28 Şubat 2015 Cumartesi

Finansal Planlama neden önemlidir?

Parayla saadet olmaz herkesin bildiği bir deyiştir. Maaşını yeni çekmiş ya da harçlığını yeni almış biriyseniz doğru olmadığını düşünebilirsiniz. Zamanın ruhunun da para olduğu herkesin iyi bildiği bir gerçektir. O nedenle bazıları sonunu şöyle bağlar: Parayla saadet olmaz ama hiç olmazsa saadet getiren şeyleri satın alır. Birçokları ise bunun tam tersini düşünür. Onlara göre, mutluluk paranın satın alamayacağı kadar değerlidir. Belki de erdemlerin en kıymetlisidir. Tartışma böylece sürer gider; ta ki 1974 yılına kadar.

South California Üniversitesi Ekonomi Profesörü Richard A.Easterlin 1974 yılında bir makale yayınlar. Makalesi o güne kadar tüm dünya ülkelerinin kültüründe yer etmiş olan paranın mutluluk getirip getirmeyeceği sorununa cevap niteliğindedir. Ekonomi bilimi içinse çığır açan bir çalışmadır. Easterlin'in ortaya koyduğu çarpıcı gerçek şudur: Ekonomik büyüme, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabildikleri belli bir noktadan sonra mutluluğunu arttırmaz. Easterlin Paradoksu olarak bilinen bu duruma göre, uluslararası karşılaştırmalarda ortalama mutluluk seviyesi ulusal gelire göre büyük bir fark göstermemektedir. Easterlin'e göre, kişisel mutluluk insanların mutlak gelirine göre değil, göreceli gelirine göredir. Yani insanlar fakir oldukları için değil, kendilerini ölçtükleri ölçeğin en altında olduklarını düşündükleri için mutsuz olurlar.

Easterlin'in ortaya koyduğu teorinin ışığında bugüne kadar yapılan araştırmalar, para ve mutluluk arasındaki ilişkinin en doğru şeklinin nasıl olması gerektiğini bizlere söylüyor. Mutlu olmamız için yapmamız gereken kendimizi diğer insanlarla kıyaslamayı bırakıp, kendi bütçemiz içinde mutluluk seviyemizi maksimize etmektir. İşte bu noktada karşımıza çıkan kavram Finansal Planlamadır. Çünkü insanlar mutluluklarını, ancak yaşam tarzlarını kendi ekonomik modellerine uyarlayarak arttırabilirler.

Elbetteki mutluluk pozitif bir bilim değildir, sayılarla ispatlanamaz. Fakat kişiler kendi ekonomik seviyelerine göre hareket etmedikleri sürece başarı ihtimalleri azalır ve kendileri için uygun olan fırsatları yakalayamazlar. Ve bunun sonucunda da tasarruflarını kaybederler, kredilerini ödeyemezler ve finansal yönden krizler yaşarlar.

Öyleyse yapmamız gereken düşünce şeklimizi daha bireyci ve rekabetçi yapmak yerine daha dengeli ve yönetilebilir seviyeye getirmektir. İşte bu da Finansal Planlamanın görev alanına giriyor. Çünkü Finansal Planlama, kişilerin sadece bugünkü değil tüm hayat hedeflerini göz önünde tutarak ekonomilerini yönetme üzerine odaklanıyor. Sadece bir ev almakla değil, çocukların okul harcamalarından emekliliğe kadar tüm konuları düşünüyor. Böylece hayatın her anında artan ekonomik refahın beraberinde yükselen bir mutluluk seviyesi getirmesini hedef alıyor. Finansal kararların sadece kısa değil uzun vadeli etkilerini de göz önünde tutarak bütünsel bir yaklaşımla kişisel ekonomiyi zaman içinde kişisel mutluluğu da arttıracak şekilde yönetiyor.

Ülkemizde Finansal Planlama kavramını yerleştirmek için kurulan Finansal Planlama Derneği, paranın mutluluk getirmesi için yeni bir bakış açısı sunmaya hazırlanıyor. Kişilerin hayat hedeflerini yakalamasına yardımcı olarak hayat standartlarını yükseltmek için profesyonel bir rehber olmak için yola çıkıyor.

