26 Mart 2016 Cumartesi

7 adımda Türk ekonomisi nasıl batar?

Türkiye ekonomisinin güçlü mü yoksa güçsüz mü olduğu birçokları tarafından uzun süredir tartışılıyor. Her iki görüşü de savunanlar var. Kimilerine göre ekonomimiz son derece sağlam. Dünya krizler yaşıyor ama bizde krizden eser yok. Kimilerine göre ise ekonomimiz ciddi kriz içinde, güçsüzlükler ve zayıflıklar her an dengemizi bozabilir. Sizce hangi taraf haklı?

Ülke ekonomilerinin güçlü olması kriz yaşamayacakları anlamına gelmez. Bir ekonomi güçlü de olsa güçsüz de olsa krizle karşı karşıya kalabilir. O nedenle önemli olan ne kadar güçlü olduğu değil, beklenmedik durumlara ne kadar hazırlıklı olduğu ve gücünü nereden aldığıdır. Daha açık söylersek güçlü olduğu söylenen her ekonomi aslında bir Titanic'tir.

Titanic, 10 Nisan 1912’de İngiltere’nin Southampton limanından 2224 yolcusuyla hareket eder. Batmayacak kadar güçlü olan bu gemi büyük bir şatafatla ilk seferine çıkar. 15 Nisan 1912 tarihinde, sadece 5 gün sonra, dev transatlantik bir buzdağına çarparak 3 saatten kısa bir sürede batar. Acaba Titanic'i okyanusun dibine gönderen nedenler güçlü olduğu düşünülen ekonomimiz için de geçerli olabilir mi?

7 adımda Türk ekonomisi nasıl batar?

1- Gemine değil filikana güven!
Titanic’teki 2224 yolcunun %68’i kurtarılamamıştır. Bunda en önemli neden yolcu sayısına yetecek kadar filikanın bulunmamasıdır.

Güçlü olduğu düşünülen her ekonomide borçlar devletin değil şirketler ve hane halkının üzerine yıkılmıştır. Tıpkı ABD, Avrupa Birliği ve Türkiye'de olduğu gibi. Dünyanın en büyük iki ekonomisi, ABD ve AB, 2007'de girdikleri krizden parasal gevşeme denilen bir mekanizma ile kurtulabilmişti. Merkez Bankaları gece gündüz mesai yaparak para basmış, şirketlere ve hane halkına dağıtılmış ve ekonomiler batmaktan kurtarılmıştı. Yani filika, parasal gevşemeydi.

Şimdi düşünelim, ABD ve AB gibi borçları yıktığımız şirketlerimiz ve vatandaşlarımız krize girdiklerinde, hangi Merkez Bankası ile kurtarmayı planlıyorsun? Bu zayıf ekonomide parayı bastığın an enflasyonun ne olacağını hiç düşündün mü?

O nedenle gemine değil filikana güven.

2- Hiç kimse kendi kendisinin yargıcı olamaz!
Gemideki filikaların toplam yolcu hacmi ancak yolcuların yarısına yetiyordu. Filikaların kişi sayısı kadar olması gerektiğini söyleyen bir kanun o dönem bulunmuyordu. Yolcular bu gerçeklere aldırmadan gemiye hücum etmişlerdi.

Şirketlerimiz ve vatandaşlarımızın borçlanmaları çok yüksek seviyelerde. Esnaf işletmeleri bile aşırı borçlu durumda. Şirketlerin borç tavanını düzenleyen bir kural bulunmuyor. Borç ödeme zamanı gelen bir şirket, başka bir finans kuruluşundan borç alarak borcunu ödüyor ama borcunu da arttırmış oluyor. Vatandaş için de aynı şeyler geçerli. Eğer bir Minsky moment gelirse (varlıkların ani bir değer kaybında bankaların krediyi kesip sadece borçları tahsil edeceği an; ekonomist Minsky'nin tanımladığı), bu borçlar nasıl ödenecek?

Güçlü sanılan bir ekonomide hiç kimse kendi kendisinin yargıcı olamaz.

3- Esneyen şey zor kırılır!
Geminin enkazına 73 yıl sonra 1985 yılında ulaşan Robert Ballard, gemi enkazından aldığı demirleri incelediğinde geminin kısa sürede batmasına neden olan kırılma olayının nasıl gerçekleştiğini açıklar. Geminin inşasında kullanılan demirlerin esneme özelliği yoktur. Buzdağına çarpan bölüm esnemeden kırılmıştır.

Güçlü bir ekonominin esnekliğini güçlü sanayisi, güçlü yüksek teknolojisi, güçlü inovasyonu, güçlü internet ticareti ya da güçlü parası sağlar. Ülke eğer bu alanlarda güçlüyse, kriz anında yeterli esnekliği sağlar ve yoluna yeniden girer. Sizce bu alanların hangisinde güçlüyüz?

Esneme kabiliyeti zayıf olan ekonomiler daima risk altındadır.

