini sorgulamak değil, teknik analizin düşünce şeklini anlayabilmektir. Bugüne kadar bu yönde bir makale ortaya konulmadığından konuyu maddeler halinde açıklayacağız. Teknik analizin düşünme ve algılama şekli şöyledir:

(1) Düşünme, neden sonuç ilişkileri ve bu nedenselliğin yarattığı argümanlar üzerine değil, geçmiş verilerin belli tekniklerle kolajlanmasının yarattığı çağrışımlar ve daldan dala atlayan mantık sıçramaları üzerine kuruludur. Sonuçta tutarlı bir kompozisyon ortaya konulsa da ulaşılan tüm sonuçlar zihinsel ve imgesel çağrışımlar sonucudur. Gerek ekonominin gerekse felsefenin klasik düşünme modellerinden oldukça farklı bir kavrayış şeklidir teknik analiz.

(2) Düşünsel yaratıcılık teori üretmeye değil, daha önce defalarca yapılmış analizlerin benzer şekilde yan yana getirilmesine dayanır. Yorumlarda göze çarpan tek faktör analistin keyfiliğidir. Olgular ve çıkarımlar nedenselliğin mantıksal düzenine yönelmez. Keyfi çağrışımlarla yaratılan anlamlar, bunların koordinesi ve kombinesi ile yeni bir yapılandırma ortaya konulur. Birbirinden çok farklı bilgi akışlarının yarattığı tarihsel verilere hiçbir değer atfetmeden yüksek yaratıcılık ile suni bir değer yaratılır. Kısacası verilere bakan herkes farklı bir çağrışım alır.

(3) Algılama daima görseldir. Çoğu zaman ulaşılan düşünceler kavramsallaştırılmadan kalır. Bu özellik çağrışımsal düşüncenin ana faktörüdür. Kendisi dışında tutarlı olması gerekmez. Bağlayıcı bir anlam içeriği iletme talebi de yoktur. Basitçe söylemek gerekirse tutarsızdır.

(4) Grafiklerden anlam çıkarma uzun uzadıya düşünmeden hızlı duyusal uyarılarla sağlanır. Bir grafik, tıpkı çocukların içine baktıklarında renkli desenler gördükleri kaleydeskoptan farklı değildir. Yani aslında mantığı olmayan çarpıcı görüntülerin rastlantısal dizilimi söz konusudur.

(5) Bilincin kaynağı daima incelenen grafik tarafından yapılandırılır. Yani o anda borsa binasının üzerine yok edici bir yıldırım düşmesi analiz sonucunu etkilemez. Analistin bilinci sabit bir değişken gibi hizmet ederek grafiğin verdiği sonuçları etkilemez. Grafik hedef fiyatı 1150 diyorsa 1150'dir. İlave mantığa gerek yoktur.

(6) Geleneksel düşünme modelleri yok görülmez; sadece yaratılan kurgusal gerçekliğin ondan daha geçerli sonuçlara ulaştırdığı düşünülür. Klasik düşünme sistemleri ve kavramları "plakta çalan cızırtılı müzik" gibi algılanır.

(7) Gerçeklik sürekli yeniden yaratılır ve biçimlendirilir. Her gün, her saat, her dakika ya da her an bir fiyat tahminini kolayca ileri sürebilirsiniz. Bunun öncekiyle hiç alakası olması da gerekmez. Zaman bilinen zaman değil, analistin zamanıdır ve herkesin zamanıyla ilişkisizdir.

(8) Gelecekle kurulan ilişki hiçbir değer içermez. Ne bir ütopya ne de distopya vardır. Adeta gelecek yoktur, analiz vardır.

İşte teknik analizin düşünce evreni budur. Bundan sonrası size kalmış. Teknik analistlerin verilerine ister inanın, ister inanmayın. Bizim kararımızı sorarsanız; hani eski filozoflar hep derler ya "Ben kadında geçmişe erkekte geleceğe bakarım" diye. Sanıyoruz en akıllıcası bu: "Ben teknik analizde değil kadında geçmişe bakarım!"

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Tatava yapma!

Bugün en büyük istihdam alanı finans sektörüdür. Sigorta şirketlerinden bankalara, emeklilik şirketlerinden aracı kuruluşlara, fonlardan düzenleyicilere kadar birçok farklı kurum sektörde yer etmiştir. Hepsi de parlak görünüşlü, zeki, tahsilli ve enerjik insanlar çalıştırırlar. Görenlerin gıpta ile baktıkları insan türüdür finansçılar. Güler yüzleri, anlayışları, nüktedanlıkları ve dürüstlükleriyle üst insan bile olabilirler. Finans çalışanları sahipmiş gibi göründükleri niteliklere gerçekten sahip midir; ne dersiniz?

Finans sektörünün gelecek vaat eden şirketlerinde kariyerine başlamayı düşünen genç arkadaşım, birkaç dakikanı alacağım.

Kendi kandırmacasından derin bir haz duyar finans çalışanı. Müşterisinin ciddiye aldığı bir şeyle canının istediği gibi oynayabilmekten memnuniyet duyarak ruhsal olarak sapıkça bir saldırganlık yaşar. Ya müşterisinin, ya toplumun ya da ülkenin iyiliği bahanesiyle müşterisini kandırır. Bazen müşterinin kandırılmayı çok istediği için kandırması da mümkündür tabi.

Finans çalışanı meritokratik beklentileri daima zihninde canlı tutar. Astlar ziyaretlerine gelen üstlerine muhteşem bir karşılama sergilerler. Göze girme yönünde bencil bir arzudur sebebi. Üstlerin normal karşıladığını düşündükleri türde bir dünya sergileyerek ince bir şekilde üstlerini de rahatlatırlar. İnançlı sahtekarlığın en güzel örneğidir manzarayı biraz uzaktan seyredenler için.