24 Şubat 2015 Salı

Herkes için bir Finansal Planlama Uzmanı

Yatırım kararı almak herkes için zor bir iş. Para, bildiğimiz ve tanıdığımız o eski para değil artık. Bir konut kredisinin bile onlarca türü var. Bizim için hangisinin en uygun olduğunu anlamak en basit tahminle aylar sürebilir. Bu da alacağımız evi kaçırmamız riskini yaratır. Hisse senedi alacağımızda da durum böyledir. Yüzlerce, binlerce hisse senedi içinden hangisini alacağımıza karar vermek son derece çetrefilli bir iştir. Öyleyse yapmamız gereken bir uzmana danışmaktır. Bir uzmana danışmak bizi büyük risklerden korur. Çünkü yatırımlarımız sonucunda tasarruflarımızı kaybetme riskimiz vardır ve bu da kolay kabul edilebilecek bir sonuç değildir. Peki öyleyse ne yapmalıyız; bir uzmana mı danışmalı, yoksa kendimiz mi karar vermeliyiz?

Zaman zaman gazete, dergi, TV ve internet sitelerinde uzmanların yatırım tavsiyelerini görürüz. Finans gibi karmaşık bir konuda uzman olmak hiç şüphesiz kolay değildir. Onların önerilerini dinlememiz gerektiğini düşünürüz. Altın veya hisse senedi al diyorsa mutlaka bir bildiği vardır diye düşünürüz. Ne dersiniz, gerçekten onların tavsiyelerine uymalı mıyız?

Bu sorunun yanıtını bulmak için küçük bir araştırma yaptık. 28 Nisan 2014 tarihinde, önemli bir internet finans portalında bir haber yayınlandı. "Küçük yatırımcıya önerilen 8 hisse" başlıklı bu haber, başlığından da anlaşılacağı üzere, küçük yatırımcılara yani bizlere hangi hisselere yatırım yapmamız gerektiği konusunda yol gösteriyordu. Bir finans kuruluşunda çalışan yatırım uzmanımıza göre, isimlerini verdiği 8 hisse senedi yatırım yapmak için ideal örneklermiş. Ayrıca bu hisselere neden yatırım yapmamız gerektiğini de uzun uzun anlatıyordu. Önerdiği 8 hisse senedi şunlardı: ALARK, ISCTR, TKFEN, HALKB, TRCAS, TTKOM, CCOLA ve BAGFS. Acaba uzmanımızın önerdiği bu hisse senetleri yaklaşık on aylık süre içinde (28 Nisan 2014 ila 23 Şubat 2015 tarihleri arasında) ne kadar kazandırmıştı?

28 Nisan 2014 tarihinde bu 8 hisse senedinden oluşan sepete yatırım yapmış olsaydınız, yatırımınız %15,08 getiri sağlayacaktı. Yani daha basit söylersek yatırdığınız 100 TL, 23 Şubat 2015'te 115,08 TL olacaktı. Yaklaşık on aylık sürede elde edilen %15,08'lik getirinin enflasyonun bir miktar üstünde olduğu görülmektedir. Fakat öte yandan, aynı dönemler arasında Bist100 endeksinin %20,48 arttığı göz önüne alındığında, getiri, endeksin altında kalarak pek de başarılı olmayan bir sonuç elde edilmiştir. Peki, uzmanın önerisi yerine bu 8 hisseyi siz belirleseniz sonuç ne olurdu dersiniz?

Bunu bilmek imkansız görünse de, bir çıkarım yapmak için basit bir araştırma daha yapalım istedik. 8 hisse senedini tamamen rastgele bir yöntemle seçtik. Borsadaki hisse senetlerini alfabetik sıraya koyarak, listedeki 8, 18, 28, 38, 48, 58, 68 ve 78. hisse senetlerini aldık. Sonra da bunların fiyatlarının yukarıda belirlenen tarihler arasında nasıl değiştiğine baktık. Hisse senetleri şunlardı: AFYON, AKSA, ALGYO, ANSGR, ASUZU, AVIVA, BALAT ve BMEKS. Tamamen rastgele bir yöntemle seçtiğimiz portföyün getirisi %24, 44 olmuştu. Yani yatırdığımız 100 TL 124,44 TL olmuştu. Anlaşılacağı üzere hem uzmanın hem de endeksin üzerinde getiri elde etmiştik. Demek ki, uzmana değil de kendi içgüdülerimize güvenmemiz gerekiyordu, öyle mi?.. Öyleyse asıl önemli soruyu sorma vaktimiz geldi: Yatırımlarımızı kime danışarak yapmalıyız?

