24 Haziran 2014 Salı

Yol yapmayı Likyalılardan öğrenecek değiliz!

Seçimler sonrası ülkenin her yanında bir yol yapma çılgınlığı yeniden baş gösterdi. Kalkınmayı otoyol sanan bir halk yarattık ne de olsa. Mesafeleri arabayla kısaltarak acil işlerimizi daha kısa sürede gerçekleştirip kalkınma hızımız artacak muhtemelen. Yaz aylarında tatile gidenler yol yapım çalışmalarına şahit oluyorlardır. Kalkınmayı otoyol sananların, tatili de Akdeniz'de beş yıldızlı bir otelde tatil sanmaları normaldir. Yeni otoyol ve beş yıldızlı otel tatili halkımızın iki yeni geleneksel kodu oldu artık. Rahat bir yolculukla ulaşılan tatil yeri... Koca yılın yorgunluğu üzerimizdeki, daha ne istenir ki?

Haydi hemen hooop denize. Hiç vakit kaybetmeye değmez. Sen plaja doğru yürüyedur, ben anlatacaklarımı anlatayım, sonra yine görüşürüz...

Kalkınmanın en önemli göstergesinin yol olduğunu düşünen arkadaşım. Haklısın. Kalkınma demek, yol demek!

2007 yılında Türkiye'nin en güzel manzarası seçilen Gelidonya Fenerini mutlaka görmüşsündür; zevkli bir insansın ne de olsa. Fethiye'den Antalya'ya hüküm süren Likyalıları da duymuşsundur mutlaka; tarihe hayranlığın ve bilgin müthiştir biliriz. İşte senin gördüğün o fener ile tarihini okuduğun Likyalıları senden başka birisi daha görmüş. Görür görmez de aklında bir fikir canlanmış: "Kalkınma demek, yol demek!"

O da senin gibi kendini bu ülkenin kalkınmasına adamış biriydi. Bu güzel ülke için yapması gereken şeyler olduğunu düşünüyordu. Madem kendini senin gibi bu topraklara ait hissediyordu, bir şeyler yapmalıydı öyleyse. Fethiye'den Antalya'ya 500 kilometrelik bu yolu yürümeye başladı. Patara'yı, Olympos'u, Phaselis'i, Myra'yı yürüyerek geçti. Geçtiği yerlerdeki taşların üzerine boyayla işaretler koydu. Başkası yürüken kaybolmasın diye; yani seni de düşündü. 50'li yaşlarındaki bu kadın durmadı, azimle devam etti. Çalışması tam yedi yıl sürdü. 1999 yılı geldiğinde o acayip fikrini herkese açıkladı: "Dünyanın en önemli doğal yürüyüş yolu olan Likya Yolu açılmıştır!"

O gün ne demek istediğini birçokları anlamamıştı. Tarihi Likya Yolu da neymiş!.. 30 gün yürüyüş mü yapılırmış!.. Çam ağacı mı görmedik!.. Beş yıldızlı oteller ne güne duruyor!..

Yıllar sonra bugün o yoldan binlerce insan geçiyor. Dünyanın her yerinden insanlar sadece o yolda yürümek için geliyor. Ülkenin haritada nerde olduğunu bilmeyenler bile Likya Yolunu adım adım biliyor. Ne kadar gurur verici değil mi?

1992 yılında, tıpkı senin gibi, "Kalkınma demek, yol demek!" düşüncesiyle yola çıkan bu vatansever, İngiliz Kate Clow'du. Ya da TC nüfus kağıdında yazan adıyla Kardelen Karlı.

Neyse şekerim, sen bunları fazla kafaya takma. Nerde kalmıştık, plajdasın herhalde. Gözlerin boşlukta, plaj boşmuşçasına yürümeye devam et. Çocukların topu önüne düşerse, onlara değil de kendine yönelik hafif gülümsemenle vur gitsin. Terliklerini çıkar ve hafifçe koşarak suya dal. Güçlü kulaçların varmış gibi ufka doğru yüzmeye başla. Aniden sırtüstü dön ve beyaz köpükler çıkararak geriye doğru yüz. Sonra aniden dur ve insanların senin kim olduğunu görmesine izin ver...

