22 Temmuz 2017 Cumartesi

1.Göbekli Tepe stand up günleri!

Arkeologlar toplanıp bir karar almışlar. Bu Göbekli Tepe'yi biz tanıtamıyoruz bari tanıtacak birini bulalım diye. Akıllarına iRRasyonel gelmiş. Aradılar. Biz ne yaptıysak olmadı, insanlar televizyonlarda mayolu insan aktivitesi seyretmeyi tercih ediyor bu aralar. Bilgiye ilgisiz insanları etkileyemiyoruz. Acaba Stand up Ekonomi şovlarınızdan birini Göbekli Tepe'de gerçekleştirebilir misiniz diye sordular. Hedef kitle bilgiye ilgisiz kitleler olunca derhal kabul ettik teklifi ve soluğu Şanlıurfa'da aldık. Kazı alanına ziyaretçi alınmadığı için şovumuzu yine seyircisiz yapmak zorunda kaldık.

Değerli arkeoloji severler ve arkeoloji ne işe yarar ki, taşlar hep aynı yerinde duruyor işte diyen arkeoloji bilmez hödükler, hepinize bu sıcak Urfa akşamından saygılar gönderiyoruz. Bu arada Indiana Jones severleri de unutmayalım, onlar da bu mesleğin erbapları sayılır. Lisedeyken, "İş bulamazsın evladım, sakın arkeoloji yazma," diyen ebeveynleri de atlamayalım, sayıları bir hayli fazla çünkü. Ama ne olursa olsun, birçoklarının okumak isteyip de okuyamadığı bir meslektir arkeoloji. Herkesin içinde bir uktedir... Açılın ben arkeoloğum... Hanım, ver ordan kazmamı, küreğimi ve kamçımı!.. Hmm, Roma dönemine ait bir diş fırçası, milattan önce 540... Ha ha...

Buraya gelirken üniversite mezunu birçok kişiye Göbekli Tepe hakkında ne düşünüyorsun diye sordum. Maalesef %90'ı ne demek istediğimi anlamadı. Üzücü... Hani derler ya istatistik bilimi mini etek gibidir, çok şey gösterir ama asıl görünmesi gerekeni göstermez diye. Şimdi bu istatistiğe bakınca, mini eteği bırak, X-Ray gibi bir durum çıkıyor ortaya. Adamın kalçadaki platini bile görüyoruz neredeyse. İnanılacak gibi değil, tarih beş bin yıl daha geriye gitmiş, Göbekli Tepe'yi duyan yok. İstatistiği şöyle tanımlasalar daha doğru olurmuş herhalde: İstatistik babydoll gibidir, ne kadar güzel olsa da tek işlevi başka biri tarafından çıkarılıp atılmaktır!.. Ha ha...

İnsanlık tarihinin bilinen en eski toplumsal yapıtları Stonehenge ve piramitlerdi. Yazılı tarih ile okullarda çocuklara öğretilen buydu. Ta ki Urfalı çiftçinin tarlayı sürerken bulduğu o küçük heykele kadar. Çiftçi heykeli kaptığı gibi müzeye götürmüş. Müze Müdürü heykele kısık gözle bakma tekniğini kullanarak bakmış, bakmış, bakmış, arkeolog olmadığı için olacak herhalde, kireç taşından tarihi eser mi olur diye basmış fırçayı çiftçiye... Kardeşim, biz burada ciddi bir iş yapıyoruz, kireç taşından heykel mi olur, hiç mi tarih okumadın!.. Çiftçi tarih bilmemenin verdiği hüzünle köyüne dönerken müze müdürü tarih bilmenin verdiği gururla heykeli depoya atmış. Mizah yazsan daha komiğini yazamazsın herhalde ama gerçek... Canım, tarihi eser kontrolünden yeni çıktım, hiç öpmeyeyim... Ha ha... Arkeoloji okuyan öğrenci görse okulu bırakır...