Yukarıda anlattığımız örneklere göre değerlendirdiğimizde, yatırımlarımızı, ne kişilere karşı sorumluluğu tam olarak belirlenemeyen uzmanların önerileriyle, ne de kendi tahmini yöntemlerimizle yapmalıyız. Tüm dünyanın da kabul ettiği üzere, yatırımlarımızı yatırım danışmalarımızın kararları ekseninde yapmalıyız.

Bugün tüm dünyada yatırım danışmanı denince akla Finansal Planlama Uzmanları gelmektedir. Mesleki bilgi birikimleri, etik değerlere bağlılıkları, sorumluluk anlayışları ve geleceğe yön verme idealleriyle Finansal Planlama Uzmanları bundan sonra artık ülkemizde de görev bekleyecekler. Yeni bir meslek olarak tanınılırlığını giderek arttıran Finansal Planlama Uzmanlığı, yakın bir gelecekte finans dünyamızın en önemli fonksiyonu olma yolunda hızlı ve emin adımlarla yürüyor. Mesleğin uluslararası lisanslama kurumu FPSB'nin önderliği ve Finansal Planlama Derneğinin girişimleriyle Finansal Planlama Uzmanlığı kısa sürede vatandaşlarımız için en güvenilir liman olacak gibi görünüyor.

Parayla ilgili tüm kararlarımızı Finansal Planlama Uzmanlarının vereceği günler çok yakında... Herkes için bir Finansal Planlama Uzmanı...

15 Şubat 2015 Pazar

6 adımda Merkez Bankası gibi açıklama yapma!

Artık Fed kadar önemli bir Merkez Bankamız var. Onunla yatıp onunla kalkıyoruz. Açıklamalarını günler önceden beklemeye başlıyoruz. Acaba ne yapacak, faizi düşürecek mi, büyüme hedefini yükseltecek mi, parasal sıkılaştırma yapar mı, yönetime kafa tutar mı gibi birçok sorunun yanıtını artık sokaktaki vatandaş bile merak ediyor. Peki, yapılan açıklamayı ne kadar anlıyoruz?

Merkez Bankalarının açıklamaları yüksek düzeyli teknik bir edebiyat içerdiğinden sokaktaki insanın anlayabileceği tarzda değildir. Hatta muhtemelen sıradan ekonomistlerin bile anlayamayacağı şekildedir. Ekonomistler herhangi bir Merkez Bankası açıklamasına yorum yapmadan önce diğer ekonomistlerin yorumlarına bakarlar. Çünkü yanlış anlama ya da hiç anlamama riski oldukça yüksektir.

Bundan daha önemlisi, birçok büyük iktisatçıya göre bu açıklamaların hiçbir anlamı yoktur. Tüm açıklama, aşırı bir kendine güven ve güç paranoyası ile sunulan anlaşılması güç bir retorikten ibarettir. Belli bir dönem içinde yapılan açıklamaları ardı ardına okuduğunuzda mantık sıçramaları ve yüksek ilişkisizliği fark etmek zor değildir. O nedenle bu açıklamalar politikadan öteye bir anlam ifade etmez.

Aslında Merkez Bankasını anlamak ve onun gibi açıklama yapmak o kadar da zor değildir. Eğer aşağıdaki adımları takip ederseniz, siz de Merkez Bankasını anlayabilir ve onun gibi "derin" açıklamalar yapabilirsiniz. Nasıl mı?

6 adımda Merkez Bankası gibi açıklama yapma:

1- Kafa karıştırıcı sözler kullanın
Kolay anlaşılır, açık seçik cümleler yerine karmaşık ve kafa karıştırıcı olanları kullanın. Söylediğiniz çok şey anlatır gibi görünüp hiçbir şey anlatmasın. Mesela şöyle diyebilirsiniz: "Sıkı para politikası duruşunun ve alınan makroihtiyati önlemlerin etkisiyle kredi büyüme hızları makul düzeylerde seyretmektedir." Ne kadar harika değil mi, duruş, önlem, hız, düzey, seyir gibi birçok fiziksel kavram salata haline gitirilmiş. Sorsan tüm ekonomistler anlamıştır ama kesin olan bu cümlenin ne anlattığının belli olmadığıdır.