4- Beklenilmeyeni bekle!
Aslında dönemin en önemli mühendisleri Titanic’in batabileceği ihtimalini de düşünerek gerekli tedbirleri almışlardı. Mühendisler o güne kadar olan tüm kazaları inceleyerek şu sonuca varmışlardı. Gemi önden, arkadan ya da alttan darbe alabilirdi. Bu ihtimaller düşünülerek gemi inşa edildi. Bu şu anlama geliyordu. Herhangi bir nedenle gemi alttan, önden ya da arkadan bir darbe aldığında sadece darbeyi alan bölüm su alacaktı. En kötü olasılık olarak iki geminin çarpışması durumunda dahi kompartmanların bir kısmı su alacak, bu durumda da geminin batması en az üç gün sürecekti. Bu kadar uzun bir sürede mutlaka yardım geleceği düşünülürse Titanic dünyanın en güvenilir gemisiydi. Fakat ne yazık ki düşünülmeyen gerçekleşti. Geminin alttan, önden ya da arkadan darbe alacağını hesaplayan mühendisler yanıldı. Gece karanlığında yol alan Titanic buzdağını gördüğünde kurtulmak için çok geçti. Eğer nöbet tutan gözcüler buzdağını fark etmeseydi ve gemi doğrudan buzdağına çarpsaydı önden hasar alacak, ön taraftaki kompartman suyla dolacak ve Titanic batmamış olacaktı. Fakat buzdağı görüldü ve son bir umutla manevra yapıldı. Dünyanın en büyük gemisi kendini kurtaramadı ve buzdağı geminin yan tarafını baştan sona bir bıçak gibi kesti. Tek kompartman yerine bütün kompartmanlar suyla doldu ve Titanic 3 saatten kısa sürede battı.

Sıcak para denilen kısa vadeli yatırımlarla ekonomisini finanse eden bir ülke, sıcak para girişleri durduğunda finansmanını nasıl sağlayacak dersiniz?

Beklenilmeyeni daima bekle.

5- Başı ve sonu olan sonsuz değildir!
Kaza gecesi bir göl gibi dalgasız olan deniz, buzdağının erken görülmesini zorlaştırmıştı. Deniz dalgalı olsa, buzdağı çok daha önceden görülebilecek ve belki de Titanic çarpmadan evvel dönebilecekti.

Borsamız sürekli artıyor, inşaat sektörümüz hep büyüyor, hayali projelerimiz devam ediyor ve durmadan yol yapıyoruz. Bunların serabı ile ilerleyen bir ekonomimiz var. Fakat unutulmamalıdır ki, bunların hepsi bir gün bitebilir.

Başı ve sonu olan sonsuz değildir.

6- Güçlü her zaman kazanır!
Titanic ile ilgili en acı gerçek kurtulanların kamara sınıflarıydı. Birinci sınıf kamaralarda oturanların %62’si, ikinci sınıf kamaralarda oturanların %42’si, üçüncü sınıf kamaralarda oturanların ise sadece %25’i filikalara bindirilmişti. Bundan daha acımasızı birinci ve ikinci sınıf kamaralardaki çocukların %100’ü kurtarılırken üçüncü sınıf kamaralarda oturan çocukların sadece %34’ü kurtarılmıştı.

Ekonomi krizi girdiğinde de aynı şeyi yaşayacağız. Zenginlerimiz ve sistemin zengin ettikleri krizden yara almadan kurtulacak. Ekonominin güçlü olduğunu düşünen orta ve alt sınıfın ise maalesef çok azı kurtulacak.

Güçlü her zaman kazanır.

7- Batan geminin malları!
Hikayeyi duymuşsundur. Titanic batarken çalmaya devam eden bir orkestradan bahsedilir... Sizce bu insanlar neyin kafasını yaşıyordu?

Bir ülke ekonomisi için en tehlikeli şey ekonomiden anlamadığı halde ekonominin iyi gittiğini söyleyenlerdir. Merkez Bankasının ne iş yaptığını bilmeden, "Bence Merkez Bankası faizi indirmeli!" diyen Barcelonalı futbolcumuzu hatırlamışsınızdır. İşte, bir ekonomi için en tehlikeli şey bu kafadır.

Biz bu insanlara kısaca batan geminin malları diyebiliriz.

Kısacası, bir ekonomi ne kadar güçlü olursa olsun, önemli olan buzdağına çarptığında ne olacağıdır.

23 Mart 2016 Çarşamba

TV'de tarihi dizi seyreden insanın 6 kişilik özelliği!

Tarihi dizi ve filmlere olan ilgi her geçen gün artıyor. Özellikle heybetli narsizmi ve görkemli fantastik mantığıyla saltanat paranoyasını izleyenlerin zihninde yeniden canlandıran diziler büyük bir popülerlik yakalamış durumda. Popüler kültür eleştirmenlerine sahip olmadığımız için neler olup bittiğini yorumlamakta zaman zaman güçlük çekiyoruz. Tıpkı Country müzik dinleyen Amerikalıların kendilerini her zamankinden fazla kovboy hissetmeleri gibi bizde de bu yapımları izleyenler kendilerini her zamankinden daha çok "padişah" gibi görmeye başlıyor. İnsanların bir türlü elde edemedikleri eski zamanların yaşam biçimlerine duydukları özlem giderek artıyor. Kendimizi bir zamanlar neysek o olduğumuza inandırma çabaları toplum içinde yaygın bir popülerlik kazanmış durumda.

Zamanın ruhuna aykırı, çarpıtılmış bir tarih anlayışı sunan, bugünün popülerliğine indirgenmiş, yani kısacası tarihle hiçbir bağlantısı olmayan bu dizileri kimler mi seyrediyor?

TV'de tarihi dizi seyreden insanın 6 kişilik özelliği:

1- Tatminsiz bir kişilik
Hayatımızdaki bu gözü dönmüşlüğe varan romantizm aslında bir yanılsama. Çağımızda artık ne insan doğası ne de özgürce katılınan sosyal gruplar kişiyi tatmin edebiliyor. Sosyal psikolojinin Avrupa'daki en zirve ismi Serge Moscovici'ye göre tatminsiz ve özlem çeken kişilerin bir topluma uyumu şimdinin perspektifinden ziyade geçmiş olayların hatıraları tarafından şekilleniyor. O nedenle tarihi dizilere bağımlılık temelde tatminsizlik kaynaklı.