İnsanlık tarihinde ilk kez Göbekli Tepe'de bir araya gelen insan grupları çakmaktaşının çıkarıldığı endüstriyel bir merkez yarattılar. Muhtemelen madenciliğe başlamadan önce şu geyikleri yapmışlardır. Ne de olsa bu toprakların evladı bu Göbekli Tepeliler... Abi, bu kireç taşı bor gibi bir şey, bizim klanın tüm borcunu siler çıkarırsak alimallah... Karşı klandakiler çıkarmamıza izin vermiyorlar kardeşim... O zaman önce İdrakyum elementini bulalım, durumu idrak edelim... Ha ha... Ve bizim Göbekli Tepeliler kiraç taşını çıkararak neolitik çağı başlatmışlar. Neolitik... Yani insan topluluklarının tarıma başlaması... O da burada başlamış, Göbekli Tepe'de... Adamlar büyük vizyon koymuşlar bu işe girerken... Abi, var mısın kendi kendisine yeten yedi ülkeden biri olalım... Ne diyosun oğlum, manyadın mı, ne ülkesi; amma neolitik oldun...

Neolitik... Sıkıysa sen de ol, ama kolay değil. Düşünsene, Göbekli Tepelisin ve tarih öncesi dönemden tarihi döneme geçiyorsun. Tarih öncesi dönem... Tarih öncesi... Boğaz Köprüsünü geçecez diye köprü trafiğe kapatılıyor saatlerce. Adamlar tarih öncesi dönemden tarihi dönem geçmişler. Hadise kolay olmamış tabi... Bir gün, ilk insanımsılardan birkaçı, biz artık burada sizinle yaşayamayız, kendi evimize çıkacağız deyip ormanı terketmişler. Ormandaki kardeşleri bu duruma çok sevinmiş tabi... Hakkı abi, bu manyaklardan kurtulduğumuz çok iyi oldu ya. Herif sabaha kadar çiftleştiği arkadaşıyla tartışıp duruyor, hiç uyutmuyordu. Hala neden bir erkek dişisiyle tartışır anlamış değilim... Oğlum, o da bir şey mi, bizim yanda bir tip var, herif başaklara su veriyor. Bir gün sordum, ne yapıyorsun diye, sularsak daha çabuk büyür dedi. Sana samimi söylüyorum, bunlarda hiç maymunluk kalmamış... Ha ha...

Tarih öncesi... Neolitik... Sancılı. Gençken saç uzatırken çektiğin çile gibi... Yeni evlerine yerleşen insanımsılar da eskiden beraber yaşadığı arkadaşlarını unutmamıştır... İyi ki çıkmışız o heriflerin arasından kanka, herifler bildiğin maymun, maymun... Kankacım, aynen öyle, aynen... Kanka, ne yapalım biliyor musun, daha fazla çocuk yapıp sayımızı arttıralım, sonra da bu hayvanları alıp eğitmeye başlayalım... Hay aklınla bin yaşa kanka, gernik buğdayı tarlalarını da bunlarla süreriz...

İşte, tarih böyle başlar. Göbekli Tepe, insanlığın ilk avlanma ve toplanma merkezi. Avcılık ve toplayıcılıktan evcilleştirmeye geçişin başlangıç yeri. İnsanlık tarihi için bundan daha mühim bir olay az bulunur. Etkisi o zamanlarda bile çok derin olmuştur... Fred Flintstone'un Göbekli Tepe vatandaşlığına geçerek Fred Çakmaktaş adını alması o günlere denk gelir. Göbekli Tepe vatandaşı olduktan sonra soyadını değiştiren Fred Çakmaktaş, adam gibi adam...

