30 Eylül 2014 Salı

Devletten kriz bekleme!

Ekonomistlerimiz ya da ekonomi-politiğimizi yönetenler rakamları yorumlarken nedense sokaktaki vatandaşa ne olup bittiğini gösterecek çıkarımlar yapmıyorlar ya da yapmak istemiyorlar. Kara tahta ekonomistlerimiz rakamları evirip çevirip sıradan insanın yorumlayamayacağı şekle sokuyorlar. Kendilerini her zaman üniversite öğrencilerine ders veriyor zannediyorlar. Ekonomiyi yönetenler ise daima kendilerine göre yorumluyorlar. Aslında aradığımız Charles Dickens'ın David Copperfield romanındaki Bay Micawber gibi biri. Micawber'ın ekonomiden anladığı oldukça basitti: "Gelirin 20£, giderin 19,5£ ise mutlusun; gelirin 20 £, giderin 20,5£ ise sefil." Aslında ekonomi dediğin de bu kadar basit değil mi? Ama ekonomistlerimiz ya da politikacılarımızdan nedense Micawbervari bir açıklama duyamıyoruz. Ya da duyduklarımız manipüle edilmiş açıklamalar. Öyleyse gelin ekonomimizin Micawber'i biz olalım ve ekonomimizde ne olup bittiğine bakalım.

Ekonomimiz üzerine iki karşıt düşünce hakim. Bir kısım kriz sinyalleri alıyor, diğerleri ise "hani kriz nerde, sen 2000 öncesindeki krizleri görmemişsin" diyor. Halkın algılaması da genellikle bu şekilde. Önceki krizleri görenler devalüasyonu krizin en büyük alameti sayıyor. Borçlarını ödeyemeyen bir merkezi hükümet görmediği sürece krizin olduğuna inanmıyor. Ne dersiniz sizce de kriz yok mu?

Ekonomimizin tepeden çöktüğü yılları hatırlamayanlar olabilir. Öncelikle kısa bir tarihsel kıyaslama ile başlayalım. Ülkemizin 2003 yılındaki dış borcu 147 milyar dolardı. Bu borcun %78'i devletin, %22'si özel sektörün borcuydu. 2014 yılına geldiğimizde ise dış borç 387 milyar dolar olmuştu. Bu borç içinde kamunun payı %31, özel sektörün payı ise %69'du. 2003 ile 2014 yılları arasındaki dönüşümü farketmişsinizdir herhalde. 2003'te borcun %78'i devlete aitken, 2014'te bu oran%31'e gerilemiştir. Sizce bu durumda kriz kimin kapısını çalacak?

Siz sorunun yanıtını Micawber'i de anımsayarak düşünürken biz ikinci bir parmak hesabı daha yapalım. Hane halkı denilen sokaktaki insanın borcuna bakalım. 2003 yılında sokaktaki adamın bankalara olan toplam borcu 13 milyar liraydı. 2014 yılına gelindiğinde bu rakam 337 milyar olmuştu. Yani borçluluk 26 kat artmıştı.

Şimdi şu üç rakama yeniden bakalım. 2014 yılında devletin dış borcu 122 milyar dolar. Özel sektörün dış borcu 265 milyar dolar. Hane halkının (bir anlamda) dış borcu ise 337 milyar lira. Bu rakamları 2003 yılı ile kıyasladığımızda şu çıkarımı rahatça herkes yapabilir artık. Geçen 10 yıl içinde devlet borçlarını azaltırken, şirketler ve hane halkı borçlarını arttırdı. Hem de öyle bir arttırdı ki...

Bu tablodan şu sonuca kolayca varılabilir. Halkımız artık 2000 öncesinde gördüğü krizleri beklemesin. O krizlere benzer bir krizin yaşanması mümkün değil. Çünkü borcu olan kriz yaşar ve devletin borcu artık çok değil. Bütçe dengesi ile kolayca yönetilebilecek gibi duruyor. Peki öyleyse kriz kimin krizi?

Her gün batan sayısız şirketten, yazılan onca çekten, protesto olan onca senetten şirketlerin derin bir kriz içine girdiği anlaşılıyor. Ama onlar şirkettir, başlarının çaresine bakar derseniz size hane halkımızdan biraz bahsedeyim. Hane halkımız 75 milyondan oluşuyor. Bu 75 milyon kişi 337 milyar borç yaratmış durumda. Yani kişi başı 4.500 lira. Eh çok yüksek sayılmaz. Asgari ücretin 5 katı diyelim. Ama parmak hesabını biraz daha ilerletelim. Bu hane halkı kimlerden oluşuyora bakalım. Üniversite dahil 21,6 milyon öğrenci. 5 milyon işsiz. 10 milyon yeşil kartlı. Yani toplamda 36,6 milyon kişi gelirden muaf. Bunlara ağırlığı asgari ücretli 10 milyon emekliyi de ekleyelim. Ediyor 46,6 milyon kişi. Buna 10 milyon kişi olduğu tahmin edilen kayıt dışı işlerde ya da ev hanımı olarak çalışanları da ekleyelim, ediyor 56,6 milyon kişi. Geriye bir tek çalışanlar kaldı. Bunların sayısı da topu topu 18,4 milyon kişi. Üstelik yarısı asgari ücretli. Yani çalışan başına ortalama borç 18.400 lira. Neresinden bakılsa asgari ücretin 20 katı bir borç. Hangi parayla nasıl ödenir?