Müşterilerle ilişkilerinde iletmek istediklerini ifade edecek bir şekilde tavır takınırlar. Mesela kendisine bir soru sorulduğunda, hükmünden emin olduğu izlenimi vermek için düşünce anını atlar. Yani cevabı sanki hiç düşünmeden bulmuştur. İnsana özgü olmayan bir davranış şekli olan düşünmeden yanıtı bulma finans çalışanının en kolay gözlemlenen özelliğidir.

Finans çalışanı, müşterisini her zaman pür dikkat dinler. Ama Sartre yıllarca önce bu fenomeni açıklamıştır: "Kişi, gözleri sabit şekilde, ilgiyle dinleyen kişi rolünü oynarken kendini tüketir ve hiçbir şey duymaz." Sosyologlar ise son noktayı koymuştur: "Bir işi iyi şekilde yapmak için gerekli zamana ve yeteneğe sahip olanlar o işi yaptıklarını gösterecek zaman ve yeteneğe sahip değildir." Hem Sartre hem de sosyoloji kısaca finans çalışanına şunu demek ister: "Yeme beni!"

Havası, tutumu ve davranışları alt sınıflardan gelen kişilerin çok zor ulaşabileceği o zarif ve ince üstünlük hissini yansıtır. Herkes gerçekten onun alçak gönüllü olduğunu düşünür. Oysa o bu yöntemlerle insanları kendi otoritesine daha kolay boyun eğdirir. O nedenledir ki bakkala, garsona, kapıcıya hep mütevazi bir alçakgönüllülük içindedir.

Daima bir yanılmazlık ve hata yapmadık havasındadırlar. Hata yaptıklarında bile hata yaptıklarını asla açık etmezler. Gerçekleri çok kolay gizlerler. Bir talebi yerine getirmek çok az çaba gerektirse de bu gerçeği saklarlar. Basit bir bilgiyi bile Prometheus'tan ya da Delfi Kahininden aldıkları havası yaratırlar. Böylece insanların kendilerine müteşekkir kalmalarını isteyerek erdem hırsızlığı yaparlar.

Terfileri de enteresandır. O pozisyon için ideal niteliklere sahip oldukları, o pozisyonu kapmak için alçaltıcı koşullara, hakaretlere, aşağılanmalara katlanmaları gerekmediği izlenimi verirler. Oysa herkes onların nasıl yükseldiğini iyi bilir.

Yöneticiler genelde bir yeterlilik ve duruma hakimiyet havası yayarlar. Yönetici görünümüne sahip oldukları mesajı vererek yöneticiliği hak etmedikleri gerçeğini saklarlar. O anki duruş ve becerilerine zaten her zaman sahip oldukları için hiçbir zaman bir öğrenme ve acemilik dönemi yaşamadıkları izlenimi veriler. Bu aslında herkesin rol yapmayı bildiğinden daha iyi rol yapabileceği olgusunu yansıtır.

Ah finansçı kardeşim. Sen kendini şirketin için belki önemli görüyorsun ama şirketin seni, bakımlı fiziğin ve düzgün aksanınla kendi vitrini için sıradan bir resepsiyonist olarak görüyor. Oysa sen hala gününü müşterilerin komik şekilde yanlış anladığı ve durumun beklenmedik ve tuhaf bir tarifini işaret eden cevaplarını arkadaşlarına anlatarak geçiriyorsun.

Ah finansçı kardeşim. Ruhen ne kadar huzursuz olduğunun sen de farkındasındır mutlaka. Şu an belki de evde akşam yemeğini yiyorsun. Fakat hala içinde bir huzursuzluk var, değil mi? Çözüm istiyorsan hemen söyleyeyim: Bu kokuşmuş ruh halinle huzurlu bir akşam yemeği için hizmeti eşinden değil garsondan beklemelisin.

Söz hakkı şimdi sende. İstediğini söyle ama insanları usandırdığını da unutma. Yani kısaca "tatava yapma!"

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Gelir eşitsizliğinin nedeni sensin!

Gelir eşitsizliğinde üçüncü ülke olduğumuz haberi bugünün gündemindeydi. İnsan böyle bir haber okuyunca yorum yapmadan geçemiyor tabi ki. İlk üçe girmemizi başarı sayan ya da rehavete kapılmadan birinciliği yakalamamız gerektiğini söyleyen beklenen alaycılık yorumlarda ön sıralarda. Hamasi, yüzeysel ve bol retorikli deyişler ise hemen arkadan geliyordu. Nedenleri üzerine yapılan boş çıkarımlar da peşisıra. Fakat hiç kimse bu gelir eşitsizliğinin nereden kaynaklandığı üzerine dişe dokunur bir açıklama getiremiyor. Ekonomistlere sorduğunuzda karmaşık denklemler, politikacılara sorduğunuzda sistem, entellektüellere sorduğunuzda kapitalizm yanıtını alıyorsunuz. Alacağınız yanıtlar belki sizi tatmin edebilir ama tüm bu yanıtlardan daha gerçekçi bir yanıt var. Gelir eşitsizliğinin gerçek sorumlusu kimdir biliyor musun?

Yoksulluk anlayışımız son yıllarda oldukça değişti. Yoksulların yoksul olduğuna inanmamız için açlıktan şişmiş karınları olmasını bekliyoruz. Yoksullara merhamet ve sevgiyle yaklaşmamız için üzerlerinde paçavralar olması gerekiyor. Medyanın açlık ve sefalet çeken ülkeler için çizdiği tablo maalesef yoksulluk anlayışımıza da şekillendiriyor. Yani artık yoksulluk buralarda o kadar sansasyonel bir şey değil.