Ve böylece Göbekli Tepe'de hayat başlar. Besin zinciri içinde hayatta kalma çabası ile artan toplumsal rekabet zaman içinde daha karmaşık hale gelir. Göbekli Tepeliler av hayvanlarını öldürmek ve et elde etmek için stratejilere ihtiyaç duyarlar. Bunun sonucunda da çakmaktaşı parçalarını kullanarak bıçağı icat ederler. Artık daha uzak mesafelerden hayvanları öldürebilmektedirler. Çakmaktaşı ve obsidiyen gibi daha sert kuvarsitlerin modifikasyonuyla ilerleme devam eder... Stratejik düşünme. İşte, o da bu topraklarda bulundu... Abi, bu hayvanların üzerine atlayıp onları öldürmeye çalışmayalım, bazen onlar bizi öldürüyor... Ya ne yapalım?.. Şu sırığın ucuna kireç taşından yaptığımız sivri şeyleri takıp uzaktan onlara fırlatalım... Çok dolambaçlı düşünüyorsun ama, yani, neden olmasın... Ha ha...

Stratejik düşünme çok geçmeden kabiledeki kadınların beynine de girer... Hayatım, akşam benim evde romantik bir yemek yesek diyorum, biliyorsun, tanışmamızın birinci yıldönümü... Bildiğin erkek beyni, derdi yemek değil, daha çok yemekten sonraki biyolojik olasılıklar... Şekerim, Kaya'yla Oya'yı da mı çağırsak, ne de olsa tanışmamıza onlar sebep oldu... Hayatım, Kaya'yla Oya'nın ta... Erkek sinirlense de kadın stratejik düşünmeyi öğrenmiştir artık. Evlenmeden olmaz... Ha ha...

Stratejik düşünmeyi çok uluslu şirketlerin yarattığını sanırsın ama, bak değil işte. Göbekli Tepe. Arkeoloji okusan insanlık tarihi için önemini daha çok anlarsın. Ne diyorduk... Ha, köylünün bulduğu kireç taşından heykeller müzenin deposunda, anlayabilen beyinler tarafından yeniden gün ışığına çıkarılmayı beklerken, arkadan bir ses gelir: "Açılın ben arkeoloğum!" Kim?.. Klaus. Hangi Klaus?.. İnsanlık tarihini beş bin yıl geriye götüren insanın adını bile bilmiyoruz. Neyse, ne diyorduk, arkeoloji, arkeo yani eski bilgisi, loji yani bilim. Ne oldu, eski bilgisi bilimi. Arkadaşlar arasında ne diyoruz? Mezarcı. Ha ha...

Zor iştir arkeolog olmak. Sıcak hava, toz, toprak, kazar durursun aylarca. Sonunda ulaştığın kanıtları gururla duyurursun dünyaya. Sezar'ın karısı Culpirnia'ya ait el aynası... Hemen yorumlar başlar. Kardeşim, sen arkeolog musun paparazzi mi? Ne işin var milletin yatak odasında? Sizin işiniz gücünüz yok mu ya?.. Ha ha... Nerede kalmıştık, Klaus Schmidt. Göbekli Tepe'yi ortaya çıkaran arkeolog. Sen hala piramitleri uzaylılar mı yaptı diye abuk şeyleri tartışa dur, adam tarihi beş bin yıl geriye götürdü ve şöyle dedi: "Piramitlerden beş bin yıl önce yapılan bu eserleri bildiğin insanlar yaptı." Yani Made in Göbekli Tepe. Bildiğin tarihe kroşe!

Klaus Schmidt. Gerçek bir kahraman. Sadece Mısır piramitlerine çakmadı tabi. En acısını İngilizlere ayırdı. Adamlar Stonehenge denilen yeri dünyaya öyle bir pazarlamışlar ki, iş orayı gezenlerin hacı olmasına kadar gitmiş. Astronomi, geometri, meteoroloji ve paganizmin membaı bu anıtlar tarihin ilk bilim ve ibadet yeri sayılırken... Adamlar her yıl bu işten milyarlarca dolar kaldırırken... Klaus Baba öyle bir çakmış ki. Bak Bro demiş, senin elindeki anıtlar çakma. Orijinali altı bin yıl önce burada, Göbekli Tepe'de yapıldı. Seninkiler bunların basit kopyaları. Bu basit taşlarla dünyayı kandırmayı bırak ertık... Klaus Baba, adamın dibisin dibi... Ha ha...