Sokaktaki arkadaşım, eğer hala devletten kriz bekliyorsan, bekleme! O kriz hiç gelmeyecek. Çünkü devletin borcu yok. Borcun büyük kısmı artık senin üzerinde. Bu kriz artık senin krizin. Şimdi şapkanı önüne koy ve Micawber gibi hesapla. Borcun ne kadar, varlığın ne kadar? Eğer borcun 20, varlığın 20,5 ise mutlu olabilirsin, çünkü kriz yaşaman olası gözükmüyor. Ama hane halkının %95'i gibi borcun 20, varlığın 19,5 ise sen borçlu birisin ve kriz senin için başlamış demektir.

Sokaktaki vatandaşın bilmesi gereken aslında tek bir şey var: Her şeyi de devletten beklemeyin canım, bütçeni aşan bir tüketici kredisi alarak sen de krize girebilirsin!

28 Eylül 2014 Pazar

Genç istatistikçiler rahatsız!

İngiliz bilim insanı Francis Galton, 19.yüzyılın ortalarında, köy meydanında yaklaşık 800 kişiye büyük bir öküzün ağırlığının ne olduğunu sordu. Gelen tahminlerin ortalamasını aldı, sonra öküzü tarttı. Tahminler 1198 pound diyordu, öküz ise 1197 pound çıkmıştı. Yani halkın tahmini doğruydu. Galton'dan sonra istatistik bilimi hayatın ölçülemezliklerini ölçmeye çalışarak insanlara yol göstermeye çalışan bir bilim olarak popülaritesini arttırmaya başladı. İstatistik tam aradığımız gibi bir bilimdi; esnek, yorumlanabilir, yol gösterici.

Tam istatistiğe ısınmaya başlamıştık ki, 19.yüzyıl sonlarında Amerikalı yazar Mark Twain tuhaf bir saptamada bulundu: "Üç tür yalan vardır: Yalanlar, berbat yalanlar ve istatistikler." Mark Twain ne demek istiyor diye herkes birbirine baktı. Demek istediği herkesi biraz ürkütmüştü. İstatistiklerin, yayınlayıcıları tarafından kendi amaçları doğrultusunda manipüle edilebileceği gerçeğini söylüyordu. Pek de haksız sayılmazdı aslında. Bir hakikat tek bir rakamla ifade edilecekse, hakikati herkes kendi çıkarına göre düzenleyebilir. İşte o günden beri Galton'un saf hakikati ile Twain'in manipüle edilmiş hakikatı arasında gidip gelen bir bilim dalı olarak şöhretine şöhret katmıştır istatistik.

Ülkemizin resmi istatistiklerini Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tutuyor. İşin içinde resmiyet olunca Mark Twain'in düşüncesinin esamesi okunmaz diye düşündük ve istatistikleri incelemeye başladık. TÜİK'in verilerinden elde ettiğimiz bazı sonuçları sizler için özetledik. Gelin şimdi hep beraber karar verelim: Galton mu haklı, Twain mi?

Emekli maaşları yeterli!

Emekli maaşlarının düşüklüğü herkesin kabul ettiği bir olgudur. Ya da en azından biz öyle biliyoruz. Son yıllarda maaşların düşüklüğü herkesin dilinde. TÜİK verilerine baktığımızda ise farklı bir sonuç çıkıyor karşımıza. Emekli maaşlarının yeterliliğinin ölçülmeye başlandığı 2003 yılı ile kıyaslandığında emekli maaşını yeterli bulanlar 2012'de %38 artmış. Yıllar itibariyle oran kademeli olarak artıyor. Emekliler, emekli maaşım yeterli diyor; öyleyse bize söz söylemek düşmez.

Kanun önünde herkes eşit!

Yasaların nasıl uygulandığı herkesin malumu. Ülkeyi yönetenler bile açıkça yasaların herkes için eşit olarak uygulanmadığını söylüyorlar. Ama istatistiklere baktığımızda farklı bir sonuç çıkıyor karşımıza. Yasaların taraflı uygulandığını düşünenlerin oranı son on yılda %30 azalmış. Yani halk ülkeyi yönetenlere bile katılmıyor. Onlara göre kanun önünde herkes eşit.

Halka muamele mutluluk veriyor!

Toplumsal olaylara polisin sert müdahalesi herkesin eleştirdiği bir konu. Sertliğin insan haklarına aykırı olduğu taraflı tarafsız herkesin açık kanaati. Yaşanan olaylarda manzaralar hala herkesin hatırında. Ama istatistikler farklı bir şey söylüyor. Polis ve diğer güvenlik güçlerinin toplumsal olaylarda vatandaşa muamelesinden memnun olanlar son on yılda %21'den %77'ye çıkmış durumda. Yani istatistiği yorumlarsak, halkın %77'si toplumsal olaylara müdahaleden memnun. Birkaç seneye oran %100 olur herhalde. Sen memnun olmayabilirsin ama istatistikler öyle söylemiyor. Demek ki sana da sormuşlar, sen de memnunum demişsin.

Eğitimdem memnunuz!

Eğitimin her gün karışıklaşan ve orta çağ aydınlığı(!) seviyesine doğru hızla ilerleyen yapısı birçok insanı tedirgin ediyor. Ülkenin kuruluş ilkelerine ters hareket edildiği ana eleştiri. Fakat eğitimin kalitesinden memnun olanların oranı 2004'te %49'ken 2012'de %65 olmuş. Yani eğitimden memnun olanların oranı %33 artmış.

Avrupa Birliğine girmeye az kaldı!

Avrupa Birliğine girme hayalleri artık pek popüler değil. Hükümet bile bu konuda isteksiz ve ümitsiz. Bu konuda somut bir çaba da bulunmuyor. Yıllar tüm hayallerimizi eritti. Ama halkımız öyle demiyor. Resmi istatistiklere göre Avrupa Birliğine girmek için umutlu olanların oranı 2003'te %67 iken 2012'de %77 olmuş. Seneye %100 bekliyoruz. Hükümet yetkilileri bile bu orana gülüyordur muhtemelen. Oran %100 olunca Avrupa Birliğine gireceğimizi düşünen bir örnekleme sahibiz herhalde.