Bugün dünyanın en önemli yürüyüş yollarından biri Likya Yoludur. Ama biliyorum bu senin için pek önemli değil, çünkü senin kalkınma anlayışın otoyol, tatil anlayışın beş yıldızlı otel. Aklından geçeni tahmin ediyorum; yol yapmayı da Likyalılardan öğrenecek değilsin!

23 Haziran 2014 Pazartesi

Kırkpınar'a desteği seneye de sen verirsin artık!

Birazdan anlatacaklarımız tipik bir spor izleyicisinin hiç umurunda olmayacak. Hatta belki hiç kimsenin umurunda olmayacak. Finansal piyasaların herhangi bir şeyi ticari bir mala nasıl döndürdüğünü merak edenler için belki alışıldık bir hikaye olabilir, hepsi o.

Kırkpınar Yağlı Güreşleri yüzyıllardır halkın sembolik kodlarından biri olmuştur. Güreş gibi sporlar, yatçılık gibi sporlarla uğraşan entellektüel ve elit azınlık dışında halkın büyük bölümünün ilgilendiği sporlardır. Hatta Anadolu'nun birçok yerinde haftalarca Kırkpınar'ın tartışmaları devam eder. Kırkpınar geleneksel varoluşu içinde halkın güçlü sembollerinden biri olarak varlığını koruyabilen çok az değerden biridir. O nedenle herkesin elbirliği ile koruması gereken bir gelenektir. Peki sizce korunabiliyor mu?

Kırkpınar güreşlerini televizyondan seyreden izleyicilerin bir kısmı bu hafta alışıldık olmayan bir şeyle karşılaştılar. Güreşler her zaman yayınlandığı kanaldan farklı bir kanal tarafından yayınlanıyordu. Kısa bir araştırma yapan herkes Kırkpınar'ın yayın haklarının daha iyi bir paraya başka bir kanala verildiğini öğrenebilir. Açıklamalara bakılırsa artık markalaşan, kendine kaynak yaratan ve daha rahat finanse edilen bir Kırkpınar oluşacak. Yani Kırkpınar'a büyük "destek" verilmiş oluyor. "Destek" kavramı insanların kulağına ilk anda çok hoş gelebilir. Peki ama gerçekten öyle mi? Söylenildiği gibi verilen "destek"le gelen para saadet getirecek mi?

1970'lere kadar Dünya Kupası, Fifa aracılığıyla ülkelere makul fiyatlardan pazarlanarak herkesin maçları seyretmesi sağlanıyordu. Fakat Horst Dassler adında bir Alman girişimcinin aklına şeytanca bir fikir gelir. Dünya Kupası maçlarını yayınlayan televizyon kanallarının reklam gelirlerini inceleyen Horst garip bir durum farkeder. Televizyon kanallarının gelirleri, Fifa'ya ödenen tutardan çok çok yüksektir. O ana kadar sporcuların ayakkabılarını yapan Horst artık kararını vermiştir. Sadece sporcuların ürünlerini kullanmasını değil artık tüm sporu istiyordur. Şeytanca planıyla Fifa'nın kapısını çalar. Onlara basitçe şunu söyler: "Size 'destek' vermeye geldim. Yayın kazancınızın 10 katını veriyorum, bana yayın haklarınızı verin." Fifa bu tekliften oldukça memnun olur ve hemen yayın haklarını verir. Sonra ne mi olur?

Tabi ki "destek" başlar! Bugün başta ABD olmak üzere birçok ülkenin Dünya Kupasını şifreli kanallardan izlemeye götürecek süreç hayata girer. Şekerli içeceklerin, yağlı fast food'ların sporun yanında reklamı ve satışı yapılır. Rüşvet, oy hırsızlığı ve daha birçok inanılmaz olay. Sonunda eski Başkan Havelange, yayın hakları için rüşvet almaktan cezalandırılır. Hayatını Fifa'yı araştırmaya adayan gazeteci Andrew Jennings'in dediği gibi "futbol düzenbazların eline geçer."