2- Ağız kalabalığı yaratın
İnsanların sizi anlayıp soru sormasını engellemek için araya iletişimi koparabilecek cümleler serpiştirin. Böylece kendinizi dış etkenlere karşı korumuş olursunuz. Şöyle bir cümle uygun olabilir: "Küresel talep zayıflarken iç talep büyümeye daha fazla katkı vermeye başlamıştır." Anlamlandıralım derseniz, azalan bir şeyin büyüyen bir şeye katkı verdiği gibi saçma bir mantık karşınıza çıkacaktır. Bu karmaşayı anlamlandırma çabasına gireceğinizi hiç sanmıyoruz.

3- Resmi geveleyin
Bu yöntemde sözcükler tek tek kolayca anlaşılabilirken cümlenin ne demek istediği pek anlaşılmaz. Resmi bir dilin kullanılması sonucu insanlar ya anlamazlar ya da yanlış anlarlar. Şu cümle harika bir örnek olabilir: "Bununla birlikte, tüketici kredilerinin ılımlı seyri ve dış ticaret hadlerindeki olumlu gelişmeler cari dengedeki iyileşmeyi destekleyebilecektir." Tüketici kredisi, dış ticaret haddi, cari denge gibi kavramları aynı cümlede kullanabilen birine emin olun kimse bir şey diyemez.

4- Özel sözcükler kullanın
Raporlarda sık sık kullanılan sözcükleri kullanın. Mesela kavramsal, bütünsel, süreç, yaklaşım, uyarlama, aşamalı, sıkı duruş, eğilim vs. gibi sözcükleri bolca kullanın. Örneğin şöyle: "Yılın başında alınan makroihtiyati önlemlerin ve para politikasındaki sıkı duruşun çekirdek enflasyon eğilimi üzerindeki olumlu etkileri gözlenmektedir."

5- Günlük hayattan kavram ekleyin
Cümlelerin arasına günlük hayatta kullanılan gelişigüzel birkaç sözcük serpiştirmeyi ihmal etmeyin. Böylece halkın hassasiyetlerini de çok iyi bildiğinizi göstermiş olursunuz ki, artık kral sizsiniz. Halkımızın en hassas olduğu konulardan birinin gıda fiyatları diğerinin de enflasyon olduğunu düşünürsek şu cümle harika olacaktır: "Gıda fiyatlarındaki yüksek seyir ise enflasyon görünümündeki iyileşmeyi geciktirmektedir."

6- Nitelikli sallayın
Finans dünyası her gün yeni sözcükler ve deyimler keşfediyor. Yeni bir sözcüğün cümle içinde kullanılmasının ne kadar faydalı olduğunu ilkokul ikinci sınıfta görmüşsünüzdür mutlaka. Üstelik bu sözcüklerin kullanımı sizi işinize vakıf, yetkili biri olarak gösterecektir. Böylece kimse size soru soramayacaktır. Geç likidite penceresi, fiyatlama davranışları, getiri eğrisi, sıkı duruş gibi kavramlar nitelikli sallamak isteyenlere önerilir. Mesela şöyle bir cümle uygun olacaktır: "Enflasyon beklentileri, fiyatlama davranışları ve enflasyonu etkileyen diğer unsurlar yakından izlenecek ve enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar getiri eğrisini yataya yakın tutmak suretiyle para politikasındaki sıkı duruş sürdürülecektir."

Şimdi kısa bir ders özeti yapalım ve öğrendiklerimizi yeniden hatırlayalım. Her konunun sonunda verdiğimiz örnek cümleleri yan yana yazalım ve yeniden okuyalım:

"Sıkı para politikası duruşunun ve alınan makro ihtiyati önlemlerin etkisiyle kredi büyüme hızları makul düzeylerde seyretmektedir. Küresel talep zayıflarken iç talep büyümeye daha fazla katkı vermeye başlamıştır. Bununla birlikte, tüketici kredilerinin ılımlı seyri ve dış ticaret hadlerindeki olumlu gelişmeler cari dengedeki iyileşmeyi destekleyebilecektir. Yılın başında alınan makroihtiyati önlemlerin ve para politikasındaki sıkı duruşun çekirdek enflasyon eğilimi üzerindeki olumlu etkileri gözlenmektedir. Gıda fiyatlarındaki yüksek seyir ise enflasyon görünümündeki iyileşmeyi geciktirmektedir. (...) Enflasyon beklentileri, fiyatlama davranışları ve enflasyonu etkileyen diğer unsurlar yakından izlenecek ve enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar getiri eğrisini yataya yakın tutmak suretiyle para politikasındaki sıkı duruş sürdürülecektir."