Herkes okur yazar!

İstatistiklere göre 2008'de okuma yazma bilmeyen 4,9 milyon kişi vermış. Beş yıl sonra yani 2013'te bu sayı 2,7 milyona düşmüş. 2,2 milyon kişinin beş yılda hangi okulu bitirdiği ise istatistiklerden pek anlaşılmıyor. Konuyu bilgi edinme hakkımızı kullanarak yetkililerine sorduğumuzda ise herhangi bir yanıt alamadık. İstatistik detaylarında tamamı 18 yaşından büyük olan bu 2,2 milyon kişi muhtemelen beş yıl içinde üniversite bitirmişler. Gerçekten çok enteresan.

Elimizde bu verilerin hatalı olduğunu söyleyecek başka verilere sahip olmadığımız için bu verileri doğru kabul etmemiz gerekiyor herhalde. Nasıl olsa hepsi resmi! Galton haklı gibi geliyor. Ama bu rakamların doğru olup olamayacağına sağduyumuzla verdiğimiz cevap Twain'in düşüncelerini anımsatıyor: Yalan!

Karar size kalmış. Biz her zaman olduğu gibi konuya dikkat çekmiş olalım. Ama dikkatini çekmek istediğimiz yetkililer değil, istatistik bilimine gönül verenler ile her türlü istatistiğe güvenerek karar verenler. Ülkede tozu dumana katan bir gazete haberinin başlığını biraz değiştirerek son noktayı koyalım: "Genç istatistikçiler rahatsız!"

16 Eylül 2014 Salı

2,5 katrilyon doları denkleştirirsem tez vakitte alacağım şehir!

İstanbul'daki konut fiyatları uçuyor. Rakamların geldiği seviyeleri yorumlamak sıradan vatandaş için oldukça zor. Rant paranoyası herkesin gözünü kör etmiş durumda. Daha da çok yükselecek umuduyla bu fiyatlardan alımı avantaj sayanlar her geçen gün artıyor. Manhattan'daki Exxon binasını 1986 yılında Guinness Rekorlar kitabına girmek için normal fiyatından 260 milyon ABD doları daha yüksek bir bedelle satın alan Japon iş adamını gölgede bırakan kahramanlar ihalelerde boy gösteriyor. O gün o satış için ödenen tutara İstanbul'a 100 kilometre uzaklıkta arsa bile bulmak imkansız hale geldi. Peki bunun sonu nereye varacak dersiniz? Gayrimenkul alanlar hep kazanacak mı?

Şimdi birkaç dakikanızı ayırın ve kısa hikayemizi okuyun. İstanbul'da fiyatların bu seviyeye nasıl geldiğini ve buradan nereye gideceğini görün. Her beş yüz metresinde bir, Newyork ve Bangladeş'i yan yana göreceğiniz rant paranoyasına yakalanmış kenti daha yakından tanıyın.

Bir zamanlar küçük bir ada ülkesi vardı. Bu küçük adacıktaki toplam para miktarı 2 liraydı. 2 adet 1 liralık madeni para piyasadaki toplam parayı oluşturuyordu.

Bu adada yaşayan 3 kişi vardı. Bay A adanın sahibiyken, Bay B ve Bay C’nin ellerinde 1’er lirası vardı.

Bir gün Bay B, elindeki 1 lirayla yaşadıkları adayı Bay A’dan satın almaya karar verir. Alan memnun, satan memnun. Alışveriş sonrası Bay B adanın yeni sahibi olurken, A ve C’nin 1 lirası vardır. Adanın fiyatı artık 1 lira olmuştur.

Böylece adanın toplam varlıkları 3 liraya çıkmıştır. A ve C'nin 1'er lirası ve 1 liralık ada.

Bir süre sonra Bay C şöyle bir fikir geliştirir: “Adadaki arazi miktarı sınırlı ve arazi üretilebilir bir varlık değildir. Öyleyse bu adanın değeri yakında kesinlikle artacak.” Ve Bay A’dan 1 lirayı ödünç alarak, adayı Bay B’den 2 liraya satın alır.

A’nın C’ye verdiği 1 liralık kredi sonrasında Bay A’nın net varlığı 1 liradır. B, adayı 2 liraya sattığı için net varlığı 2 liradır. C, adayı 2 liraya satın alsa da, A’ya olan 1 lira borcu nedeniyle net varlığı 1 liradır. Ülkenin toplam varlıkları 4 liraya çıkmıştır bu durumda.

Bay A, bir zamanlar sahip olduğu adanın değerinin yükseldiğini görünce sattığına pişman olur ve derhal harekete geçer. Zaten Bay C’nin kendisine 1 lira borcu vardır. Bay B’ye giderek onun elindeki 2 lirayı borç alır. Adayı Bay C’den 3 liraya satın almak üzere anlaşırlar. Ödemenin 2 lirası nakit, 1 lirası Bay C’nin kendisine olan borcunun iptal edilmesi suretiyle yapılacaktır.

Sonuçta A, 3 lira değerindeki adanın sahibidir. Fakat B’ye 2 lira borcu olması nedeniyle net varlığı 1 liradır. B, A’ya 2 lira kredi açtığı için net varlığı 2 liradır. C’nin elinde ise 2 lira vardır ve net varlığı 2 liradır. Ülkenin toplam varlıkları 5 liraya yükselmiştir ve balon giderek şişmektedir.

Bay B, adanın fiyatının hala yükselmeye devam ettiğini fark eder. O da yeniden adaya sahip olmak ister ve adayı Bay A’dan 4 liraya satın alır. Ödemenin 2 lirası C’den borç alınan 2 lirayla, kalan 2 lirası ise Bay A’dan olan 2 liralık alacağının iptali ile yapılır.