Yıllar önce tüm dünya insanlarının bir "insanlık hakkı" olarak televizyonlardan rahatça izleyebildikleri Dünya Kupası bugün birçok ülkede paralı kanaldan yayınlanmakta, birçok ülkede ise hiç yayınlanmamaktadır. Bir insanlık hakkı sayılabilecek ülkesinin milli maçını izleme hakkı, halkların elinden alınmıştır. Ne uğruna? Adidas gibi bir spor devini yaratarak insanlığa hizmet ettiğini söyleyen Horst Dassler'in para aşkı uğruna.

İşte, bugün aynı "destek" Kırkpınar'a veriliyor. Kapitalizmin sihirli değneği bir dokunuşta Kırkpınar'ı alınır satılır bir mal haline getirecek. İşin içine para girince, Jennings'in anlattığı Fifa'daki olayların benzerleri cereyan etmeye başlayacak. Muhtemelen de kısa sürede şifreli kanallardan maçlar yayınlanacak. Şifre sözcüğünün anlamını bilmeyen güreşsever Anadolu köylüsü de para verip maçları izlemek zorunda kalacak. Verecek parası olmayanlar ise komşulardan dinleyecek. Yani güreş sporu düşük fiyata satılan bir spor olmaktan çıkarılacak. Daha açık söylersek desteğin dik alası verilmiş olacak.

Kısacası halkı halk yapan geleneksel sembollerden biri alınıp satılır bir ticari mala döndürülüyor ve kimsenin sesi çıkmıyor. Ne acıdır ki, artık geleneklerimiz bile vicdandan daha çok hırs sahibi olanlar tarafından yönetiliyor. Ne diyelim, şifreli kanala para vererek seneye de Kırkpınar'a desteği sen verirsin artık!

18 Haziran 2014 Çarşamba

Pazar günü maç varsa devrim yapamazsın!

Dünya Kupası ile birlikte yaz tatiline girdiğini düşündüğümüz futbol sohbetleri yeniden başladı. Spor yorumcuları aralıksız yorumlama telaşındalar. Onların yaptığı yorumları yorumlayarak saatlerini harcayan bir erkek toplumuna sahibiz. Futbolun kendisinden daha fazla sohbeti ilgi çekiyor denilebilir. Hal böyle olunca da birinci sınıf bir takımda oynamış üçüncü sınıf bir futbolcu bile emekli olunca televizyon kanallarında baş tacı edilip erkekler tarafından ciddiyetle dinleniyor. Böylece bir elin parmaklarını geçmeyen entellektüel spor uzmanları da oyunun dışına itiliyor. Artık iyice aşina olduğumuz bu tabloda sizce eleştirilecek bir yerler yok mu?

Spor yorumcularının temel başarısı, bilgiye sahip olmak isteyenler ile kayıtsız bir masumiyet içindeki bilgisizler arasında ayırım yapmadan konuşuyor olmalarında saklı. Yani yorumlar bilgiliye de cahile de aynı paket içinde sunuluyor. Böylece "taraftarın her şeyi bilmeye hakkı var" idealiyle ortaya başarılı bir medya pazarlaması çıkarılmış oluyor.

Göstergebilim uzmanlarına göre futbol yalan üstüne kurulmuş bir spor dalıdır. İnsanlar kafalarında bir şeyler yaratırlar ve sonra onlara inanırlar. Uçarak yaptığı kafa vuruşunun kaleci tarafından yakalanamaması sonucu gol atan futbolcuya tüm dünya nedensiz bir saygı duyar. Sanki uçarak kafa vuruşu yapmak insan hakları evrensel bildirisinin bir maddesidir. Bir takımın taraftarı olduğu düşüncesinin bir kafada yaratılması, peşisıra ona inanmayı da gerektirir. Artık taraftar "takım tutma" olayını bir şeref sembolüne dönüştürür. Özgürlüğü için mücadele eden bir köle kadar kutsaldır artık onun mücadelesi ve taraftarlık aşkı. Her hafta sonu bir önceki hafta yaşadığı duyguyu yaşamadığı zaman kendini kötü hisseder. Onun için futbolun bir ikamesi yoktur. Futbolun bir yaşam tarzı değil oyun olduğunu anlayamaz. Spor yorumcuları da bir tedavisi olmayan bu çarpık insan duygusunu sonuna kadar kullanırlar.