2010'daki bir araştırmanın sonucu gerçekten çarpıcı ve her şeyi anlatıyor. Yaşanan finansal krizden en fazla karlı çıkanlar, toplam gelirden yeterince pay almadığını düşünenler. Yani orta sınıflar. Daha açık söylersek orta sınıflar yakaladıkları ayrıcalıklarından vazgeçmek istemiyorlar. Hatta ayrıcalıklarına zenginlerden bile daha düşkünler.

Ülkemizde zenginlik ve yoksulluk siyah ve beyaz gibi bir arada yaşıyor artık. Bir tarafta kar maksimizasyonu, diğer tarafta giderek artan yoksulluk. Orta sınıf, yoksullar lehine olan politikalara nedense pek taraf olmuyor. Çünkü orta sınıf, zenginleri giderek zenginleştiren bir sistemi sorgulamak yerine, varlıklılardan daha az vergi alınmasını talep eder görünüyor. Bu da üstü örtülü bir zengin dayanışması içinde olduğunu gösteriyor. Muhtemelen kendisini yoksullardan daha çok zenginlere yakın görüyor. Psikologlar bu duruma "Sosyal Stockholm Sendromu" diyorlar. Daha açık söylersek, orta sınıf, zenginlerin kendilerine de zarar verdiğini göre göre yine onun çıkarlarına sempati duymaya devam ediyor.

Herkesin söyleyecek bir sözü olduğu bu konuyu fazla uzatmaya gerek yok herhalde. Girişte sorduğumuz sorunun yanıtını almışsındır herhalde orta sınıftaki arkadaşım: Gelir eşitsizliğinin nedeni sensin!

20 Mayıs 2014 Salı

Yamalı bohça kişiliğine Soma'yı da ekledin ya!

Soma, halkımızı o kadar derinden yaraladı ki, gece gündüz onu düşündüğümüzü sanıyoruz. Ama her zamanki gibi yine kendimizi kandırıyoruz. Toplum vicdanında bu kadar travmatik etkiler yaratan bir olaydan sonra sanıyoruz ki herkes televizyonlarının başında Soma ile ilgili haberleri izliyor, gelişmeleri takip ediyor. Yanılıyoruz. Çünkü gerçek hiç de öyle değil. Daha milli yas devam ederken bile en çok izlenen program Muhteşem Yüzyıl. Hakikaten inanılacak gibi değil. Peki ama neler oluyor bize?

Bu kişilik tutarsızlığını birçok şekilde yorumlayabilirsiniz. Türk halkını biraz tanıyorsanız tutarsızlık, mantıksızlık, zevk düşkünlüğü, yüzeysellik, kayıtsızlık ya da gelir geçerlik gibi açıklamalar yapabilirsiniz. Ekonomik yaklaşım açısından belli fayda analizleri sıralayabilirsiniz. Ama gerçek bunların hiçbiri değildir. Peki ne öyleyse, insanlar bu kadar acı bir olay esnasında bile fantastik bir program seyredecek ruh halini nasıl buluyorlar?

Sevgili halkım, aslında tüm bu tutarsızlık yarattığın gerçeklik algısından kaynaklanıyor. Önceden verili şeylerin sınırlayıcılığı ve bağlayıcılığını dikkate almadan, gerçekle ilişkini istediğin gibi belirleyerek, yaşanan acı gerçekleri bile lego parçaları gibi görerek ve saf gerçekliğe değil kurgulanmış gerçekliğe inanarak uygarlık tarihine geçecek bir kişilik profili yarattın.

Bak, biraz daha açıklayıcı olayım. Psikolojik açıdan tahammül edilemez olan Soma benzeri olaylara karşı geliştirdiğin tepki şekli, algıladığın her şeyi kendin için bir yaşam fantazisine çevirmekten farklı bir şey değil. Yani hayatı seni keyiflendirmek için malzemeler sunan bir şey olarak görüyorsun. Böylece olaylara karşı akılcı bir eylem planı geliştirme yükümlülüğünden kaçıyorsun. İnsan olmanın sorumluluklarından sıyrılıyorsun. İçten gelen erdemlerle değil, senin için kurgulanarak üretilmiş bir hayat yaşıyorsun artık. Kendi hayatını oluşturacak bir güçte bile değilsin.

Soma gibi trajik olaylar gerçek insanlarda duyguları canlandırarak yaşamsal bir değişikliğe sebep olur. Ama bu senin için geçerli değil elbette. Bu tür olaylar sende sadece derin cansızlık ve güçsüzlüğünü dengeleme işlevi görüyor, hepsi o. Çünkü kendini kalıcı bir şekilde canlı ve güçlü hissedecek erdemsel bakış açını kaybettin artık. Fakat sana sorsak bilinç düzeyinde bir tanrısallığa sahip olduğun sözlerinden kolayca anlaşılacaktır. Ama bu davranışın bile güçsüzlüğe karşı geliştirdiğin bir tepki olduğunu farketmiyorsun.

Güç fantazisi vermekten öteye hiçbir anlamı ve gerçekliği olmayan Muhteşem Yüzyıl'ı seyretmeyi seviyorsun; vatandaşının iki eli kanda da olsa. Çünkü bu dizi sana algını ve duygunu sahneleme imkanı veriyor. Sınırsız bir tanrısallığı ve gücü, alelade bir gösteriye dönüştüren bu dizi sonunda neye hizmet ediyor, biliyor musun: Güçsüzlüğünü savuşturmaya ve unutturmaya. Zayıflık ve güçsüzlüğünü ancak bu diziyi seyredince dengeleyebiliyorsun. Muhteşem Yüzyıl'ı seyredince ne kadar güçsüzlük duygusu içinde olursan ol; başroldeki karakterin adalet dolu zaferleri ve koruyucu tılsımı altında kendini güçlü hissediyorsun. Yani daha açık söylersek, çaresizlik duygusunu kendinden uzak tutmaya çalışıyorsun.