Bunun sonucunda, A’nın borcu silinmiş ve elinde de 2 lira nakti vardır. Net varlığı 2 liradır. B, 4 lira değerindeki adanın sahibi olmakla birlikte, C’ye olan 2 lira borcu nedeniyle 2 lira net varlığa sahiptir. C, verdiği 2 lira kredi nedeniyle 2 lira net varlığı vardır. Adanın toplam varlıkları 6 liraya yükselmiştir. Oysa başta var olan bir ada ve 2 lira haricindeki nakit para dışında piyasaya bir şey girmemiştir. Ama adada herkes mutlu ve zengindir.

Bir gün Bay C’nin aklına şeytani bir düşünce gelir: “Adanın fiyatının bundan daha fazla yükselmesi mümkün değil, en iyisi Bay B’nin bana olan borcunu vadesinde tahsil etmek. Piyasada sadece 2 lira var ve adanın değeri en fazla 1 lira eder.”

Ne gariptir ki, elinde 2 lirası bulunan Bay A da o sırada aynı şeyi düşünmektedir.

Kimse adayı satın almak istemez.

A, elindeki 2 lira nakitle net varlığı hala 2 liradır. B’nin C’ye 2 lira borcu devam etmektedir. Sahibi olduğu adanın değeri ise 4 liradan 1 liraya düşmüştür. Net varlık değeri -1 liradır bu durumda. C’nin B’ye verdiği 2 liralık kredi ise tahsili şüpheli hale gelmiştir. Bu durum C’de sıkıntı yaratsa da net varlık değeri hala 2 liradır. Sonuçta adanın toplam varlık değeri 6 liradan başlangıçtaki gibi 3 liraya düşmüştür. Peki, adadan 3 lirayı kim çalmıştır?

Balon patlamadan önce Bay B, adanın değerinin 4 lira olduğunu düşünüyordu. Fakat adanın fiyatının 1 liraya düşmesi ve adayı satacak müşteri bulamaması B’yi, 2 lira olan borcunu nasıl ödeyeceği konusunda düşünceye sokar.

Adanın net varlık değeri hala 3 liradır.

Artık Bay B daha fazla dayanamaz ve borcunu ödeyemeyeceğini itiraf eder. Bu durumda Bay C’nin kredisi de otomatik olarak batmış olur. Karşılığında da Bay B’nin sahibi olduğu 1 lira değerindeki adayı geri alır.

Hepsinin sonunda, A’nın hala elinde 2 lirası vardır ve net varlıkları 2 liradır. B, iflas etmiştir ve net varlık değeri 0’dır. C’nin elinde ise 1 liralık adadan başka bir şey kalmamıştır. Yani 1 lirasını kaybetmiştir. Adanın net varlık değeri başlangıçtaki gibi 3 liraya gerilemiştir.

Hikaye burada bitmektedir. Dikkat edilirse varlık dağılımı başlangıçtakine göre değişmiştir. Bay A kazanan, Bay B kaybeden, Bay C ise henüz uçurumdan düşmediği için şanslı olandır.

Bu adanın İstanbul gayrimenkul çılgınlığına ne kadar benzediğinin takdiri sizlere ait. Ama şu gerçeği asla gözden kaçırmayın: Eğer şişen bir balon ekonomisi içinde olduğunuzu fark edecek kadar zeki birisiyseniz, Bay A gibi, borç para alıp oyuna katılmak karlı bir iş olacaktır. Fakat elinizdeki varlıkları ne zaman nakde döndürüp oyunu terk edeceğinizi iyi bilmelisiniz.

Bu satırları yazarken aklımdan geçeni de söylemeden edemeyeceğim: "2,5 katrilyon doları denkleştirirsem tez vakitte alacağım şehir!"

15 Eylül 2014 Pazartesi

iRRasyonel ve Oğulları Bankası Kollektif Şirketi Açıldı!

Son günlerin popüler konusu bankalar. Bankalarımız hakkında spekülatif haberlere her gün bir yenisi ekleniyor. Sıradan vatandaş da sosyal medyadan yorum ve çıkarımlarla bu anlamadığı dünyayı değerlendirerek karmaşaya karmaşa ekliyor. Ortada büyük bir sorun var ve böyle devam ederse bilgisizliğimiz yine başımıza iş açacak. Neyi mi bilmiyoruz; bankanın ne demek olduğunu.

Bankanın ne olduğu konusunda birçok tanım verilebilir. Paranızı saklayan kuruluş, başkasının parasıyla para kazanan şirket, fazla fonu olanı eksik fonu olanla buluşturan şirket ya da para ticareti yapan kuruluş. Bunlar gibi daha birçok tanım sıralayabilirsiniz. Fakat banka bunların hiçbir değildir. Bankanın iki sözcükten oluşan basit bir tanımı vardır: Güven kuruluşu.

Bu sözü reklam spotlarında duymuşsunuzdur mutlaka ama anlamının ne olduğunu bilenin şu aralar maalesef olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Yıllar önce ABD Merkez Bankası FED'in koridorlarında, merkez bankacıların "Aman bu gerçeği ticari bankacılara söylemeyelim" dedikleri şeydir güven kuruluşu. İşte şimdi size o gerçeği açıklıyoruz.