Dikkatli okuyucular yukarıdaki metnin Merkez Bankasının 20 Kasım 2014 tarihinde yaptığı açıklamanın birebir aynısı olduğunu fark etmişlerdir. Öyleyse yeniden düşünelim: Sizce bu açıklama ne demek istiyor olabilir?

Yukarıdaki altı adımı göz önüne alarak değerlendirdiğinizde muhtemelen siz de bizimle aynı çıkarımı yapacaksınız. Bu tür açıklamalar birkaç ekonomist hariç geriye kalan herkes için tek bir şey ifade edebilir: Saçmalık!

Merkez Bankalarının aşırı kendine güven, geleceği gerçekleştirebilme ve güç paranoyası ile yaptığı bol retorikli açıklamaları Kırmızı Başlıklı Kız hikayesi ile de özetleyebiliriz. Yani Merkez Bankasından Kırmızı Başlıklı Kız hikayesini anlatmasını isterseniz şöyle anlatacaktır:

"Kırmızımsal başlığıyla genç bir kız büyükannesine doğru seyretme eğilimindedir. Yolda karşısına çıkan kurda karşı sıkı bir duruş sergileyemez ve büyükannesiyle ilgili bazı verileri açıklar. Kurt bunları değerlendirir ve yüksek bir hızla kadını yiyerek yatağında uzun pozisyon alır. Kırmızımsal başlıklı kız eve vardığında büyükannesinin sesindeki değişikliği iyimser karşılar ve temkinli bir duruş sergileyemez. Kurt, midesinde ilave sıkılaştırmaya gider ve kırmızımsal başlıklı kızı da mideye indirir. Yoldan geçen bir avcı, kurdun mideye indirme haddini aştığını düşünür ve kurdun midesini üst bandından alt bandına doğru yarar. Kırmızımsal başlıklı kız ve büyükanne eski güçlü duruşlarına yeniden geri dönerler."

Bundan sonraki Merkez Bankası açıklamasını emin olun artık daha iyi anlayacaksınız.

8 Şubat 2015 Pazar

Bazı kitapların çevrilmemesi gerçekten iyi oluyor!

Gelişmişliği, kalkınmayı, ileri gitmeyi, yükselmeyi, büyümeyi ve hatta süper güç olmayı "para"ya indirgeyen bir anlayışa sahibiz artık. Milli gelir arttıysa, kişi başına milli gelir yükseldiyse sorun yok demektir, tıkır tıkır ilerliyoruz. Paranın klasik tanımı değer saklama aracı olduğuna göre bu düşünce çok da saçma durmuyor. Para, gelişmişliği, kalkınmayı, büyümeyi gösteren en hassas gösterge gibi algılanabilir. Tüm enerjimizi parada depoladığımıza göre onu izleyerek geleceğimizi de pekala görebiliriz. Ne dersiniz, sizce paraya endekslenmiş bu yönetim anlayışı bizi nereye götürüyor?

Ekonomi biliminin en temel tanımlarından biri "Azalan Verim Yasası"dır. Bu teoriye göre üretim faktörlerinin bazılarını sürekli arttırarak üretilen ürün miktarını sürekli arttıramazsınız. Basitçe anlatmak gerekirse, yüksek mahsul almak için tarlaya gübre atmanız gerekir. Diyelim ki, tarlanız için bu rakam 5 çuval gübredir. Şimdi 10 çuval gübre döktüğünüzde üretim miktarı iki katına çıkmayacaktır elbette. Hatta düşecektir. Gübre miktarının sürekli arttırılması bir işe yaramayacaktır. Belli bir seviyeden sonra gübre miktarını arttırmak üretim miktarını azaltmaya başlayacaktır. İşte o anda azalan verim yasası işlemeye başlamış demektir. Bu yasa sizin tarlanız ya da şirketlerin üretimi için ne kadar etkiliyse bir ekonominin geleceği açısından da o kadar etkilidir. Nasıl mı?