Psikologlar her zaman şunu söyler. Öz güçleriyle yaşama becerisinden yoksun olanlar başkalarına bağlılığın duygusal temelini yitirirler. Yani demek istiyorlar ki, sen istediğin kadar Soma'daki insana üzülüyorum de, benim külahıma anlatamazsın.

Kısacası senin gerçekliğin doğal değil, kurgusaldır. Edilgenliğini, ataletini, zayıflığını, çaresizliğini, güçsüzlüğünü ve yalnızlığını dengelemek, savuşturmak ve unutmak için yarattığın bir gerçekliktir. O yüzdendir ki koskaca bir halk üzüntüden kahrolurken herkesin üzüntüsü birbirine teğet geçer ve ortaya en küçük bir somut gerçeklik çıkmaz.

O yüzdendir ki psikolog senin bu ruh haline "yamalı bohça kimlik" (patchwork identity) der. Çünkü o bile hayret etmiştir bu kadar çok kişiliği dağılmadan nasıl yaşadığına, herkesle ve her şeyle adeta oyun oynar gibi ilişki kurma yeteneğine ve kendi ahlak anlayışını yaratma becerine. Daha kısa söylersek saf gerçeğe değil kurgulanmış gerçeğe inanma başarına.

Ne diyelim, yamalı bohça kişiliğine Soma'yı da ekledin ya!

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Soma için suçlu arıyorsan yorulma!

Şilili madenci iş bıraktı, yas tuttu. Basınımız haberi "Soma'nın acısı Şili'den duyuldu" şeklinde verdi. Ne dersiniz, sizce de öyle mi?

Şilili madenci dört yıl önce 69 gün yer altında kaldı. Yaşam odasında bekledi. Sonra burnu kanamadan yeryüzüne çıktı. Basınımız haberi "Bizde olsa 3 günde kurtarırdık" manşetiyle verdi. Ne dersiniz, sizce de öyle mi?

Alman ARD televizyonu 2002 yılında alışılmadık bir reality show yayınlar. Dört bölümlük show sansasyonel bir başarı yakalar. Berlinli bir aile, 100 yıl öncenin şartlarına göre oluşturulmuş bir çiftlikte hayatlarını geçireceklerdir. 1902 yılının araç gereci ve çevre düzenlemesiyle sonbahar ve kış. Otlaklar ve ahırlar işletilerek hayatlarını kazanacaklardır. Üstelik 1902 yılında yaşamış bir ailenin tüm lüksüne de sahiptirler. Araçların nasıl kullanılacağı, işlerin nasıl yapılacağı ve gerekli diğer tüm bilgiler de kullanım kılavuzlarında yazılıdır. Babanın mühendis, annenin eğitimci olduğu Boro ailesi 3 de yetişkin çocukları ile yeni hayatlarına başlarlar. Yıllardır hayalini kurdukları yaşam gerçek olmuştur artık.

Fakat terslikler de hemen başlar. Samanlar zamanında içeri alınmadığı için çürür. Aile kendilerine gerekli samanı edinebilmek için büyükbaş bir hayvanını satar. Kümes hayvanları ile kurulan kişisel ilişki kesim anında tartışma çıkarır. Aile üyelerinden bazıları vejeteryan olduğu için yemeyi reddeder. Dövülen tahıl lezzetlidir ama saklanan havuçları kimse beğenmez. Sonunda ortaya soğuk duş etkisi yaratan bir sonuç çıkar: Aile sürekli özendiği bu hayatı başaramamıştır.

Başarısızlığın nedeni bir grup bilim insanı tarafından araştırılır. Eski araç gereçleri kullanacak ve eylemleri yerine getirecek geleneksel eylem bilgisine sahip olunmadığı için aile başarısız olmuştur. Yıllar önce Erich Fromm'un da ortaya koyduğu bir gerçektir bu: "İnsan olmak üç boyutta gerçekleşir: Düşünme, hissetme ve eylem."

Gel şimdi Almanya'daki yüz yıllık çiftlik evinden Soma'ya gidelim. Boro ailesi eylem gücündeki zayıflık nedeniyle başarısız olmuştu. Peki ya sen?

İnsan olmak üç boyutta gerçekleşir demiştik. Düşünme boyutunda sorun yok; iş koşullarının kötülüğü, denetim eksikliği, yapısal yetersizlikler, hepsini fark ettin. Hissetme boyutunda da çok iyisin; hemen yöreye gittin, yardıma koştun, para topladın, çocukların eğitimi için ne gerekiyorsa yapacağını söyledin. Ama eylem boyutunda sen de Boro ailesi gibi başarısız oldun. Nasıl mı?

Şili'deki madenci dört yıl önce 69 gün yaşam odasında hayatını devam ettirirken "Bizim madenlerimizde yaşam odası var mı?" diye sordun mu? "Ben de kendi madencim için aynısını istiyorum, yoksa çalışmam" dedin mi? "Şilili madencinin yaşadığı bir gün benim madencimin de başına gelir; şimdiden tepki verip uyarayım" dedin mi? Hiçbirini demedin. Dua ederek Şilili madencinin kurtarılmasını bekledin. Bunda oldukça başarılı oldun ama bir şeyi gözden kaçırdın: Aynı şey bir gün senin başına gelirse yaşam odan olmadığını!

Şimdi anlıyor musun Şilili neden Soma için yas tutuyor, işi bırakıyor. Basının dediği gibi senin acını oralardan hissettiği için değil. Onun derdi bambaşka. Kendi maden sistemine uyarı yapıyor. Aynı kaza bizde olursa aynı duruma düşmeyelim diye ikaz ediyor. Sadece düşünmüyor, hissetmiyor, aynı zamanda eyleme geçiyor. Yani senin bir türlü yapamadığın, ya da yaptığında hep geç kaldığın şeyi yapıyor.