Diyelim ki biraz paranız var ve tasarruf yapmayı düşündünüz. Gideceğiniz yer bir bankadır. Çünkü bilirsiniz ki paranızı bankaya yatırdıktan sonra dilediğiniz zaman çekebilirsiniz. Bu gerçekten büyük bir lükstür. İşte sizin gibi tasarrufu düşünen insanlar paralarının hepsini bankalarımıza yatırmışlardır. Bankalarımıza sizin gibi vatandaşlar tarafından yatırılan para şu an için 1,1 trilyon liradır (Bu tutarın içinde yabancı paraların da olduğu gözden kaçırılmamalıdır). Yani bu paraları yatıranlar her kimse, istedikleri zaman bankalarına giderler ve paralarını çekebilirler.

Bankalar paranızı yatırdığınız için size üste para bile öderler. Faiz dediğimiz bu parayı kredi verdikleri kişilerden elde ederler. Araba, ev ya da şirket işleri için paraya ihtiyacı olanlar bankaya giderler ve bankadan borç alırlar. Fakat burada küçük bir ayrıntı var. Banka, sizin gibi verdiği parayı her an gidip isteyemez. Kredi verdiği kişilerle on yıla kadar uzayan vadelerle geri alım sözleşmeleri imzalar. Sonra da sizin paranızı geri almak için o sürenin dolmasını bekler. Bankalarımızın, müşterilere verdiği kredilerin toplam tutarı şu an için 1,1 trilyon liradır. Ne kadar ilginç değil mi, sizin yatırdığınız para ile verilen kredi miktarı aynı. Ama burada şaşılacak bir şey yok, bankacılığın tanımı da zaten bu değil mi?

Siz bunu düşünedurun, ABD Merkez Bankası çalışanlarının aklına bir gün şeytanca bir soru takılır: Eğer topladığımız tüm parayı kredi verdiysek ve kredileri hemen geri çağıramayacaksak, parasını çekmek için gelenlere hangi parayı vereceğiz?

İşte Merkez Bankacıların, diğer bankacıların ve tabi ki sıradan vatandaşın öğrenmesini istemedikleri gerçek burada yatmaktadır. Bankaların kasasında çok az para vardır ve bu para mevduat sahiplerinin "minicik" bir bölümüne ödeme yapmaya yetebilir. Bu oran en iyimser tahminle %5'i geçmez. Şaşırdınız mı? Durun şaşırmayın, biraz daha bekleyin.

Bankalara para yatıran kişiler paralarını çekmeye gittiklerinde "emisyon hacmi" denilen bir gerçekle daha yüzleşmek zorunda kalırlar. Yeraltı tanrısı Hades'in ekonomik versiyonu olan Emisyon hacmi basitçe bir ülkedeki basılmış toplam parayı ifade eder. Daha açık söylersek nakit parayı. Ülkemiz için bu tutar 85 milyar liradır.

Şimdi hikayemizi tersten bir daha anlatalım. Parasını, hemen ödeme sözüne güvenerek bankaya yatıranların paralarını çekmeye gittiklerini düşünelim. Bankanın kasası müsait olsa da müşterilere ödenecek para emisyon hacmini geçemeyecektir. Yani 1,1 trilyon lira paranın sadece 85 milyarı ödenebilecektir. Bu da mudilerin yatırdığı paranın sadece %7,7'sinin ödeneceği anlamına gelir ki, geri kalanlar avuçlarını yalar. Bu para çekilirse ne geri kalanlar paralarını alabilir ne de kredilerini ödemek isteyenler ödeyebilir. Yani aslında ortada tek bir gerçek vardır: Var sandığımız para aslında yoktur!

Şimdi anladınız mı bankalar neden güven kuruluşudur. Çünkü aslında elinizdeki para gerçekte yoktur da o yüzden. Güven mekanizması işlediği sürece daha az insan parasını çekmek için bankaya gidecek ve sistem işleyecektir. Güven bozulduğunda ise herkes avucunu yalayacaktır. O nedenle bankalara güveni bozacak her türlü yaklaşım insanın kendi bacağına sıktığı kurşundur. Bacaksız yaşamanın mümkün, parasız yaşamanın mümkün olmadığını düşünenlerdensen, kurşunun nereye sıkıldığını sen tahmin et artık.

Ha bir de bankacılıkta güven benim için önemli değil diyorsan "iRRasyonel ve Oğulları Bankası Kollektif Şirketi" mevduatını kabul etmeye her zaman hazırdır.

7 Eylül 2014 Pazar

10 adımda finansal okuryazar nasıl olunmaz?

Son dönemlerin popüler konusu finansal okuryazarlık. Hepimiz bir yerinden bu popüler konuya bulaşmış durumdayız. Finansın içinde olanlar "mağrur", dışında olanlar ise "mağdur" rolünde. Birçok finansal okuryazarlık programı hem sosyal medyada hem de yerinde halka ulaşmaya çalışıyor. Amaç ulvi; herkesi finansal okuryazar yapmak. Peki sizce bu amaca ulaşılabiliyor mu?

Finansal okuryazarlık programlarını incelediğinizde genellikle finansal entellektüellik ile tasarruf konularının birbirine karıştırıldığını görüyorsunuz. Ortaya çıkan karmaşa amacın ne olduğu sorusuna yanıt vermeyi güçleştiriyor. Evrensel literatürden kopyalanan, yerelliği yakalayamayan, içerikten yoksun ve avangart bir finans anlayışının yerleştirilmeye çalışıldığı düşüncesi uyanıyor. Ülkemiz finansal piyasalarının en önemli entellektüeli Attila Köksal tarafından yönetilen "Param ve Ben" gibi çok az program ise tutarlı bir çizgi izliyor. Yani aslında durum oldukça vahim.

Finansal okuryazarlık programlarının nasıl işlediğini merak ediyorsanız gelin hep beraber bu programlara yakından bakalım.

10 adımda finansal okuryazar nasıl olunmaz?