Bir antropolog ve tarihçi olan Joseph A.Tainter, büyük uygarlıkların çöküşünü araştırırken ekonominin bu temel yasasının karşısına çıkacağını hiç düşünmemişti. Bilinen tarih kitapları uygarlıkların çöküş nedenlerini sıralarken kaynak tükenmesi, doğal afetler, istilalar, ekonomik sıkıntılar, sosyal işlevsizlik, din ve bürokratik yetersizlikler gibi nedenleri sayıyordu. Tainter, 27 büyük medeniyetin çöküşünü araştırmış ve bilinen tarihi adeta yırtıp atan bambaşka bir neden bulmuştu: Azalan verim yasası.

Tainter'ın 1988'te yayınladığı The Collapse of Complex Societies (Karmaşık Uygarlıkların Çöküşü) adlı kitabı, azalan verim yasasının büyük uygarlıkları nasıl çöküşe götürdüğünü mükemmel şekilde ortaya koyar. Maalesef dilimize çevrilmeyen bu kitapta Tainter, azalan verim yasasının medeniyetlerin yükseliş, düşüş ve çöküşünü nasıl yarattığını örnekleriyle analiz eder. Medeniyetler ilk başlarda son derece başarılıdır. Halkın gelirlerden aldığı pay giderek artar ve refah gelişir. Yatırımlardan kişilerin aldığı pay belli bir noktaya kadar artış gösterir. Fakat bu noktadan sonra seçkin kademeler kendi paylarına düşenle ilgilenmeye başlarlar. Rant arayışı ve üretken olmayan araçlarla servet biriktirme çabaları yoğunlaşır. Bu çabalar, en zengin %20 ile en fakir %20 arasındaki servet bölüşümünü adaletsiz hale getirir. Yani azalan verim yasası devreye girmiş ve çöküş başlamıştır. Tainter, son tahlilde medeniyetleri yıkanın istilalar ve depremler değil, bunlara verilen tepki olduğunu söyler. Vergileri yükseltme, kuralları çoğaltma, bürokrasiyi arttırma ve seçkinlerin kendi çıkarları doğrultusunda davranma alışkanlıkları azalan verim yasası devreye girdikten sonra artık çöküşe hizmet eder ve beklenen son er geç gerçekleşir.

Azalan verim yasasını ülke ekonomileri için en iyi özetleyen rakam Gini katsayısı denilen hesaplamadır. Gelir dağılımındaki eşitsizliği gösteren bu hesaplamaya göre, ülkemiz OECD ülkeleri içinde sondan ikinci sırada yer alıyor. Yani azalan verim yasası Tainter'ın dediği gibi işlemiş.

Gini katsayısını biraz daha açarsak şu göstergeye ulaşabiliriz. 2014 yılı Temmuz ayı verilerine göre, çalışanlarımızın 5 milyonu asgari ücretli. Bunlardan eşi çalışmayıp en az üç çocuğu olanların sayısı ise 0,9 milyon kişi. Yani 900.000 kişinin asgari ücretle en az beş kişilik aileye bakması gerekiyor. Gerçekten düşündürücü. Milli gelirin 1 trilyon dolara, kişi başına mili gelirin 10.000 dolarlara ulaştığı bir dönemde 5 milyon kişinin asgari ücretli olması gelir eşitsizliğininin boyutunu fazlasıyla gösteriyordur. 2002'de asgari ücretli sayısı ise 2,8 milyondu. Yani 15 yılda iki katına çıkmış görünüyor. Azalan verim yasası ne güzel işlemiş değil mi; 2002'de kişi başına milli gelir 3.492 dolar iken şimdi 10.000 dolarlar seviyesinde, ama asgari ücretli sayısı iki katına çıkmış. Yorum size kalmış artık.

Kısaca özetlemek gerekirse, Gini katsayısını azaltmadığınız sürece milli geliri arttırmak azalan verim yasasına hizmet eder. Sonrasını merak edenler Tainter'ın kitabını okuyabilirler. Kitabın çevirisi yok demiştik... Bazı kitapların çevrilmemesi gerçekten iyi oluyor!

4 Şubat 2015 Çarşamba

Sebze bulamayan et yesin!

Dünkü enflasyon rakamlarını herkes görmüştür, o nedenle üstünde durmayacağız. Bununla birlikte rakamların görünmeyen bir tarafına dikkatinizi çekmek istiyoruz. Sorumuzu sorarak başlayalım: Sizce bu rakamlar ne demek oluyor?