2- Yaşadığı topluma uyum sağlayamamak
Bu tür dizileri hayranlıkla seyreden insanların bir diğer özellikleri yaşadıkları topluma ve zamana tam olarak uyum sağlayamamalarıdır. Daha açık söylersek sürekli olarak "bir gün doğduğum köye geri döneceğim" deyip duran insanın ruh halidir bu.

3- Geçmişe duyulan patolojik özlem
Geçmişe duyulan özlem, özellikle cemaat, kabile veya sınıf gibi kısıtlayıcı toplumsal hiyerarşilerin senkronizasyonunda yaşayan bireylerde görülen eski zamanlara dönmenin sessiz bir arzusu sorunudur. Kişiler daha üst bir ahlak, etik ve yaşam düzenine dönecekleri yanılsamasına kapılırlar. Dizilerle somutlaştırılan bu hava sözümona rüya gibi yaşanmış olan bir döneme tuhaf ve patalojik bir özlem duygusu yaratır.

4- Hafif gelenekçilik
Bu tür yapımlara özlem duyan, çoğu "hafif gelenekçi" (buradaki hafif vurgusu sigaralardaki "light" retoriği ile aynıdır) olan bu kişilerin, otokratik bir toplumu aydınlanma tarihi boyunca neden reddettiğimizden haberleri bile yoktur. Belki de bu onların doğaları gereğidir. Bugün, kimliksiz ve tutarsız güç gösterileri ile toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına çıkmak için geçmiş yılların basitliğinden yardım bekliyorlar. Orada bulmayı umdukları anlamlı bir şeyler ile geçmişi geri kazanarak küreselleşmeye meydan okuyacaklarını sanıyorlar.

5- Özgür iradeyi kaybetme eğilimi
Hızla değişen dünyada bir yer edinemeyen şaşkın hafif gelenekçiler geçmişin seraplarına özlem duyuyorlar. Geçmişin grup kodlarına ve prensiplerine inanmaya başlayarak ideal hiyerarşiye ulaştıklarını sanıyorlar. Böylece yeni kurallara talip oluyorlar. Bu kabullenme bir süre sonra hafif gelenekçileri özgür iradelerini kaybetme riski ile baş başa bırakıyor.

6- Toplum içinde fark edilme ihtiyacı
Arabaların arka camlarındaki tarihi sembollere kadar uzanan bu geçmişe özlem ritüeli aslında toplum içinde fark edilme ihtiyacından başka bir şey değildir. Hafif gelenekçiler genellikle toplumu potansiyel tüketici olarak kavrarlar. Bu geniş toplulukta kendilerini öne çıkarmaları elbette ki zor olacaktır. O nedenle geçmişe özlem aracılığıyla daha küçük ve açıkça tanımlanmış başka bir gruba katılırlar. Bunun sonucunda da tanınma şanslarının daha yüksek olacağını sanırlar. Daha kısa açıklamak gerekirse hafif gelenekçilerin toplum içinde dikkat çekme yolu birbirleriyle tamamen aynı olmaktan başka bir şey değildir. Bu da popüler piyasa kültürünün başka bir boyutudur aslında.

Dizi izleyerek tarih bilinci edindiğini sanan arkadaşım; acaba açık saçık filmler izlesen ne tür bir bilinç edinirsin, merak ediyorum?

21 Mart 2016 Pazartesi

Okumadığın için teşekkürler!

Herhalde dünyadaki en tuhaf sanat dünyasına ve sanatçılarına sahibiz. Ülke, toplumsal olarak tarihinin en zor dönemlerinden biriyle karşı karşıya ama sanatçılarımızın umurunda değil. Biri Beyonce kıvamında birini bulamadığı için taciz edememekten yakınıyor, diğeri Arda'ya kalbini daha fazla verememekten şikayetçi, öteki liderlerin delirtilmesinden muzdarip, bir diğeri Survivor'dan elenirim derdinde... Ülke elden gidiyor, adamlar neyin peşinde. Sanat dünyası değil, zannedersin show business'ın çöp toplama tesisi; sanatçı değil, zannedersin hurda.

Aslında bu sanat dünyasını yaratan da bu toplum. Bir yerde toplum da kendine göre bir sanat dünyası ve sanatçı yaratmış. Birkaç sanatçı haricinde topluma yön gösteren bir duruş ve düşünce sergileyen sanatçımız maalesef yok. Yazık.

Beyonce'unu bulamayan, Arda'sına varamayan, Survivor'da kalamayan, liderine doyamayan sanatçı kardeşim. Okumayacağını biliyorum ama yine de kendini biraz tanımak istersen okumanı öneririm.

8 adımda Türk sanatçısı olma rehberi:

1- Danseden bir maymun ol!
Sanatçı kardeşim, bir oyunu kazanıyor olman, o oyunun iyi bir oyun olduğu anlamına gelmez. Rolden role, kanaldan kanala uçup milyonları alman seni başarılı kılmaya yetmez, sadece danseden başarılı bir maymun yapar. Hani aktör Bobcat Goldthwait diyor ya; sayamayacağım kadar çok rolde oynadım, sayamayacağım kadar çok param oldu ama tüm bu zaman içinde sefil durumdaydım, 30 yılım boşa geçti. İşte, sen daha o 30 yılın başındasın. Maymun gibi dansetmeye devam et.

2- Riske girme, üzülme!
Sen de biliyorsun ki, kapitalizmin standardizasyon ve birbiriyle değiştirilebilir parçalar çağında yaşıyoruz. Bütün mesele riske girmemen. Sistem öyle değerli, süreçler öylesine görkemli ki riske girmemen üretkenliğini ve kazancını arttırıyor. Riske girip haksızlığa dur dersen sistem yerine başka birini koyup seni oyundan çıkarır. Aman dikkat!