Adım 1

Öncelikle bir "zavallı" yaratılıyor. Parasız, pulsuz, ağzına kadar borca batmış, tasarruf etmediği için geleceği mahvolmuş bir mağdur. Aslında tüm senaryo bu zavallı üzerine kuruluyor. Finansal okuryazarlık ve tasarruf öğütlerini dinlemediği için bu hale geldiğini düşünüyorsunuz hemen. Hatta vurgulamalar üzerine biraz düşünürseniz, sizin de bu zavallı gibi olabileceğiniz söyleniyor. Yani aslında yapılan şey antik çağdan beri hiç değişmemiş: Bir tanrı bulup korkutmak!

Adım 2

Alelacele bir anket yapılıyor. Amaç sizi boş yere korkutmuyoruz demek için resmi bir kanıt sunmak. "Gelirim yeterli olmadığı için tasarruf yapamıyorum" yanıtını belki de beş yüzüncü kez almak için yapılan bir anket olduğunu anlamanız fazla uzun sürmüyor. Zaten hangi anketi yaparsanız yapın sonuç değişmeyecek.

Adım 3

Kumbara resmini kendisine sembol edinmeyen bir proje neredeyse yok gibi. İçeriğin tamamı evrensel kaynaklardan tercüme edilmiş hissi verirken kumbara resmi tamamen bize özgü. Yani demek istiyoruz ki dünyanın hemen her ülkesinde kumbara domuz şeklindeyken bizdeki neden farklı? O an bize özgü "müslüman mahellesi-salyangoz" ilişkisi haklı bir gerekçe sunar hemen. Şükürler olsun ki teleskop, saat, matbaa ya da fotoğraf makinesi domuz şeklinde tasarlanmamış.

Adım 4

Kumbara resminin yanına son derece bayat, etkinliği kalmamış ve sıradan bir atasözü yazılıyor. Mesela "Ak akçe kara gün içindir" ya da "İşten artmaz, dişten artar" gibi. Bugün artık sadece çocuklarla ilgili meselelerde kullanılan vecizlerle toplumsal bir finansal okuryazarlık anlayışı yaratılmaya çalışılıyor. Gülünç.

Adım 5

Montaigne, Galileo, Einstein ya da Kim Kardashian gibi ünlülere ait içinde "para" ya da "tasarruf" sözcüğü geçen bir söz bulunabilirse rating yakalanmış demektir. Hele bu sözü bir de sonuncu arkadaş söylediyse, arkadan çekilmiş bir resmini... pardon kumbarasını da eklerseniz (argodaki anlamıyla kumbara sözcüğünün konumuzla alakası yoktur), halkın bir yarısını finansal okuryazar yaptınız demektir; en azından konuya ilgi duymasını sağlarsınız.

Adım 6

Bütçesiz olmaz; aman ha! En üste gelirinizin, sonra altına ayrı ayrı tüm masraflarınızın yazılı olduğu listenin nasıl yapıldığını mutlaka öğrenmeniz gerekiyor. İşin altın kuralı budur çünkü Amerikalılara göre. Fakat bize ne kadar uyar bilmiyoruz. Keşke finansal okuryazarlık danışmanımıza "ben söyleyeyim, bütçeyi sen yap" demek mümkün olabilseydi... "846 TL asgari ücret, 500 TL kira, 300 TL mutfak masrafı, 350 TL çocuğun okul gideri, 200 TL elektrik, su, telefon..." Ne oldu canım, negatif tasarruf mu çıktı? Acaba yapman gereken bu bütçe yapma fantezisini bir kenara bırakıp, halkın yarısından fazlasının ayda 846 TL gelirle yaşayamayacağını politikacıları anlatmak olamaz mı? Bu da bir finansal okuryazarlık eksikliği sayılmaz mı?

Ha, bir de alışveriş listesi, pazardan alışveriş gibi kavramların altının çizilmesi gerekiyor ki ahali suşiye fazla para harcamasın, Zorlu Center'dan alışveriş yapmasın, salamın yedi çeşidini almasın.

Adım 7

Kredi kartları ile Mortgage kredileri için Amerikan internet sitelerinde ne kadar kural varsa hepsinin alt alta yazılması gerekiyor. Zaten oradan öteye gideni de pek yoktur. "Kredi kartı harcamasının %15'ini giyeceğe ayır, %20'sini gıdaya ayır... Mortgage alırken %50'sini cebinden koy..." Falan filan. Bu halkı biraz tanısan şöyle dersin: "Kredi kartını, yakın arkadaşının dükkanındaki "pos"tan geçirip, mesela 1.000 TL için 30 TL arkadaşına komisyon verip 970 TL'yi cebe atma!" Ya da "Sahip olduğun evi bacanağına dümenden satış yaparak 120 ay vadeli ucuz finansman sağlama!" Ama bizim programlar bunları diyemez çünkü tamamı yabancı literatürden çeviri. Finansal okuryazarlıkla finansal şeytanlık arasındaki ince çizginin halkımız için ne kadar önemli olduğunu kavrayan tek bir finansal okuryazarlık programımız yok maalesef.

Adım 8

Gelecekteki mutluluğun bugün harcanmayan parayla sağlanacağını öğreniyorsunuz bu programlardan. Yani kişisel gelişim yönleri de var. Bugün ne kadar çok biriktirirseniz emekli olunca o kadar çok harcayacak paranız olacak. Ne kadar harika değil mi? "Yaşlanınca nereye harcayacam" diye anlamsız sorularla finansal okuryazarlık danışmanınızın kafasını şişirmeyin. Hayatın anlamı bugün harcanmayıp biriktirilen paradır, o kadar! Terry Eagleton, Pascal Bruckner ya da Viktor Frankl gibi hayatın anlamı üzerine yüzlerce sayfa yazanların bu gerçeği bulamamış olmaları onların ayıbı.