Aslında bu hacı olma konusu önemli. Yazılı tarih ilk toplu ibadet yerlerini piramitler ya da stonehenge olarak anlatırken, Klaus Baba mevzuyu beş bin yıl geriye götürmüş. Göbekli Tepe'ye. Göbekli Tepe şamanlarına. Tarihin ilk ilim ve din adamları. Enteresan kişilikler. Hatırlarsın onları. Garip kıyafetleri içinde garip danslar yaparlar. Niye? Soru basit aslında: Akşama aç kalmamak için avlayacağımız bizonlar nehrin hangi yönüne gitti? İşte, bu ve benzeri soruların yanıtını bilen tek kişi şamandır. Soru basit gibi görünüyor ama aslında saçma. Ülen, milattan önce on binlerde yaşıyorsun. GPS mi var, radar mı var? Adam nereden bilecek bu sorunun yanıtını? İşte, şamanın soru sorulduktan sonra aklından geçen ilk şeyler de buna benziyordu: "Ülen, göbeğine bal döküp yaladığım... ben nereden bileyim bizonlar nereye gitti... Evliya mıyım ben... Şamanımız yok, şaman ol dediniz olduk... Daha ne yapayım dinini sevdiğim..." Şaman haklı tabi. Ama işin sorumluluğu da var. Ahali seni adam yerine koymuş, para vermiş, kadın vermiş... Liyakata uygun davranman beklenir. Muhtemelen bu şamanlar anadolu çomarı denilen türün ilk ataları olabilirler. O anda şamanın aklına güzel bir fikir gelir: "Şimdi bu geri zekalıların bu saçma sorusuna saçma bir dansla karşılık vereyim ki, benim derin düşüncelere daldığımı sansınlar..."

Şaman davula vurduğu gibi acayip acayip dans etmeye başlar. Ahali, şamana hayran hayran bakmaktadır. Tezahüratlar filan... En büyük şaman, bizim şaman!.. Her Göbekli Tepeli şaman doğar!.. Aşıksan vur saza, şamansan bas gaza!.. Ha ha... Şamanın düşüncelerine bağlanalım yeniden. Aptal aptal figürlerle dans eden şaman o esnada şöyle düşünmektedir: "Bu geri zekalılara ben bunu nereden bileyim demek olmaz. Zaten yoruldum, akşama yemek ve kadınsız uyumak istemem. Nehrin zaten iki yönü var. Şimdi aşağı yönü diyeyim. Avcılar orada bulamazlarsa bir daha ki sefere yukarı yön derim, olur biter." Ha ha... Yani aslında bildiğin CEO. Her şeyi bilir gibi yapan ama bilmesi mümkün olmayan bir tip.

Aslında Göbekli Tepeliler akılcı insanlardı. Kendi kültürlerinden kaynaklanan sorunlara cevap vermek için bu tür arayışlara girmişlerdi. Neyse, ne diyorduk, şaman haklı çıkmış ve avcılar bereketli bir avla geri dönmüşler. Vur davula şaman baba... Fakat bu bolluk bir süre sonra durdu. Çünkü ilerleyen teknoloji, yani hayvanları kireç taşından yapılan yeni aletlerle avlama, hayvan sürülerinin sonunu getirdi. İşte, Göbekli Tepe'nin inşasına muhtemelen o zaman karar verildi. Biz bir hata yaptık, bunun kefaretini ödememiz gerekiyor. Hemen meclisi topladılar. Tartıştılar, fikirler sundular ve sonunda baş şaman kararı açıkladı: "Toprak anadan hep bereket bekledik. O verdikçe biz diktik fallusu. Daha çok verdi, daha büyük fallus diktik. Ee, n'oldu sonra... Hayvanları öldür ver fallusu, ağaçları kes ver fallusu!.. Sonuç bu işte. Derhal büyük bir ibadet alanı yapmamız gerekiyor..." Ha ha...