Kısacası sevgili halkım, senin eylem gücün de tıpkı Boro ailesininki gibi. 100 yıl öncenin işini 100 yıl sonra yapıyorsun. 4 yıl önce yapılması gerekeni şimdi yapmaya çalışıyorsun. Uzatmayalım, Soma için suçlu arıyorsan yorulma!

13 Mayıs 2014 Salı

Vietnamlı gerillayı günahsız köylüden ayıramazsın!

Üniversiteler iş dünyasına yeni mezunlarını vermeye hazırlanıyor şu günlerde. İş hayatının çaylakları farklı bir dünya ile karşılaşacaklar. Kendilerinin neyi beklediği konusunda çoğu bilgi sahibi değil. Tecrübeli yakınlarından öğrendikleri ise genellikle "kuru edebiyat". Üniversiteden yeni mezun kardeşim, birkaç ay sonra içinde olacağın iş hayatında seni neler bekliyor biliyor musun?

Üniversiteden kafan bilgiyle tıka basa dolu ayrılırken seni neyin beklediğini merak ediyorsan dinle: "Sanayi"de işe girmeyeceğin için yapacağın işin rahat olacağını, aklın ve bilgin sayesinde yüksek mevkilere ulaşacağını sanıyorsun. Ama yeni işinde ilk birkaç ay geçtikten sonra karşına çıkan zorlukların üstesinden gelebilmek açısından acınacak ölçüde eksik donanımlı olduğunu göreceksin. Patronların senin iyi bir eğitimden geçmiş boş bir kafaya sahip olduğunu düşünecekler. Kısa bir süre sonra bir gerçeği sen de fark edeceksin: Başı ve sonu belli problemlerle uğraşmak üzere eğitilmiş bir kafan olduğunu. Halbuki sana verilen görevler hiç bu türden olmayacak. "Satışların maliyeti nedir?" başı ve sonu belli bir problemdir ve sen doğru cevabı biliyorsundur. Ama senden istenen "Maliyet nasıl düşürebilir?"dir. Analiz konusunda eğitimli olman karar vermeni kolaylaştırmayacak ve çoğu zaman verdiğin kararlar ilkokula yeni başlayan öğrenci kıvamında değerlendirilecek.

Okulda hayatın bir yarıştı. Aldığın notlarla herkesi geçip birinci olmak için mücadele verdin. Ama iş hayatında "aynı sınıf" misali gün boyu birlikte olduğun ekip arkadaşlarınla işbirliğine girmeden başarılı olunamayacağını göreceksin. Sen yıldız olsan da grup başarısız olduğu sürece sen de başarısız sayılacaksın. Okulda dost kazanma ve insanları etkilemekle ilgili hiçbir ders almadın. Ne yazık ki yeni hayatında bunun temel öneme sahip bir konu olduğunu fark edeceksin. Üniversiteyi birincilikle bitirsen de Çinli satıcıları bununla etkilemen pek kolay olmayacak. Öğrendiğin bilgilerin çoğunun iş hayatıyla ilişkisiz olduğunu göreceksin.

İş hayatında öğreneceğin daha birçok şey yazılabilir. Ama asıl anlatmak istediğim bu değil. Tüm bunları öğrenmek pek kolay olmayacak elbette. Hatta belki çoğunu öğrenemeyeceksin. Fakat tüm bunları öğrenmek için vereceğin mücadelede çok farklı başka bir şeyi öğreneceksin. Senden önce iş hayatına giren herkesin istisnasız öğrendiği o gerçeği: Peruk takmayı!

Modern hayatın en önemli eleştirmenlerinden sayılan Michel de Certeau, uzun bir süre iş hayatını ve çalışanları izler. Ofis çalışanlarının birbirine benzer tuhaf bir davranış şeklini fark eder. İş yerinden getirdiği kalemleri çocuğuna veren, ofisteki fotokopi cihazında özel baskılarını yapan, sevgilisine mektup yazan, bugünkü haliyle söylersek arkadaşlarına eposta gönderip akşam planını yapan, internetteki alışveriş sitesinden alışveriş yapan, amaçsızca sörf yapan, şirket telefonundan evini arayan ve daha birçok aktivite. Temelde bir aldatma eylemi içeren bu davranışların ne anlama geldiğini De Certeau yorumlayamaz. Herkes çalışır gibi görünmekle birlikte aslında işleri ile hiç alakası olmayan işler yapmaktadır. Eco ve Foucault'nun hile ve kurnazlık çözümlemelerine başvurur. Ama bu durumun tanımlanmadığını fark eder. De Certeau bu duruma "la perruque" (peruk) adını verir.

Aslında yapılan şey oldukça açıktır. Çalışanlar bir "taktik" geliştirmişlerdir. Bu taktik stratejiden farklı olarak plansız, herhangi bir norm içermeyen, kısa vadeli, emprovize ve somut sonuçları olmayan bir yapıdadır. İş hayatının boşluk ve yetersizlikleri üzerine inşa edilen bu taktikler kişiye önemsiz, soyut, oldukça değersiz ve sıradan kazanımlar sunarlar. Buradaki asıl cevaplanması gereken soru şudur: Bu kadar değersiz kazanımlar neden bu kadar yaygındır?

İşte, De Certeau'nun çarpıcı yanıtı buradadır. Tüm bu aldatma taktikleri aslında zayıfın güçlüye karşı direnişidir. Zayıfın gündelik iş hayatında en iyi bildiği sanattır. Şirketler büyüyüp karmaşıklaştıkça, kişilerin çalışıyormuş gibi gözükerek kendi işine ayırdığı vakit artmaktadır. Görünürde kimse işten kaytarıyor değildir ve herkes işinin başındadır ama yalın gerçek ortadadır: Herkes peruk takmaktadır!