Adım 9

Borsanın bir canavar gibi gösterilmesi gerekiyor. İnsanların parasını yiyip bitiren bir canavar. Çünkü hisse senedi alıp da kaybedenler hep finansal okuryazar olmadıkları için kaybetmişlerdir. İnsanın inanası geliyor. Ama bu ülkede otuz yıldır hisse senedi diye halka açılan "mahalle bakkalı" çapındaki şirketleri halka açanların finansal okuryazarlıkları hiç eksik değil, ha?

Adım 10

Günde bir paket sigarayı içmeyerek 20 yılda kaç para tasarruf edileceğini hesaplamayan kalmamıştır herhalde. Her gün iki kahve yerine bir kahve içmeyi, jambonlu tost yerine simit yemeyi, iki otobüsle işe gitmek yerine ilk otobüsten sonra yürüyerek gitmeyi de deneyin. Bunlarla da paranıza para katarsınız. Ama finansal okuryazarlık danışmanınıza şunu söylemeyi de unutmayın: "Tamam, ben sigarıyı kestim ve tasarruf yaptım. Sen de bir zahmet ülkeyi yönetenlere git ve şunu söyle: 3-5 çocuk distopyasından vazgeçerseniz asgari ücretle yaşayan halk milyarlarca lira tasarruf yapmış olur..." Diyemezsin, çünkü sen bu ülkedeki finansal sistemi tanımıyorsun.

Sözü uzatmaya hiç gerek yok aslında. Finansal okuryazarlığı entellektüel hayatın bir yönü, bir erdem ya da dengeli hayatın bir parçası olarak değil de bir "para biriktirme" şekli olarak gören bu finansal okuryazarlık programlarıyla kimsenin finansal okuryazar olamayacağı açıktır.

2 Eylül 2014 Salı

10 adımda ekonomi yorumcusu nasıl olunur?

Ekonomi kanallarındaki yorumcuları görünce hayran olmamak elde değil. Yorumlarındaki o mütevazi kendini beğenmişlik, çıraklık seviyesindeki uzmanlık, İngilizce desenli Türkçe monolog ve tumturaklı fikirleri ile hepimizin takdirini kazanmış kişilerdir ekonomi yorumcuları. Sıradan yatırımcı ne dediklerini pek anlamasa da yine de farklı bir dünyadan izlenimi veren bu insanlara eleştiri yöneltmeyi düşünmez. O nedenle biz de eleştirmeyeceğiz!

Öte yandan başka bir gerçek var. Bu ışıklı dünyada olmak isteyen birçok finansçı var. Neredeyse tüm finans dünyası televizyona çıkıp kendini gösterme tasasında. O zaman biz de onlara yardımcı olalım ve televizyonda ekonomi yorumu yapmanın el kitabını verelim. Eğer siz de ekonomi kanallarında boy gösteren piyasa profesyonellerinden olmak istiyorsanız birkaç dakikanızı ayırmanız yeterli olacaktır.

10 adımda ekonomi yorumcusu nasıl olunur?

Adım 1

Öncelikle yüzünüzde hep bir gülümseme olacak. O gün kriz varmış, zavallıların eline tutuşturulan adı duyulmadık Türk şirketlerinin hisse senedi şeklindeki kese kağıtları değer kaybetmiş, Soma'da yüzlerce kişinin üzerine şalter kapatılmış pek önemli değil. Eğer güzel gülümsüyorsanız, hem popülariteniz artar, hem de gelecek programa çağrılma olasılığınız yükselir. Ayrıca insanlar sizin gülümseyen yüzünüzü gördükçe bu acı gerçekleri de umursamazlar.


Adım 2

Size sorulan soru ne olursa olsun yakın zamanda öğrendiğiniz bir vecizle konuyu açın. Bir kitaptan, romandan ya da popüler birinden alınmış bir söz olabilir. Mark Twain, Buffett ya da Sefiller'den alıntı yapabilirsiniz ama Ömer Seyfettin ya da Yaban romanından alıntı hoş kaçmaz. Sizi "zavallı" gösterir. Bu sözün birazdan söyleyeceklerinizle de ilgisi olması gerekmiyor. Mesela şöyle bir cümle daha söze başlamadan size entellektüel bir hava verecektir: "Anna Karenina romanının ilk cümlesi şöyledir: Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Romanın tamamını okumuş olmanız önemli değil; kimse size sonunu sormayacaktır, emin olun.

Adım 3

Nasıl olsa konuk sizsiniz ve herkes sizi dinlemek zorunda olduğundan sorulan soruya kısa ve net bir cevap vermek yerine mümkünse soruyu "poposundan" anlayın. Altın fiyatları ne olur sorusuna şöyle bir karşılık verin: "Hisse senetleri piyasasını uzun süredir gözlemliyorum."

Adım 4

Anlattıklarınız insanların işine yarayacakmış gibi değil de uzaylıların, mutantların veya çöl farelerinin işine yarayacakmış gibi anlatın. Vereceğiniz bilgiyi öyle bir verin ki, bir yatırım kararına dönüştürülmesi ortalama insanlar için mümkün olamasın. Alabildiğine soyut ve belirsiz olsun. Şu cümle tam size göre: "O nedenle altın fiyatlarının yukarı yönlü hareketi büyük bir kararsızlık içeriyor."