Yorumcuların en tipik özelliği tümör seviyesine ulaşmış ateşli gevezelikleridir. Herkesi taraftar sanma gibi bir yetersizlik içindedirler. Aralarındaki diyalog bilinen iletişim kurallarının hiçbirine uymaz. Şiddetli çatışmalar içeren çapraz bir konuşma sürer. Kavramların tanımları giderek anlamını yitirir ve sonuçta futbola uzak birisi için bir bilgisayar yazılımının kodları gibi anlamsızlaşır. "Çalıma kaçmaması lazım... kademe anlayışı gerekli... faulse faul de... tek pas oynamalı... doldur boşalt anlayışı hatalı... endirek vuruş değil... 18 içinde... taç el değiştirdi..." O anda dinleyicilerin bu konuşmanın nasıl ve neden başladığını hatırlamaları imkansızdır. Herkes duvarla konuşuyor gibidir. Bir yorumcu diğerini umursamaz görünürken diğeri de bu umursamamazlığı umursamıyor görünür. Gülünç olan ise kimsenin kimseyi umursamadığı bu ortamda herkesin kendini güçlü bir varoluş içinde görmesidir.

Aslında akıllı bir izleyenin çıkaracağı sonuç gevezelik, boş konuşma ve iletişimsizlik iken izleyiciler büyük bir sembolik tatmin yaşarlar. Yorumcuların iletişim çabası içine girmeleri anlamsız ve gereksizdir. Çünkü ortada karşılıklı bir sözcük, kavram ve düşünce alışverişi yoktur. Muhtemelen yorumculardan birinin kullandığı bir kavram hakkında diğeri aynı bilgiye sahip değildir. Kademe anlayışı, savunma ve hücum blokları arasındaki kopuk bağlar, riske girmeyip taca atmak gibi kavramların her kafada ayrı anlama sahip oldukları açıktır. O nedenle aralarındaki bu kavramsal iletişim, felsefe mantığı itibariyle hatalıdır. Hal böyle olunca artık kişiler halkın kendilerinden beklediği konuşmaları yapmaya başlarlar. Gevezelik, kavram ve düşünce israfına döner.

Aslında futbol hakkında konuşmak siyaset hakkında konuşmanın farklı bir türüdür. Çünkü bir lig şampiyonu olmanın vurucu noktası sergilenen sportif beceri değil, bir yıl boyunca kendisini ve takımını ülkenin şampiyonu olarak görmektir. Duygu sergilemeye yönelik yoğun amaç ve başarısızlık algısının yarattığı gizli motivasyon psikolojik açıdan tekbenciliğin (solipsizm) göstergesidir.

Futbol, yorumcuların gevezeliklerine duyulan fanatizm olmaksızın bugünkü popülaritesini yakalayamazdı hiç şüphesiz. Diğer bir ifadeyle, başkasının sporunu izleyip yorumlayanlar hakkındaki yorumların oluşturduğu futbol dünyası...

Yorumcuların dile getirdikleri fikirler hakkında hiçbir gerçek sorumluluk taşımadan konunun uzmanıymış gibi konuşmaları kimseyi rahatsız etmez. Fikir beyan eder, çözümler önerir, herkese rol tayini yaparlar. Dinleyici, tüm bunların yorumcunun güç alanının ötesinde olduğunu fark etmez. İçi boş tartışmalar uğruna enerji harcanır. Hararetli konuşma ile konunun önemli olduğu ve herkesi ilgilendirdiği vurgusu yapılır. Yorumcunun ne bildiği önemli değildir. Dedik ya yapılan bir tür siyasettir diye... İktisat bilmeden ekonomi bakanını yargılayamazsın ama teknik direktörü eleştirmek kolaydır. Milletvekilini eleştirmek zordur ama futbolcuyu kolaydır. Dış politikayı suçlayamazsın ama derbi maçının stratejisini çizebilirsin. Yani kısacası futbol sohbeti gevezeliğin bol olduğu bir parodidir.