3- Etkileşim ekonomisine biat et!
Düşüncelerini biz değersiz izleyicilere açarsan ürkütücü bir kırılganlıkla karşı karşıya kalacağını biliyorsun. Çünkü gerçek insanların acısını paylaşmak her şeyden önce insan olmayı gerektirir. O nedenle bence hiç bulaşma o işlere. Dijital dünyanda yaşamaya devam et. Facebook'ta kaç arkadaş, twitter'da kaç izleyici var onu düşün. Bunlar gerçek insanmış, değilmiş pek kafana takma. Ama emin ol, yarın senin de başına birşey gelirse kimse üzülmeyecek.

4- Cesaretini kaybet!
Rol yapma yeteneği, güzel bir ses ya da etkileyici bir fizik gerekli elbette. Peki ya cesaret? İçinde bulunduğun sektörü işletenler güzel, yetenekli ve etkileyici olmanı desteklerler ama cesur olmanı değil. İstedikleri uysal olmandır. Bravo, bu rol için tam aranan tipsin.

5- Alkış için yaşa!
Sanatçısın, alkış en doğal beklentin. Ama hayatının her anında alkış almak için uğraşırsan, kendini ucuza satmış olursun. Haksızlığa karşı takınacağın düşünceye alkış beklersen yozlaşmışsın demektir. Artık sanatçı değil, bahşiş için çalışan bir garson olursun.

6- Kendini ucuza sat!
İkarus efsanesini duymuşsundur. Balmumundan kanatlarla daha yükseğe uçmaya çalışırken güneşin sıcaklığıyla denize düşen meşhur İkarus. Daha yükseğe uçacağım diye kendini ucuza satma. Çünkü sen bir kahraman değilsin, sadece toplumun itaatkar bir bireyisin.

7- Güçlüye boyun eğ!
Serbest piyasa, güçlü olana sürekli boyun eğmenin kimliğimizin bir parçası olduğuna inanan kuşaklar yarattı. Haklısın ama, buna en çok sen boyun eğdin, sanatçı kardeşim. Çok ayıp ettin. Hani derler ya, İngilizler kukla bir yöneticiyle Hindistan'ı iki yüz yıl boyunca idare etti diye. Neden diye düşündün mü hiç? Hintliler bire karşı bir milyon gibi bir oranla sayıca üstündü, İngilizlerin silah üstünlüğü de yoktu. Hintliler nasıl yenildi dersin? Körü körüne boyun eğen ve kontrolü uysalca sineye çekmeyi erdem olarak sayan bir propagandaya yenik düştükleri için. Bir anlasan!

8- Sakın ayağa kalkma!
Popüler olan nasıl popüler kalır, biliyor musun: İnandığın şeyler için mücadele etmek yerine izleyici kitlenin o an duymak istediği şeyleri söylersen. O nedenle, "hayırlı cumalar, şiddete hayır, vatan sana canım feda, vs" diye mesaj atmaya devam et! Özgürlük, eşitlik, erdem, aydınlanma senin için tehlikeli kavramlar.

Sanatçı kardeşim, sana şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sen böyle devam ettiğin sürece, sistem etini seve seve yer ama kemiğini fırlatıp atar.

Böyle bir sanatçı takımı yaratan topluma da şunu hatırlatmak gerekiyor herhalde. Büyük Tarihçi Arnold Toynbee, binlerce yıllık uygarlık tarihinin yüzlerce medeniyetini incelemiş ve şu sonuca varmıştır: Sadece iki tip toplumsal kültür vardır; kazananlar ve kaybedenlerin olduğu kültürler ve zorluklara tepki vermeye odaklanmış kültürler.

Galiba biz birinciye doğru hızla koşuyoruz!

Okumadığın için teşekkürler, sanatçı kardeşim!

19 Mart 2016 Cumartesi

6 adımda insandan insanüstü varlık yaratma kılavuzu!

Terör. Artık tek gündemimiz. Sürekli lanetlendiği halde bir türlü bitmiyor. Demek ki çözüm lanetlemek değil. Peki ama ne?

Uygarlık ve insanlık tarihi bu sorunun cevabını aslında veriyor. Hitler'in propaganda bakanı J.Goebbels diyor ya hani; "Heykeltraş için taş ne ise siyasetçi için de insan odur. Dahiler insanları kullanır ve işin doğası budur." İşte, çözüm tam olarak burada saklı.

Canlı bombayı oraya gönderen yok edici düşünce insanlığın içindeki yaratıcı bir düşüncenin tıpatıp aynısıdır. Bu çıkarım birçoklarına ters gelebilir. Bir canlı bomba intiharcısının normal bir insanla ne tür bir bağlantısı olabilir diye sorulabilir. Uygarlık tarihi maalesef bunu bize büyük acılarla göstermiştir. Kızsak da, içerlesek de, karşı çıksak da maalesef bu böyle. O düşünce nedir biliyor musunuz: İnsandan insanüstü varlık yaratma güdüsü. Adına ister lider de, ister dahi, istersen kahraman; insandan insanüstü bir varlık yaratırsan ortaya çıkan sonuç çoğu zaman bu oluyor.

İnsanlık tarihi boyuncu kargaşanın ve savaşların arkasında hep böyle liderlerin varlığından bahsedilir. Ama suçu bu liderlere atarsak problemi tam olarak çözemeyiz. Suçun önemli kısmı insandan insanüstü varlık üreten yaratıcı insan düşüncesindedir. Bu düşüncenin nasıl işlediğini anlarsak problemin asıl sebebini de anlamış oluruz. Öyleyse bu sürecin nasıl işlediğine daha yakından bakalım. Bir insandan insanüstü başka bir insanı nasıl yaratıyoruz dersiniz?