Üniversiteden yeni mezun arkadaşım. İş hayatının getirdiği zorluklardan birçoğunu aşamayacaksın belki ama geliştirdiğin taktiklerle sen de herkes gibi çalışıyor gözüküp kendi işini yapmayı öğreneceksin. Hem de çok kısa bir süre içinde. Çünkü güçlüye karşı kendini zayıf hissedecek, eşit bir savaşı göze alamayacak ve sonuçta ufak kazanımlar için küçük taktikler geliştirmeyi mücadele sayacaksın. Bir süre sonra da bu hayatının değişmez gerçeği olacak. İstersen iş hayatındaki büyüklerine sorabilirsin.

Üniversiteden yeni mezun arkadaşım. Hayal ettiğin işi, beklediğin terfiyi, umduğun parayı elde edemediğin zaman patronunu Vietnam'daki zalim Amerikan askeri gibi göreceksin ve onun hakkında şu basit çıkarımı sen de kolayca yapacaksın: Vietnamlı gerillayı günahsız köylüden ayıramaz!

11 Mayıs 2014 Pazar

Yerine ağlayacak birini ararsan yardımcı oluruz!

Başarı hikayeleri son zamanlarda oldukça revaçta. Kitaplar, eğitim seminerleri, nutuk atanlar veya liderler sözlerine hep bir başarı hikayesi ile başlar oldular. "İnsan İsterse" adında beş ciltlik bir kitap serisi bile var. Temel yaklaşım hep aynı. Bir ünlü buluyorsunuz. Onun geçmişini kurcalayıp sarayda doğmadığını ispat ediyorsunuz. Okuyucuda bir güven ve inanç yarattıktan sonra da nasıl büyük bir kişi olduğunu açıklıyorsunuz. İnsanları şaşırtarak "sen de yapabilirsin" demeye getiriyorsunuz. Sonra da paraları cebe indiriyorsunuz. Atatürk'ten Einstein'a kadar tüm çarpıcı kişilikler, bir "zavallı edebiyatı ve rasyonalitesi" ile yontularak, "ahmakça neden sonuç ilişkileri" kurularak ve en sonunda savunmasız insana belli bir fiyattan paketlenerek piyasa sisteminin satılık mallarına döndürülüyor. Talep artınca pazar da giderek büyüyor tabi.

Genel geçer bir başarısızlık tanımından yine genel geçer bir başarı tanımına evriltilerek ortaya çıkarılan bu hikayeler elbette ki savunmasız ve eleştiri yeteneğinden yoksun insan için ilham verici olabilir. Hatta gerektiğinden fazla ilham verdiğini bile söyleyebiliriz. İşte bu noktada asıl sorulması gereken soru şu: Bu tarz hikayecilik, dinleyen ya da okuyan insan için başarı getirir mi?

Slovenya'nın en önemli düşünürlerinden Renata Salecl bu konuda aynen şunu söylüyor. Seçimini yapıp kendini adadığı takdirde herkesin başarı ve şöhret dolu bir hayata ulaşabileceği mesajı, sayısız insanın erişilmez bir fantazinin peşinde hayatlarının temel unsurlarını bir kenara bırakmasına yol açmıştır. 5 ciltlik "İnsan İsterse" serisi yapan zihniyet acaba bu düşünürün şu kısa sözünü hiç düşünmüş müdür?

Rus bayan tenisçiler Kurnikova ve Sharapova'nın olağanüstü başarılarının ardından Rusya'nın her yanı tenis kortu doldu. Ücra köylere bile kort yapıldı. On binlerce çocuk tenise başladı. Yoksul Rus anne ve babalar küçük çocuklarının birer şampiyon olacağı rüyasına tutulmuştu. Yoğun idmanlar için zaman ve para olarak büyük fedakarlıklar yaptılar. Çoğu zaman ellerinde ne varsa satıp çocuklarının tenis giderleri için harcadılar. Sonuçta ne oldu biliyor musunuz? Bugün dünyanın en önemli ilk 20 bayan tenisçisi arasında sadece bir tane Rus var. En başarılı on çocuk tenisçi arasında ise sadece 2 Rus var. Muhtemelen onlar da bir süre sonra kaybolup gidecekler. 5 ciltlik "İnsan İsterse" serisi yapan zihniyet acaba bu bilimsel gerçekleri hiç düşünmüş müdür?

ABD'de spor yapan 10.000 çocuktan sadece 1 tanesi spor bursu alıyor. Bu 10.000 çocuktan sadece 6 tanesi profesyonel oluyor. İçlerinden yıldız olmayı başaranlar ise milyonda birler seviyesinde olasılığa sahip. Bırakın bu kitapları okuyanlara, bu çocukların anne babalarına bile çocuklarının yıldız olma ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu söylemek bile fayda etmeyecektir. Bu tür başarı kitapları gibi spor ve eğlence pazarlamacılığı da herkesin yıldız olarak toplumsal sınırların üstüne çıkması gerektiği fikrini pompalayıp duruyor. Sonunda da Tiger Woods sendromu denilen şeye yakalanarak çocukları erken yaşlarda bir şeylerle uğraşma yönünde bıktırıyoruz.

Bu hikayelerin bizi bu kadar cezbetmesinin nedeninin ne olduğuna gelince Avusturyalı filozof Robert Pfaller'in "interpasiflik" adını verdiği kavram mükemmel bir izah sunuyor. Bu tür hikayeleri okuyanlar, o ünlü ile kendi aralarında bir özdeşleşme arzusu duyduklarını sanırlar. Ama Pfaller'e göre bu doğru değil. Asıl olan, bazı şeyleri kişi adına deneyimlemekle yükümlü olan vekili ile ünlü arasındaki özdeşleşmedir. Yani gerçek benliğin değil vekil benliğin bu tür hikayelerden etkilenerek tecrübeye giriştiğini söylüyor Pfaller. Tıpkı Sırbistan'da cenazede kendi yerine ağlasın diye ağlayıcı tutan kadınlar gibi.