Fazla uzatmaya gerek yok sanırız. Umberto Eco'nun dediği gibi: "Pazar günü maç varsa devrim yapamazsın!"

15 Haziran 2014 Pazar

Erkekler ekonomiden anlamaz ama Dünya Kupasından iyi anlar!

Dünya Kupasının başlamış olmasının mutlu ettiği kadın pek yoktur herhalde. Ekrandan sürekli geçen mesajlar, kışkırtan reklamlar, stat panolarının ışıkları ve yorumcuların bitmek tükenmez bilmek laf ebelikleri şu aralar erkeklerin en sevdiği şey. Maçların akıcılığı, konu planı, karakterleri ve sezon finali ile Dünya Kupası erkekler için 90 dakikalık bir Hollywood melodramı. Kadınların erkeklerdeki bu tuhaf bağımlılığı anlayabilmesi çok güç. Fildişi ile Japonya arasındaki bir maçın kendi eşini neden ilgilendirdiği konusunda fikri olan bir kadın bulmak neredeyse imkansız. Peki ama neden? Kadınları hiç ilgilendirmeyen bir konu erkekleri neden bu kadar fazla ilgilendiriyor?

Aslında bu sorunun farklı yanıtları olabilir. Ama ekonomi açısından baktığımızda yanıt açık: Erkekler ekonomiden anlamadıkları için Dünya Kupasını seyreder. Nasıl mı?

Cinsiyet farkları üzerine araştırmaları ile tanınan Psikolog David Buss'un 1994 yılında yayınladığı The Evolution of Desire adlı kitabı önemli bir bakış açısı sunar. Kitaptaki araştırmaların biri kıskançlık üzerinedir. Kadınlar ve erkeklerin kıskanma konusunda çarpıcı bir farklılıkları vardır. Yapılan araştırmalara göre erkeklerin %60'ı eşinin evlilik dışı bir ilişki yaşamasındansa bir erkeğe derin bir duygusal ilgi duymasını tercih etmektedir. Yani erkekler gizli bir derin aşkı bir gecelik ilişkiyi tercih ediyor. Peki ya aynı konuda kadınlar nasıl düşünüyor dersiniz?

Aynı araştırma kadınlar üzerinde yapıldığında elde edilen sonuçlar oldukça farklıdır. Kadınların %83'ü bir gecelik ilişkiyi gizli bir aşka tercih etmektedir. Kadınlarla erkeklerin kıskançlık algılamaları taban tabana zıt görünmektedir. Peki ama neden?

Ekonominin en temel kavramlarından biri fırsat maliyetidir. "İktisata Giriş" dersleri bu kavramı anlatarak işe başlar. Kısaca der ki, bir şeyi gerçekleştirdiğinizde, vazgeçtiğiniz diğer şeylerin bir maliyeti vardır. Diyelim ki saatine 100 lira kazanacağınız bir işi yapmayıp uyumayı tercih ederseniz uyumanın fırsat maliyeti 100 lira olur. Çünkü 100 lirayı fırsata çevirmeyip maliyete dönüştürmüşsünüz demektir. İşte, kıskançlık söz konusu olduğunda, kadınlar bu temel ekonomik kavrama göre karar verirken, erkekler bu kavramı görmezden gelirler. Nasıl mı?

Kadınlar bir gecelik ilişkiyi derin bir aşka tercih ederler çünkü eğer erkek, kadına aşık olursa ileride karısını ve ailesini terketme ihtimali doğabilecektir. Bu da bir gecelik bir ilişkinin maliyetinden çok daha büyük bir maliyet ortaya çıkaracaktır. Kadınlar ekonomik bir bakış açısı sergileyerek bu maliyeti göze almazlar ve en rasyonel kararı verirler. İşte hepsi bu!

Şimdi Dünya Kupasına dönelim. Kadınlar Fildişi ile Japonya arasındaki maçı da diğer maçlar gibi izlemeyeceklerdir. Çünkü bu maçı izlemenin fırsat maliyeti çöpe gitmiş bir doksan dakikadır. Bu süre zarfında kitap okuyabilir, ütü yapabilir ya da mutfağı temizleyebilirler. Ya da başka bir açıdan söylersek aylak aylak oturma ile maç seyretmenin fırsat maliyeti eşittir.