Dün yayınlanan enflasyon rakamlarına göre fiyatı en çok artanlar listesinde en tepede patlıcan, kabak ve salatalık yer alıyor. Aylık artış oranları sırasıyla %61, %52 ve %34 olarak gerçekleşmiş. Konu hakkında yorum yapan tüm ekonomistler, bu sebzelerdeki artışın nedenini mevsimsel faktörlere bağlamışlar. Yani her zamanki gibi "panik yok, zamanla oturur" demek istiyorlar. İki ay sonra her şey normale döner, hatta fiyatı en çok düşenler arasında görürsünüz ve rahat rahat yersiniz demeye getiriyorlar. Ama her zamanki gibi yüzeysel çıkarım yapıyorlar, detay araştırmaya gitmiyorlar ve bazal metebolizmayı fazla zorlamadan konuşuyorlar. Gerçek hiç de onların söylediği gibi değil. Yani sorun mevsimsel değil, "cüzdansal".

Gerçeği bulmak için TÜİK'in verilerine başvurduk. 2000 ile 2013 yılları arasındaki sebze tüketimlerini inceledik. Acaba halkımız hangi sebzeleri ne miktarda tüketiyor diye baktık. Son onüç yıl içinde bazı sebzelerin kişi başına tüketim miktarı artarken bazılarının azaldığını gördük. Aşağıdaki tabloda bu yıllar arasında tüketim miktarı azalan bazı sebze ve bitkileri görüyorsunuz.

Tablodan da anlaşılacağı üzere, taze soğan 2000 yılında kişi başına 2,93 kg. tüketiliyorken 2013 yılında 1,55 kg. tüketilmeye başlanmış. Yani son onüç yılda tüketim %47 azalmış. Keza patlıcanın tüketimi %24, bakla ve salatalığın tüketimi ise %20 azalmış. Kişi başına tüketim miktarı düşen diğer sebze ve bitkilere de tabloda yer verilmiştir.

Tüketim miktarlarındaki düşüş gerçekten düşündürücü. Pırasa, patlıcan, kuru ve yeşil soğan ve hatta patates gibi en temel sebzelerin tüketimin azalmasının bir nedeni olmalı? Acaba neden fiyatlardaki artış olabilir mi?

Bunu öğrenmek için aynı yıllar arasındaki fiyat farklarına baktık. TÜİK'in yayınladığı üretici fiyatlarını karşılaştırdık. Acaba bu sebzelerin fiyatları 2000 ila 2013 yılları arasında nasıl değişmiş?

Tablodan da anlaşılacağı üzere taze soğanın üretici fiyatı %627 artmış görünüyor. Yani fiyatı son onüç yılda 6 kat yükselmiş. Bununla birlikte baklanın fiyatı %500, salatalığın %647, patlıcanın ise %447 artmış görünüyor. Kaba bir yaklaşımla fiyatlar 5 kat artmış. Üstelik bunlar sadece üretici fiyatları. Bunların üzerine üreticiden tüketiciye olan halkaların kar payları da eklendiğinde fiyatlar 10-15 mislini buluyor. Aynı dönemler arasında asgari ücretin 6-7 kat arttığını düşünürsek sorunun nerede olduğu ortaya çıkıyor. Bu sebzeler artık tüketilemiyor, çünkü fiyatlar, gelirin artış hızından daha yüksek bir hızla artıyor. İnsanlar kısıtlı bütçelerini belli sebzelere dağıtıyor ve bazı sebzelere talep azalıyor.

Anlaşılacağı üzere, enflasyon oranı açıklamalarında salatalık, kabak ve patlıcanın fiyat artışı ekonomistlerin dediği gibi mevsimsel değil, ücretseldir. Çünkü bu ürünlerin fiyatı normale dönse de talep azalmaktadır. İnsanlar normale dönmüş fiyatları bile artık yüksek bulmakta ve tüketim yapamamaktadır. Bu sebzelerin tüketiminde görülen azalma devam ederse muhtemelen birkaç onyıl sonra resimlerini ansiklopedilerde görüyor olacağız.

Bu rakamlardan çıkacak en önemli sonuç şudur. Halkın enflasyonu denilen ve enflasyon oranları açıklandığında bir türlü görülemeyen gerçek enflasyon burada saklıdır. Fiyatlar, ücretlerin iki katından daha yüksek bir hızla artmakta ve sonuçta tüketim azalmaktadır. İnsan vücudunun en temel ihtiyaçları arasında yer alan sebzeleri bile artık tüketemez olduk. Ne diyelim, sebze bulamayanlar et yesin!