Göbekli Tepe'nin yapımına nasıl karar verildiği bir sır. Belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ama şunu kesinlikle iyi biliyoruz. İnsanlık tarihinin ilk etik savaşı, Göbekli Tepe denilen, madenciler ve taş ocağı çalışanları arasında yaşandı ve yeryüzüne duyulan sorumluluk duygusunun bir karşılığı olarak bu eserler ortaya çıktı. Yeryüzünün ilk sanayicileri de burada yirmiden fazla tapınak inşa ettiler. Böylece bilinen tarih beş bin yıl daha geriye çekilmiş oldu.

Eğer dünyanın en eski tapınağı neresidir diye sorarlarsa artık biliyorsun: Göbekli Tepe, Milattan Önce 10.000.




11 Temmuz 2017 Salı

Nöroloji kongresinde stand up!

"Stand up Ekonomi" yaptığımızı bu kez de Sosyal Nörologlar duymuş olmalı ki, bizi kongrelerine davet etme nezaketini göstermişler. Nörolojinin sosyal durum ve davranışlara nasıl uygulanacağını araştıran bu alt bilim dalını bir de bizden dinlemek eğlenceli olur diye düşünmüşler. Katılamayacağımı üzülerek kendilerine ilettim, seyirciye gösteri yapmadığımı bildirdim. Sorun yok dediler, gösteri seyircisiz olacak, çünkü sosyal nöroloğumuz maalesef bulunmuyor. Ha bak, o zaman davetinize seve seve gelirim diyerek yola düştüm.

Kongrenin yapılacağı Phoenix Antik Kentini bulmam biraz zor oldu. Büyük tiyatrolarda gösteri yapmaktan hoşlandığımı biliyor olmalılar ki kongreyi büyük bir antik kentin tiyatrosunda yapmaya karar vermişler. Nörolog ne de olsa, zeki adam; senin benim gibi değil, üç kuruşluk nöronun hesabını yapmıyor.

Neyse, tiyatronun yerini ararken öküzlerini otlatan bir köylüye rastladım. "Phoenix Antik Kentinin tiyatrosu nerede?" diye sordum. Köylü şaşkın bakışlarla, "Burada tiyatro miyatro yok," dedi. "Kaç kilometre yoldan geliyorum, kongre yapılıyor, tiyatro olmaz mı?" diye söylendim köylüye. "Bir nörolog ne kadar yanılabilir?" Köylü umursamaz görünerek söylene söylene yürüdü gitti: "Bütün antin kuntinler de hep mi Taşlıca'yı bulur ya?.."

Köylünün son dediğinde haklı olmadığını düşünsem de ilk dediği galiba doğruydu. Antik kentin tiyatrosu yoktu. Şaşılacak şey, sen buralara şehir yap, içine bir tane tiyatro koyma. Ne biçim şehircilik anlayışıdır, hadi sen yapamıyorsun, ver bir taşerona, o da bir altına verir, elden ele... Sen Karyalısın kardeşim, biraz büyük düşün ya...

Öfkemi kısa sürede atarak gösteriyi gerçekleştirebileceğim, manzaraya hakim güzel bir kale duvarı yıkıntısı buldum. Serçe Limanına doğru güneş batmak üzereyken gösterinin başlaması gerektiği bildirilmişti. Öyleyse gösteri zamanı!

Kıymetli Sosyal Nörologlar, bu güzel organizasyon için teşekkürlerimi kabul edin lütfen. Karyalılara da sitem etmeden geçemeyeceğim. Şimdi bu güzel şehre tiyatro inşa etmeyen insanın nöronlarından şüphe ederim ben... Karya tarihine de notumuzu düştük böylece.

Nörolojinin beyni incelemesi hepimizi tatmin ediyor olacak ki beyin hakkında neredeyse hiç konuşmuyoruz. Üzerinde konuşacak bir şey varmış gibi de durmuyor birçoklarına. Beyin işte,vücudun bir ilçesi, rakım 170 santimetre... Boy biraz kısa galiba!..