6 adımda insandan insanüstü varlık yaratma:

1- Kahramana duyulan büyük sofuluk
İnsanı insanüstü varlığa dönüştürme süreci bu kritik adımla başlıyor. Bir kişiye ölçüsüz bir hayranlık duymak, onun zekası ve karakterine insanüstü güçler yüklemek masum bir davranış olarak beliriyor önce. Bir insana duyulan itikattaki adaletsizlik fark edilemiyor. İnsana insanüstü özellikler yükleyen kişilerin sayısı toplum içinde yükselmeye başladığında kontrol edilemezlik de giderek artıyor. Eleştirel kabiliyeti gelişmemiş kişilerin kendi kahramanlarına karşı nasıl bir sofuluk duyduklarını anlamaları pek kolay olmuyor. Hani Einstein diyor ya, bana duyulan saygının hiçbir şekilde eserlerimin anlaşılmasından kaynaklanmadığının farkındayım. Çünkü halk tek bir kelimesini bile anlayamaz." İşte, olay tam olarak budur: Anlayamamaktan kaynaklanan gizemin cazibesi.

2- Tanrının feshi
Sıradan bir insana insanüstü güçler yüklemek tanrısal sıfatları fazlasıyla kullanmayı gerektirir. Çünkü o, insanları sefaletten kurtaran, enkazın içinden çıkaran, dini yaşatan yüce bir varlıktır. Yoğunlaştırıcı br ifade, konsantre bir formül, sıkıştırılmış bir özettir. Onun yaptıklarını normal bir insanın yapması çok zordur. Adeta tanrılara meydan okuyan biridir. Hani Delfi kahinleri Sokrates hakkında diyorlardı ya, yaşayan tüm insanlar içindeki en bilge, yüce ve kutsal kişi diye. İşte, tam olarak budur: Kendi aklını, belirsiz olanı açıklamaya diğerlerinden fazla zorlayan kişi, riayet ettiği gizemli güçleri kabullenir. Acı ama maalesef böyle.

3- Kahramana tapınma
İktisadı kasvetli bilim olarak tanımlayan büyük düşünür Thomas Carlyle eleştirel bir gözle diyor ya; kahramanlara, toplumların peygamber diye adlandırdıkları insanla aynı işlevi yerine getirdiği ve bütün insanlara yaşayan bir tanrı sunduğu için en önemli insan olarak hürmet edilmelidir. İşte, yapılan tam olarak budur: Tanrı ile saf ve eğitimsiz akıl arasındaki tüm boşluğu dolduran insannüstü varlık yaratmak.

4- Alternatif bir hasret ve nefret formunu takdis etme
İnsanlara önderlik etme arzusu ve toplumun bir kesimine karşı duyulan bir aşağılama, yaratılan kahramanın temel davranış şeklidir. Saf ve eğitimsiz insan bu tür kişiliği adeta kutsar ve daha da fazla yüceltir. Kitlelerin modernizm karşısında düştüğü bir duygu karmaşasıdır aslında yaşanan. Cahil görülmekten duyulan korkuya dayanır. Ahlaki suçlara göz yumma yanında, gerekli ve doğal bir şeymiş gibi övme eğilimi de oluşur. Kısaca Nietzsche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'te dediği gibi: İyi ve kötünün ne olduğunu onu yaratan dışında kimse bilemez.

5- İnsafsızlığı ustaca kullanmayı takdir etme
Kahramanlar, iyi ve yüce bir amaç uğruna hareket ediyor olsalar da yalanı, gücü ve insafsızlığı kendi çıkarları için ustaca kullanmaya eğilimli kişilerdir. Kahramanı yaratan saf ve bilgisiz akıl bu eğilimi takdir etmeyi bir utanç saymaz. Otoriteye aptalca bir inanç duyar. Ona göre hepimiz insanızdır. Filozof H.S.Chamberlain'in dediği gibi: Kahraman tanrıya benzer, yapısı gereği her şarttan bağımsızdır.

6- O gün gelecek!
Bir halkı, grubu ya da ulusu eski büyüklüğüne kavuşturacak, geçmişteki şaşaalı günlerine geri götürecek o kahraman gelmiştir artık. Onun mucizevi güçleri tüm felaketlerin üstesinden gelecektir. Kara bulutlar artık dağılacak ve hayallerimiz gerçek olacaktır. Tıpkı Homeros'un İlyada'da dediği türden: O gün gelecek!

Bu son adımla birlikte bir yandan insandan insanüstü bir kişi yaratılırken diğer yandan başka bir insandan bir put yaratılmıştır. Zaten hikaye tamamen budur.

Kitleler kişilerden kahraman yaratıp sonra o kahramana tapınmaya devam ettiği sürece dünyada kargaşa da bitmez, terör de, savaşlar da. Bugün sosyal medya üzerinden anlıyoruz ki toplumumuz hala bu altı adımı kullanarak insandan insanüstü varlık yaratmaya devam ediyor. Toplum tamamen iyi niyetle kendi kahramanlarını böyle yaratıyorsa niyeti kötü olanlar neler yapmaz değil mi?

Bazı kişileri olduğundan fazla büyük görenler, genellikle kendilerini küçük görürler. Kendi hayatını değersiz gören bombacının psikolojisi biraz da budur. Hani 1939'da Princeton Üniversitesinde yapılan bir ankette öğrencilere yaşayan en büyük insan sorulmuştu ya. İşte her şey üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğunun verdiği o yanıtta saklıdır: Hitler.

8 Mart 2016 Salı

Ekonomi yazarlarına tek bir tavsiyemiz var:Ayağa oyna be panpa!

Finans dünyamız gerçekten çok enteresan. Neredeyse her yatırımcıya bir finans yazarı düşüyor. Her yanımız ekonomi ve finans yorumu yaparak yatırımcılara yol gösterdiğini sanan yazar ve yorumcularla dolmuş durumda. Hiçbir işi olmayan insanlar bile günlerini ekonomi yorumu yazarak geçiriyor. Sizce bu işte bir tuhaflık yok mu?