Adım 5

Cümle aralarına İngilizce sözcükleri mutlaka sıkıştırın. Aksi takdirde sizin Amerika'da öğrenim görmediğinize kanaat getirilir ki, Allah muhafaza... Mesela over the counter, junk bond veya quantitative easing deyin. Ama bunu söylerken de "dan" diye söylemeyin. İşin adabı şudur. Sözcüğün Türkçesini hatırlamakta güçlük çektiğinizi gösteren bir duraksama yapın ve yüzünüzde bu anımsayamama hali için bir kendinize kızma edası oluşsun. Hani ilkokulda "yedi kere dokuz" sorusunu anımsayamazsın da üzülürsün ya, işte aynen öyle. Şu sıralar şu cümle söylenebilir: "Amerika'dan gelecek hmmm... quantitative easing haberleri de bu kararsızlığı arttıracaktır."

Adım 6

Eğilim, konjenktür, trend, ayı piyasası gibi sözcüklerin cümle içinde nasıl kullanılacağını iyi öğrenin. İlkokulda yeni öğrendiğiniz sözcükleri cümle içinde kullanma egzersizlerini boş kaldığınız zamanlarda bu sözcükler için de yapın. Hatta mümkünse sözcükleri yan yana kullanın: "Böyle bir konjenktürde altın fiyatlarının yükseliş trendine girme eğilimi yapısal sebepler içeriyor." Bu tür sözcükleri her cümlenize eklemeyi ihmal etmeyin.

Adım 7

Cümlelerinizde kullandığınız fiilleri de dikkatli seçin. Gelmek, gitmek, yapmak, almak, satmak gibi aşağı sınıftan insanların kullandığı fiiller yerine örtüşmek, kırılmak, ralli yapmak, realize olmak gibi fiilleri kullanın. Böylece eylemler arasındaki nüansları ayırabilecek yeterlilikte olduğunuzu herkes anlar ve avam tabakadan ayrılırsınız. Ama bunu yaparken teknik analiz deyimlerini kullanmayı da ihmal etmeyin. Çünkü hiçbir şey teknik analizin verdiği esrarengizliği veremez. Mesela şöyle deyin: "Piyasalardaki kırılma altının ralli yapmasına neden olur; o nedenle 50 günlük hareketli ortalama 200 günlük hareketli ortalamayı yukarı yönlü kırabilir."

Adım 8

Yol tarif etmenin bir insanın zekasını ele vermesi gibi yön tarif etmek de ekonomi yorumculuğunun kalbini oluşturur. "Yukarı" ya da "aşağı" değil de "yukarı yönlü" ya da "aşağı yönlü" demeniz gerekir. Almak ya da satmak değil de alım yönlü ya da satım yönlü demelisiniz. Öte yandan ekonominin dili pek de masum bir dil değildir. Toparlanma, kasılma, gevşeme, büyüme, küçülme gibi evrim biyolojisinin "libido"lu kavramları her zaman kendini hissettirir. Bu sözcükleri büyük bir hınzırlıkla ve gizli şehvetle söylemeniz beklenir. Basit bir cümle içinde kullanalım: "Faizlerde gevşeme yukarı yönlü bir toparlanma getireceğinden alım yönlü karar verilmesi mantıklı olacaktır."

Adım 9

Cümlelerinizin sonunda "Hamdolsun", "evelallah", "kısmet" gibi yerleşik dilimize hakim inançsal deyimler yerine bunların bilimsel karşılığı olan "ihtimal" sözcüğünü kullanın. Düşük olasılık, yüksek olasılık, sınırlı miktarda, beklentilerin üzerinde gibi deyimler en yaygın olanlarıdır. Şöyle bir cümle olabilir: "Altın fiyatlarında beklentilerin üzerinde bir artış yüksek ihtimalle sınırlı bir satım getirecektir."

Adım 10

Sözlerinizi bitirirken eski halk şiirlerini hatırlayın. Son dizelerin "Karacaoğlan der ki" diye başladığını hatırlarsınız. İşte sizin de yapmanız gereken budur. Fed Başkanı ya da Roubini son zamanların en ideal Karacaoğlan'larıdır. Benim düşündüklerim de Fed Başkanınınki gibi değil de Fed Başkanının düşüncelerinin sizin gibi olduğunu söyleyin. Böylece kendinizi Fed Başkanından daha iyi bir ekonomist olarak göstermiş olursunuz. Şöyle ki: "Fed'in politikaları da benim bu konudaki düşüncelerimi fazlasıyla destekliyor." Nasıl, sihirbaz Houdini'i bile kıskandıracak bir hokus pokus değil mi; Fed başkanı sizin gibi düşünüyor...

İşte hepsi bu. Şimdi her adımda verdiğimiz örnek cümleleri uç uca ekleyelim ve okuyalım. "Anna Karenina romanının ilk cümlesi şöyledir: Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır. Hisse senetleri piyasasını uzun süredir gözlemliyorum. O nedenle altın fiyatlarının yukarı yönlü hareketi büyük bir kararsızlık içeriyor. Amerika'dan gelecek hmmm... quantitative easing haberleri de bu kararsızlığı arttıracaktır. Böyle bir konjenktürde altın fiyatlarının yükseliş trendine girme eğilimi yapısal sebepler içeriyor. Piyasalardaki kırılma altının ralli yapmasına neden olur; o nedenle 50 günlük hareketli ortalama 200 günlük hareketli ortalamayı yukarı yönlü kırabilir. Faizlerde gevşeme yukarı yönlü bir toparlanma getireceğinden alım yönlü karar verilmesi mantıklı olacaktır. Altın fiyatlarında beklentilerin üzerinde bir artış yüksek ihtimalle sınırlı bir satım getirecektir. Fed'in politikaları da benim bu konudaki düşüncelerimi fazlasıyla destekliyor."

Ne dersiniz, 10 adımda ekonomi yorumculuğu fazla zor olmasa gerek. Birkaç egzersizden sonra cebindeki 100 doları için ideal satış kurunu öğrenmek adına ekonomi kanalı izleyen sokaktaki masum insan bile yapabilir, değil mi?