Kısaca özetlemek gerekirse bu tür hikayeler, faydasız olmaları bir yana, kişiye zararlıdırlar da. Rus çocuk tenisçiler örneğindeki gibi büyük maddi ve manevi kayıplar yaratırlar. Ya da ABD çocuk spor piyasasındaki gibi açık istatistiksel trajediler. Kişilik açısından ise gerçek benliğin değil, vekil benliğin "deneyelim görelim bakalım" türünden zaman, para ve fırsat kayıpları.

Bu tür kitapları okumayın demeyeceğiz. Okuyup okumamak size kalmış. Biz sadece şunu söyleyebiliriz: Yerine ağlayacak birini ararsan yardımcı oluruz!

8 Mayıs 2014 Perşembe

Gerçek değilsin; "Mış gibisin"

Ekonomi kanallarımız birbirinden genç, birbirinden alımlı ve birbirinden enerjik yorumcularla dolu. Finans sektörü televizyona çıkıp bizlere gelecek yorumları sunmak için adeta birbiriyle yarışıyor. Ekonomik kavramları ezberden söylermiş gibi peşisıra söyleyerek sanki geleceği önlerindeki küreden gördükleri izlenimi yaratıyorlar. Yorumlarına su döktürmeyecek kadar çetin cevizler ve geleceği Nostradamus kesinliğiyle gördüklerine son derece eminler. Ne dersiniz, öyle mi?

Televizyona çıkmak için can atan analist ve yorumcu arkadaşım. Şu an sevdiğin diziyi seyrederek bol kıvrımlı beynini dinlendirdiğine eminim ama iki dakikanı almak isterim.

Herkes senin ekonomiden anladığını sanıyor. Adam Smith'i, Marks'ı, Pareto'yu, Mill'i ve Marazzi'yi bile okuduğunu sanmam. Ekonomi hakkındaki malumatının da okulda sana anlatılan üçüncü el bilgilerden ibaret olduğunu çok iyi biliyorum. Herkes senin ekonomiden anladığını sansa da sen aslında çok iyi derecede, anlıyormuş gibi yapıyorsun.

O kendinden emin yorumlarınla herkes seni tecrübeli sanıyor. Yaşın daha otuz bile değilken ve reşit yaşında gördüğün tek ekonomik kriz hala devam ediyorken senin her yerin tecrübe olsa ne olur. Herkes seni tecrübeli zannetse de sen aslında çok iyi derecede, tecrübeliymiş gibi davranıyorsun.

Beyaz camda adının yanında yazan "Müdür" ünvanına bakarak herkes seni yönetici sanıyor. Ama sen on kişi bile istihdam etmeyen bir şirkette, belki de emrinde çalışan tek bir kişi bile yokken ve sadece kendi kendinin müdürüyken, her yanın yönetici olsa ne yazar. Herkes seni yönetici sansa da sen aslında çok iyi derecede, yöneticiymiş gibi yapıyorsun.

Halkın iç çekişine ses veriyorsun ya sokaktaki insan seni kendi gibi zannediyor. Ama sen ne yoksulluğu bilirsin, ne otobüs kuyruğunda beklemeyi, ne de işçi grevine katılmayı. Herkes senin yorumlarını çaresizlik içinde kalanların işine yarayacak zannetse de sen aslında çok iyi derecede, halk adamıymış gibi yapıyorsun.

Karmaşık ifadeleri kullanma becerinle herkes seni ekonomi bilgesi zannediyor. Ama kullandığın klişe kavramların içinde ne felsefe, ne sosyoloji ne de psikoloji bilgisine rastlanıyor. Ortaya koyduğun tek somut eser de muhtemelen yazdığın ve şu ana kadar hiç kimsenin bir işine yaramayan bitirme tezi. Herkes seni ekonomi bilgesi sansa da sen aslında çok iyi derecede, bilgeymiş gibi davranıyorsun.

Bol matematikli öngörülerin seni insanların gözünde uzman kılıyor. Geçmiş verileri inceleyerek her sabah analiz yapıp o gün neler olacağını öngörüyorsun. Ama hiçbir zaman "dün yaptığım yorumlar acaba tuttu mu" diye ekran önünde bir özeleştiriye girmiyorsun. Herkes seni uzman zannediyor ama sen aslında çok iyi derecede, uzmanmış gibi davranıyorsun.

Kişilik tahlilini daha fazla uzatmadan sözü bir psikolağa bırakmak istiyorum. Psikoloji biliminin en özel kadını hiç şüphesiz Helene Deutsch'tur. Deutsch, insanlar üzerine yaptığı gözlemlerde çarpıcı bir karakter keşfeder. Bu karakter iç içe giren kimliklere sahiptir. Taklit saplantısı derindir. Kendilerini bir dizi fikre göre şekillendirdikten sonra, bu fikirleri aynı hızla terkedip başka insanlarla güçlü özdeşleşmeler kurar. Başka biri olma fantazileri duyar. Daha açık söyleyeyim mi?... Roubini'nin öngörülerinden etkilenip kendini Roubini sanır. Bernanke'nin merkez bankacılığı anlayışından etkilenip kendini Bernanke sanır. Meredith Whitney gibi kendisini "tatlı cadı" sanıp kararlılıkla gelecek tahminleri yapar. İşte bu tür kişiliğe uygarlık tarihinin en etkileyici bayan psikoloğu H.Deutsch "Mış gibi kişilik" (as if personality) adını vermişti.

Genç, alımlı ve enerjik yorumcu arkadaşım. İşte sende bu kişilikten var. Senin bir gerçeklik sorunun var. Sen hiçbir şeyin gerçeği değilsin, olsan olsan "mış gibi"sin.