Ekonomi yazarlığı ya da finans yorumculuğu yapmak sizce kolay işler midir? Eğer herkes ekonomist olabiliyorsa antropolog, tıp doktoru ya da milli takım teknik direktörü de olabilmesi gerekmez mi? Peki öyleyse tuhaflık nerede?

Dünya futbol tarihinin belki de en tuhaf hikayesi 21 Kasım 2007'de başladı. Üniversitede İtalyan dili okuyan ve ardından spor gazeteciliği yapmaya başlayan 23 yaşındaki Paul Watson birasını almış maç seyrediyordu. 2008 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Andorra ile Rusya karşılaşıyordu. Maç Rusya'nın 1-0 galibiyeti ile bitmişti. Fakat maç sonunda sevinen Ruslar değil Andorralılardı. Andorralılar beklenmedik bir başarıya imza attıklarını ve Rusya gibi güçlü bir ülkeden sadece bir gol yediklerini düşünüyorlardı. Onlar sevinç gözyaşları dökerken Paul Watson'un aklına garip bir fikir gelir: "Dünyanın en kötü milli takımını bul, o ülkenin vatandaşı ol ve milli formayla sahaya çık."

Derhal araştırmaya başlar. FIFA sıralamasındaki en kötü ülke olan Guam'ı bulur. Sonra Guam'ın oynadığı maçlara bakar. Guam'ın 7-1 yendiği Pohnpei adında Mikronezya adalarında bir devlet olduğunu görür. FIFA'ya kayıtlı en kötü takımın yendiği bir takımdan daha kötü bir takım olamaz diye düşünür ve hemen kararını verir. Ertesi gün Pohnpei'ye gider ve ülkenin milli takımını seyreder. Takım hakikaten futboldan anlamamaktadır. Çocukken futbol oynamıştı ve o kadarcık futbol yeteneği ile milli takıma rahatlıkla seçilebileceği açıktır. Derhal yetkililere başvurur ve milli takımda oynamak istediğini söyler. Yetkililer bunun olabilmesi için beş yıl ülkede yaşamış olması, yerli bir kadınla evlenmiş olması ve yerel dili konuşuyor olması şartlarını sağlaması gerektiğini söylerler. Bu mümkün değildir ama Watson pes etmez. O zaman milli takım teknik direktörü olayım der. Ve amacına ulaşır. 2009 yılında Pohnpei milli takımının teknik direktörü olur. Sonunda hayali gerçek olmuştur. Üstelik dünyanın en genç milli takım teknik direktörü ünvanını bile almıştır. Peki ülkeye, futbola ya da spora ne katkısı olmuştur derseniz hiçbir şey. Sadece kendi kendini tatmin.

Hikayenin tamamını merak edenler Paul Watson'un "Ayağa Oyna Pohnpei" adlı kitabını okuyabilirler. Biz baştaki konumuza geri dönelim. Bu kadar çok ekonomi ve finans yazarı ne işe mi yarıyor? Hiçbir işe.

Eğer ekonomiyi ve finans piyasalarını anlamak istiyorsanız ya da yatırımlarınıza yön vermek istiyorsanız yapmanız gereken şey ekonomi yorumcularımızdan uzak durmanız. Neden mi? Futbol tabiriyle söylersek ayağa oynamayı bilmiyorlar da ondan. Kimi üniversite öğrencisine ders verdiğini sanıyor, kimi Wall Street finansçılarına karşı bilgi savaşına girmiş, kimi on yıldır kıyamet bekliyor, kimi Fed diye bir şey tutturmuş, kimi dolar yarın şu olur diyor, öbürü borsa bu olur. Kısaca topu ayağına alan ya kimseye pas vermiyor ya da topu dışarı atıyor.

Ekonomi yazarlarımıza tek bir tavsiyemiz var: Ayağa oyna be panpa!

5 Mart 2016 Cumartesi

Evlilik programı seyreden insanın 10 kişilik bozukluğu!

Son günlerin önemli tartışması evlilik programları. Bu tür programların yayından kaldırılması için propaganda yapanlar var. Koşulları içinde haklı olabilirler elbette. Ama eğer sunucularına milyon liraların ödendiği bir "evlilik piyasası" oluştuysa konuya piyasa mantığı içinde bakmak daha yararlı olabilir.

Dünyanın herhangi bir yerinde, hisse senedi piyasasından para karşılığı seks piyasasına kadar tüm piyasalar aynı temel mantıkla çalışır. Belli bir ürüne ya da hizmete talep yoksa o ürün ve hizmeti satan satıcılar piyasadan çekilir. Bu açıdan değerlendirildiğinde ülkemizdeki evlilik piyasası talebin yoğun olduğu ve satıcıların (TV kanalları) bu talebi karşılamak için rekabet içinde oldukları bir piyasadır. Yani eğer bu tür programların yayından kaldırılması isteniyorsa yapılması gereken televizyon kanallarına ya da program yapımcılarına baskı yapmak değil talebi azaltmaktır. İşte kritik soru buradadır: Talebi nasıl azaltacağız?

Evlilik programlarını seyreden kitle bir hayli fazla. Bu insanların bu tür programları izleme bağımlılıklarının olduğu bile söylenebilir. O nedenle talebi azaltmak oldukça zor görünüyor. Ama yine de bu tür kitleyi daha yakından tanımak piyasayı doğru yorumlamak adına faydalı olabilir. Bugüne kadar bu konuda yazılan tüm yazılar daima alıcıyı ve satıcıyı suçlayan yazılar oldu. İlk defa konuya farklı bir açıdan bakarak talebin niteliklerini anlamaya çalışacağız.