Fazla uzatmaya gerek yok aslında. Erkekler ekonomiden anlamaz ama Dünya Kupasından iyi anlar!

10 Haziran 2014 Salı

Gelecek maç berabere!

Bir uluslararası ilişkiler uzmanı olan Ivan Arreguin Toft boş zamanlarında boks maçı izlemeyi seviyordu. 1974 yılında Muhammed Ali'nin Foreman'ı yendiği maç kafasına takılmıştı. Maç öncesinde Ali'ye şans veren neredeyse yok gibiydi. Foreman dünya şampiyonuydu ve güçlüydü. Ali ise tuhaf bir boksördü. Fakat maçı kazanan Ali olmuştu. Toft'un, Ali'nin nasıl kazandığı konusunda bir çıkarımı vardı ve bunu test etmek üzere çalışmaya koyuldu. Uzun bir araştırma döneminden sonra 2001 yılında makalesini yayınladı. iRRasyonel'e göre belki de dünya tarih araştırmalarının en çarpıcısı ortaya konur. Toft, "How the Weak Win Wars" (Güçsüzler savaşları nasıl kazanıyor?) adlı makalesinde son 200 yıl içinde gerçekleşen 197 savaşı inceler. Bilinen tüm gerçeklere karşı çıkan şu sonuca ulaşır. Güçsüz olan taraflar güçlülere karşı daha fazla savaş kazanmışlardır. Savaşların %64'ünü güçsüzler kazanmıştır. Peki ama nasıl? Güçsüzler güçlüleri nasıl yenmişlerdir?

Toft'un araştırmalarından çıkan basit bir sonuç vardı. Güçsüzler bilinenin, yerleşik düşüncenin, beklenilenin, alışıldık olanın aksine sıradışı ve akla mantığa aykırı bir strateji belirledikleri zaman güçlüleri yenebiliyorlardı. Buna asimetrik karşıtlık adını vermişti. Güçlü olanın kazanma arzusu düşük, güçsüz olanın kazanma arzusu yüksekti. Sonuçta da arzusu yüksek olan kazanıyordu.

Muhammet Ali Foreman'ı yenerken basit bir strateji kullanmıştı. Foreman Ali'ye her yumruk atışında Ali'nin kulağına şöyle fısıldadığını duyuyordu: "George, beni hayal kırıklığına uğratıyorsun!" Bu alışılmadık davranış şekli Foreman'ın tüm dengesini bozmuştu. Biz de bu makaleden yola çıkarak Türk futbolundaki asimetrik karşıtlık olup olmadığını araştırdık. Giderek endüstrileşen futbol güçlülere mi yoksa zayıflara mı yarıyor?

Futbol maçları üç ihtimalli bir sonuç yaratır. En kazançlı ihtimal galibiyettir. Beraberlik ise ikinci en iyi çözümdür. Kaybetmek ise genellikle en kötü olasılıktır. Futbol takımlarının oyun teorileri genellikle "kazanamıyorsan berabere kal" stratejisine ya da bilinçaltı düşüncesine dayanır. Aslında bu strateji furbol ligleri kurulduğundan beri değişmeden gelmiştir. Hemen hemen tüm maçlar için de geçerlidir.

Bir futbol maçında kazanan takımın genellikle " daha güçlü" olduğu ve zayıfı yendiği düşünülür. Takımların birbirlerine eşit güçte olduğu teoride kabul edilse de sene sonu puan durumlarına bakıldığında aynı puandaki takım sayısının az olduğu görülür. Bu da doğal olarak takımların istisnaen aynı güçlerde oldukları sonucuna ulaştırır. Böyle bir varsayımda takımların maçları kendi sahalarında oynama avantajları beceri ve moral kapasiteyi arttıracağından, eşit güç dengesi yeniden bozulmuş olur. Sonuç olarak da maçların berabere bitme olasılıkları azalır ve kazanan takım sayısı artar.