Yorumcu arkadaşım! Sözlerimden bunaldığını ve sözün sana ne zaman geleceğini bekliyorsundur muhtemelen. Daha fazla bekletmeyip sorunu hemen soruyorum: "Şu an İstanbul ofisimizde 7Ğ Finance Capital şirketinden Arzu Hanım var. Efendim sadece 30 saniye süremiz kaldı. Acaba bize altın fiyatlarının neden düştüğünü, Çin ile ABD arasındaki kur savaşını ve yarın neler olacağını anlatabilir misiniz?"

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Kumarhanedeki son jeton!

Piyasa finansal okuryazarlık projelerinden geçilmiyor artık. Tüm finans sektörü, ortaçağ incil misyonerleri misali mürit arar gibi finansal okuryazar yapacak vatandaş arıyor. Bulunca da, hisse senedinin portakal dilimi misali temettü verdiğini, bireysel emeklilikte bir kavanoza siz para koyarken diğer kavanoza devletin para koyduğunu, gereksiz kredi kartı harcaması yapılmaması gerektiğini anlatmaya başlıyorlar. Borsa fonlarının özel yapısını "sanayi sitesinde tamir edilen meme yapmış uzay mekiği motoru" anakronizmiyle anlatanlar bile var. Aşırı basitleştirilme kaygısıyla zeka özürlülere ansiklopedi ezberletme kıvamına getirilen finansal kavramlar, finansal okuryazarlık yerine "Alice finansal harikalar dünyasında" benzeri bir ortam yaratmış durumda. Başarılı olma ihtimalleri son derece sınırlı. Bunların içinde TSPB Başkanı Attila Köksal gibi çok azları ise sorunun tasarrufun bir erdem olarak algılanmaması ile para ve yatırıma ait yanlış bilgilerimizden kaynaklandığını vurgulayarak doğru bir yol çizmeye çalışıyorlar. İşte meselenin özü burada yatıyor.

Las Vegas'taki kumarhanelerin müdavimlerinin büyük bölümünü varlık yönünden orta ve alt sınıftaki insanlar oluşturur. Bunların içlerinde fabrikalarda ağır şartlarda ve uzun süreli çalışan işçiler, ailelerini kıt kanaat geçindirenler ve kendilerine ayıracak zamanları olmayan kişiler bulunur. Psikologlar uzun bir süre bu orta sınıfı izleyerek davranışlarını gözlemlemişlerdir. Karşılaştıkları durumlar psikologların beklentileri paralelindedir. Bunalımın yüksek, stresin derin ve mutsuzluğun büyük olduğu genel bir karakteristik eğilim vardır. Psikologlar daha sonra kişilere basit sorular yöneltirler. Kumar oynayanların büyük bir bölümü, eninde sonunda kumarhanenin kazanacağını ve kendilerinin kaybedeceğinin farkındadırlar. Hatta bundan adları kadar emindirler. Psikologlar soruları ilerlettikçe gelen yanıtlar da şaşırtmaya başlar. Kumar oynayanların tamamına yakını konu harcamalar olduğunda tutumludurlar. Kumarhanelerdeki makinalara para atarken bir saniye bile gözlerini kırpmayanlar birkaç dolar tasarruf için uzaktaki indirim mağazalarına direksiyon sallamaya razıdır. İşte psikologlar bu noktada durur. Kişilerin davranışlarda derin bir çarpıklık vardır. Aşırı ihtiyat ve aşırı risk nasıl bu kadar kolayca bir araya gelebilir? Psikologlardan biri, Octave Mannoni, bu davranış şeklini teorize eden bir yaklaşım koyar ortaya. İşte o yaklaşım her şeyi açıklamaktadır: "Gayet iyi biliyorum, ama..."

Kumar oynayanlara "paranızı kaybetme ihtimaliniz yüksek" gibi bir açık uçlu soru sorulduğunda, yanıt verenlerin hepsi söze "Gayet iyi biliyorum, ama..." diyerek başlamıştır. Psikologlar buradan hareketle şu gerçeği fark etmişlerdir. Kişilerin bir taraftan tasarruf yapmak için ucuzluk mağazalarında sabahtan kuyruğa girip diğer taraftan kumarhanelerdeki gibi çılgınca para harcamaları, paraya atfettiğimiz karakterin oynaklığını gösterir. Paranın canlı mı yoksa ölü bir varlık mı olduğuna hala karar verebilmiş değiliz. Canlı olduğunu düşünenler onu tekrar tekrar öldürürken, ölü olduğunu düşünenler onu canlandırmaya çalışıyorlar. Paranın gücünden bir türlü emin olamıyoruz. Savurganlık, paranın doğurduğu kaygıyı yatıştırıyor. Fakat suçluluk duygusu hemen ardından devreye giriyor ve takıntılı bir tasarruf etme davranışı başlıyor. Kısaca para konusunda gönüllü bir unutkanlık ya da derin bir çelişki içindeyiz.

Bugün ülkemizde de durum aynıdır. Harcama eğilimi yüksek olanlar ucuzluk mağazalarında sabahtan kuyruğa girerek birkaç kuruş tasarruf yapma amacı güderken daha fazla harcamaktan da geri kalmazlar. Bu çelişkiyle ilgili hangi soruyu sorarsanız sorun, alacağınız yanıt genelde şöyle başlayacaktır: "Gayet iyi biliyorum, ama..."

TSPB Başkanı Attila Köksal bir konuşmasında yukarıda anlatmaya çalıştıklarımızı açık şekilde vurgulamıştı: "Buradaki en önemli konu Türk halkının maalesef tasarruf yapmayı ve yatırım yapmayı bilmemesi." İşte tüm hikaye bu!

Finansal okuryazarlığa gönül veren kardeşim! Sen opsiyon piyasasında margin call'a olumlu yanıt gelmeyince temerrütten nasıl kurtulunacağını basit bir dille anlatmaya devam et, ben şu elimdeki son jetonu casino'daki para makinasına atıp geliyorum!