Evlilik programı seyreden insanın 10 kişilik özelliği:

1- İdrardan altın üretme kararlılığı

1675 yılında Henning Brand adında bir Alman idrardan altın üreteceğine inanmıştı. Aylarca idrarını biriktirdi. Bir süre sonra kovalar parıldamaya başladı. Hakikaten yüzyılın buluşunu yapmıştı. Altın yerine fosforu bulmuştu. Fakat bir sorun vardı. 60 gram fosfor için 1100 litre idrar gerekliydi. Oysa bu yöntemden daha kolay yöntemlerle fosfor üretilebilirdi... Evlilik programına katılan insanın amacı bir eş bulmak, seyreden insanın amacı duygularını tatmin etmekse eğer, yaşadığımız çağda her ikisi de bunu daha kolay yöntemlerle yapabilirler. İdrardan fosfor üretmelerine gerek yok.

2- Vasat monotonluk
Birçok şirkette aynı şeyi görürüz. Liderler yakın çalışma arkadaşlarını bilinçli olarak kendileri gibi insanlardan seçerler. O nedenle de hep aynı fikirler etrafında dönüp durulur. Bu, evlilik programı seyredenler için de geçerlidir. Mesela erkek, "1000 lira maaş alıyorum" dediğinde kadın, "elektrik alamadım" diye yanıt veriyor, ardından bir diğer erkek, "10.000 lira alıyorum" deyince aynı kadın, "Ben zaten maddiyata önem vermem, aşk arıyorum" diye cevap veriyor ya; işte oradaki karaktersizliğin dik alası seyreden de vardır. Aslında aynı karakterlere sahiptirler. Kısacası şirketteki durum evlilik programları için de geçerlidir: İnsan kendi düşüncesindeki insanla birlikte olmak ister.

3- Üretici ertelemeye yönelik içgüdü
Bu tür programları izleyenler aslında tek bir amaca sahiptir: Eğlenmek. Monash Üniversitesinden Paul O'Brien diyor ya, "İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde evinde bu kadar vakit geçirmedi; yeni teknolojiler yüzünden tembel ve yaratıcılıktan uzak bir hale geldi..." İşte evlilik programlarını seyredenler de tam bu tür insanlardır. Temel özellikleri kendini beğenmişlik taslayan, takdire muhtaç, empati yoksunu, ileri derecede ilgi düşkünü, münasebetsizlik seviyesinde ayartıcı ve sığ olmalarıdır. Üretici ertelemeye yönelik içgüdü dışındaki diğer ortak özellikleri ise muhtemelen heteroseksüel olmalarıdır.

4- Tek kişilik hücrede megalomani
Tek kişilik hücre, yasal olarak idamdan sonra en ağır yaptırım kabul edilir. Fiziksel ve ruhsal etkileri ağırdır. Girdi kısıtlaması ve duyusal mahrumiyet zamanla beyin fizyolojisini değiştirir. İşte evlilik programı seyreden insan için de benzer bir durum söz konusudur. Kendileriyle alakalı çıkarlara bu denli saplantılı kişileri izlemek bir süre sonra tecrit ortamı yaratır. Başkalarının görüşlerine aşırı önem verme, güçlü bir ünvan kazanma arzusu, başkalarını çıkarlarına göre yönlendiren sömürücü yaklaşım ve gerçek başarılarla tam bir tezat oluşturan sanrılı bir büyüklük zannı tek kişilik bir hücre yaratır. Kendini beğenmişlik ise bu sürecin doğal sonucudur. Kısacası, bir sonraki program "Esra bilmemneyle gerdeğe giriyorum" olursa hiç şaşırma.

5- Çoklu kanallama fenomeni
Mesaj, e-mail ve sosyal ağ bağımlılığına çoklu kanallama fenomeni deniyor. Bu tür bağımlılığın IQ'yu uyuşturucudan iki kat daha hızlı düşürdüğü söyleniyor. Evlilik programlarını seyreden kitlede de bu fenomen vardır. Günlük hayatta 3 ayda bir sevgili değiştirene en ahlaksız sıfatlar yapıştırılırken burada 3 dakikada bir diğer adaya geçmeniz son derece normaldir. Bu da izleyicilerde çoklu kanallama yaparak zihinsel patinajı başlatıyor. Sorgulama yeteneği olanlar bu tür programlarda evlilik kurumu ile fuhuş kurumu arasındaki ince çizgiyi görmüşlerdir mutlaka.

6- Emniyetli başarısızlık
Ekonomist Tim Harford bu prensibi üç maddede güzel tanımlar: Bir, yeni fikirler ara ve yeni şeyler dene; iki, yeni fikri başarısızlığın yıkıcı olmayacağı boyutlarda dene; üç, süreç boyunca hatalarından ders çıkar. Evlik programı seyreden kişi için süreç şöyle işler: Bir, programdan öğrendiğin ayartmaları, yönelimleri ve sapıklıkları yeni fikir olarak kabul et. İki, bu fikirleri direk olarak çevrene uygulamasan bile kafanda her zaman hazır tut. Üç, her gün evlilik programı izleyerek günlük başarısızlıklarından ders çıkar. Sonuçta hiçbir şeye ulaşamamış olacaksın, ne sevgili ne de eş bulacaksın ama emniyetli başarısızlığın zevkini tadacaksın.

7- Öğrenilmiş çaresizlik
Teoriyi herkes bildiğinden biz evlilik programı izleyen kişiyle ilgili kısmına geçelim. Olayların neden olduğunu kendinize açıklama alışkanlığınız ne kadar çaresizleşeceğinizi belirler. Evliliği algılama şeklimiz şu: Bir türlü evlenemiyorum, kısmetim kapalı, nasipse olur, kader kısmet, kapılarım kapalı, yazdıysa olur... Kardeşim, yanlış anlama ama sen evlilik programı izlemeye mecbursun.