Endüstriyel futbolun sadece kazanmak üzerine bir mantığa giderek daha fazla oturduğu düşünüldüğünde takımlar maçları daha mı fazla kazanmaya başladı dersiniz? Kaybedenin asla hatırlanmadığı şeklindeki post-modern düşünce acaba kazanma ihtimalini daha mı çok arttırıyor? Ya da daha açık söylersek güçsüzler daha mı çok kazanıyor?

Bu soruların yanıtını bulmak üzere Türkiye Süper Liginin son 16 sezonunun maç sonuçlarını inceledik. 4.896 maçın sonucuna baktık. Kaç maçın kazanıldığı, kaç maçın berabere bittiğini araştırdık. Sonuçlar beklediğimize yakın bir dağılım gösteriyordu.

1998-1999 sezonu 72 maç berabere sonuçlanırken, 232 maç galibiyetle sona ermişti. Kazananların oranı %76 iken, berabere kalının maçların oranı %24'dü.

1999-2000 sezonunda 70 maç berabere sonuçlanırken, 236 maç galibiyetle sona ermişti. Kazananların oranı %77 iken, berabere kalınan maçların oranı %23'tü.

Kazananların ya da başka bir deyişle kaybedenlerin sayısı yıllar içinde azalış gösterirken berabere kalanların sayısı artmıştı.

2012-2013 sezonunda 85 maç berabere sonuçlanırken, 221 maç galibiyetle sona ermişti. Kazananların oranı %72 iken, berabere kalınan maçların oranı %28'di.

2013-2014 sezonunda 81 maç berabere sonuçlanırken, 225 maç galibiyetle sona ermişti. Kazananların oranı %74 iken, berabere kalınan maçların oranı %26'ydı. (Ayrıntılı tabloya aşağıda yer verilmiştir.)

Son 16 sezon 4'erli yıllar olarak gruplandığında değişimin yönünün netliği açıkça ortaya çıkmaktadır. 1999-2002 arasında kazanılan maçların ortalaması %76,8 iken, 2003-2006 arasında %76,1, 2007-2010 arasında %74,6 ve 2011-2014 arasında %74 olmuştur. Yani 4 yıllık ortalamalar itibariyle kazananların oranı yaklaşık %4 azalmıştır. Öte yandan berabere kalanların ortalaması ise 4 yıllık ortalamalar itibariyle sırasıyla %23,2, %23,9, %25,4 ve %26 olarak gerçekleşmiştir.

Bu sonuçlara baktığımızda, endüstrileşmenin yarattığı "kazanan her şeyi alır" duygusu, kazanan sayısını değil kaybetmeyen sayısını arttırmış görünüyor. Son 16 yıllık dönemde kazanan sayısındaki yaklaşık %4'lük azalış, kaybedenlerin hatırlanmayacağı korkusunun bilinçaltında kaybetmeme düşüncesini güçlendirdiği şeklinde yorumlanabilir. Takımların güç dengelerinin giderek birbirine yakınlaşmaya başladığı, futbolcuların fiziksel özelliklerindeki farklılaşmanın azaldığı, maçlar üzerine oynanan bahislerin takımlar üzerindeki etkisi ve diğer yapısal ve rastlantısal özellikler değişimin nedeni olarak ileri sürülebilir. Ya da belki trendin zayıflığı nedeniyle kazanan sayısındaki azalma önemsiz görülebilir. Sonuçların tartışmasını futbol yorumcularına bırakalım. Fakat bir şeyin kesinlikle altını çizmeliyiz: Bilimsel bir bakış açısıyla rakamlar değerlendirildiğinde, maçlarda daha az takım kaybetmeye başlamış görünüyor. Bu da takımların güç dengelerinin giderek birbirine yaklaştığı şeklinde rahatlıkla yorumlanabilir. Daha açık söylersek, güçlü ile zayıf arasındaki fark giderek kapanıyor ve asimetrik karşıtlık giderek artıyor.

Kaba bir söylemle, istatistikler, futbolun uzak bir gelecekte beraberlik dışında bir sonuç yaratmayacağını söylüyor. Yani bir gün tüm maçlar berabere bitebilir. Ya da belki Alex Ferguson'un dediği gibidir: "İstatistik mini eteğe benzer; çok şey gösterir ama asıl görünmesi gerekeni göstermez."