8- Duygusal akıl yürütme
Hissettiğin şeyin doğru olduğu sonucunu çıkarmak en eski düşünce hatalarından biridir. Paravan açılınca gördüğü kişiye birkaç ahmakça soru sorarak hislerinin doğruluğuna inanan zavallı, sen aslında insanlık tarihinin en büyük paradoksusun. Neden mi? Çünkü aptal olduğunu hissettiğinde aptal olduğunu anlayamayacaksın.

9- Kaçınmacı kişilik bozukluğu
İnatçı ve çoğu zaman dediğim dedik yaklaşımıyla dar görüşlülük evlilik programı izleyenlerin genel bir özelliğidir. Bilindik davranış kalıpları içine saplanıp kaldıklarını fark etmezler. Giderek kendi tanıdık davranış ve düşünce şekillerinin kurbanı olurlar. Dar görüşlülüğün dizginleri giderek sıkılaşır ve kişi kendi kendinin katli olur. Ortaya çıkan sonuç ise inatçı bir tahammülsüzlüktür.

10- Yanılmazlık yanılsaması
Karşıt argümanları rasyonelleştirerek uzaklaştırma eğilimi evlilik programı seyreden kişinin bir diğer özelliğidir. Grup düşüncesinin etkisi altında yanlış hüküm verdiklerini anlamazlar. Cehaleti çoğu zaman zayıflık ve aptallık göstergesi olarak görürüz; ne büyük hata. Cehalet insanı bilgiliymiş gibi görünmeye teşvik edip gerçekten öğrenmekten alıkoyar. Zen düşüncesi buna "Uzman beyni" der. Her şeyi bildiğimizi zannettiğimiz anda zihnimizin takındığı tavır budur. Yanisi şu: Senin cahil dediğine budist uzman diyor. Umarım anlamışsındır.

Özetle, yukarıda anlattığımız kişilik özellikleri halk içinde yaygın olduğu sürece evlilik piyasası büyümeye devam edecek bir piyasadır. Şu an için küçülmesi ya da yok edilmesi mümkün değildir.

Operanın merkezlerinden sayılan Napoli’de Napolililer, cinselliği en yoğun ve en ucuz eğlence biçimi olarak değerlendirirler ve üstüne de şöyle derler: “Yatak yoksulun operasıdır!”

Napolililer haklıymış!

3 Mart 2016 Perşembe

Senin kobran doğal mı yoksa çiftlik mi?

Katılım bankalarımızın sayısı her geçen gün artıyor. Finansal piyasalarımız için son derece olumlu bir gelişme. Piyasadaki oyuncu sayısının artması rekabeti, rekabet piyasa derinliğini, piyasa derinliği ise müşteri refahını getirecek bir durum. Fakat birçoklarının kafasındaki soru hala cevaplanmış değil: Katılım bankaları faiz vermiyorsa ne veriyor?

Temel yaklaşım katılım bankalarının müşterilerinden topladıkları paraları şirketlere fon olarak kullandırmaları ve oradan gelecek getiri ile para yatıran kişilere katılım payı olarak geri ödemeleri. Ortada ilk bakışta faiz yokmuş gibi gözüküyor. Fakat biraz daha dikkatli baktığınızda kafa karıştırıcı başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Katılım bankalarının fon olarak yatırdıkları paraları alan şirketlere bakalım mesela. Muhtemelen bu şirketler büyük şirketlerdir. Diyelim ki bu şirketler borsada işlem gören beş yüze yakın şirket olsun. İyi ama bu şirketlerin istisnasız tamamı yatırımlarını faiz ödedikleri kredilerle finanse eden şirketler. Yani elde ettikleri getiriyi faiz ödedikleri krediler ile elde ediyorlar. Şimdi bu şirketlere kullandırılan fonlardan elde edilen getiri faizsiz mi oluyor?

Yanıtı merak ediyorsanız aşağıdaki hikayeyi okumanız yeterli:
Hindistan'ın İngiliz sömürgesinde olduğu günler... Ülke kobra yılanı sorunu ile mücadele etmeye çalışıyor. Her yanı saran kobra yılanları her gün yüzlerce insanı öldürüyor... Problemi çözmek isteyen İngiliz Valinin aklına parlak bir fikir geliyor: Öldürülen her kobra yılanı başına ödül vermek. Önce işler iyi gider. Hintliler yılan avına çıkar ve gördükleri her yılanı öldürürler. Elde edilen getiri oldukça iyidir. Fakat bir süre sonra gelirler azalmaya başlar. Çünkü öldürecek yılan bulmak adeta imkansız hale gelmiştir. İşte tam o anda birkaç uyanığın aklına dahice bir fikir gelir. Kobra yetiştirme çiftliği kurmak. Girişimci dahiler önce kobraları yetiştirip sonra kafalarını keser ve ödülü almaya devam ederler. Bu yöntem kısa sürede tüm Hindistan'a yayılır. Herkes çiftlik kurup kobra yılanı yetiştirmeye başlar. Sonra da hayvanları öldürüp ödüllerini tahsil ederler. Realite anlaşılıp ödül iptal edilene kadar binlerce kişi zengin olmuştur.

Bir ticari bankanın mevduata verdiği faiz ile bir katılım bankasının topladığı paraya verdiği katılım payı bu hikayedeki gibi bir farklılık içerir. İşte hepsi bu.

Faiz ve katılım payı arasındaki fark doğal kobra ile çiftlikte yetişen kobra arasındaki fark gibidir. Yani cevap aslında şu soruda saklıdır: Senin kobran doğal mı yoksa çiftlik mi?