Çok komik!.. Duydunuz di mi, Karyalılar da oradan laf sokuyor akıllarınca: "Kayı boyu kompleksi!" Önemli olan boyu değil Karyalı kardeşim, işlevi işlevi... Ya işte, kalırsın öyle...

Bugün size beyin hakkında, birçoklarına sıkıcı gelen, üzerinde konuşmaya gerek duyulmayan bilgileri, bir stand up ekonomistinin gözünden anlatacağım. Aslında,insan beynini belki de en iyi tanımlayan kavram esnek olabilme becerisi.

Belgesellerde görmüşsünüzdür. Yunuslar doğar doğmaz yüzmeye başlarlar. Zebralar dakikalar içinde ayakta kalmayı öğrenirler. Bunun sebebi onların bebeklerinin bizim bebeklerimizden daha becerikli olmaları değildir. Sadece beyinleri önceden proglamlanmış bir şablona göre bağlantı kurar. Belli bir ekosistem içinde bu tür bilgiler işe yarar. Ama üşüyünce karaya çıkıp havluya sarılan yunus yoktur. Ya da "Kardeşim ne biçim aslansın, işin gücün bizi yemek," diyen eleştirel düşünceye sahip bir zebra göremezsin. "Kişisel gelişim kursuna gidiyorum, yakında yoga da öğrenecem, artık beni zor yersin..."

Ne olacak bu Afrika'nın hali... Ha ha... Millet aç aç!... Aman kolestrola dikkat aslan bey kardeşim, sabah koşularını aksatmayalım lütfen... Rızkım kadar olanı yiyorum doktor bey, fazlası değil, iki gözüm önüme aksın ki!.. Gördün mü, rızkı kadar olanı yiyor zavallıcık, hadi, vejeteryanlar bunu da açıklasın...

Önceden programlanmış beyinle doğma, belli bir bölgede işe yarar ama o bölgenin dışına çıkardığınızda pek işe yaramıyor. İşte, insan böyle bir beyinle doğmuyor. Çevresine yavaş yavaş uyum gösterecek biçimde bir beyin yapısına sahip. Yani esnek. Eşek ile fingirdeşen aslan göremezsin ama erkek için aynı garantiyi veremem... Bir kadını yirmi erkek ister biri alır, bir erkeği yirmi kadın ister yirmisi de alır. Esnek yani.

Çok acayiptir insan beyni, çok... Rakım 170, Nüfus... Iıı, şizofrenin derecesine göre değişiyor... Ha ha... Esnek...

Düşünün, 1,5 kilogram ağırlığında ve yüz milyar nöron içeriyor. Her nöron, yani beyin hücresi, saniyede 100 defa diğer hücrelere elektrik sinyali gönderebiliyor. Yani şöyle: Çakar çakmaz çakan çakmak... He de!.. Çakar çakmaz çakan çakmak... Hö de!.. İşte, bunu saniyede yüz kere yapabilecek kapasite var bir nöronda... Amca, beynimizin %97'sini kullanmıyoruz ama... Acaip bir şey evlat, Allah kimsenin başına vermesin!.. Ha ha...

Çocukluktan ergenliğe geçişle birlikte beyinde yeni nöron ve sinapslar oluşmaya başlar. Nöronların bilgi iletimini sağlayan noktalarına sinaps deniyor. Mesela kız arkadaşından ayrıldın. Onu hala seviyorsun, sinaps bir. Ondan nefret ediyorsun, sinaps iki. Her an sana geri dönebilir diye bekliyorsun, sinaps üç. Yani nöronda üç sinaps var diyelim. Dolaşıyorsun ortada, geldi gelecek, döndü dönecek, sinapslara elektrik veriyorsun... Derken, o da ne, eski kız arkadaşın yeni sevgilisiyle el ele... N'oldu, dördüncü sinaps!.. Başka sinapsa gerek yok deyip durumu kabul edebilir, ya da "Ya benimsin, ya toprağın," deyip yeni bir sinaps daha ekleyebilirsin nöronuna... Ha ha... Ne de olsa %80'i su olan bir beyne sahipsin. Demek ki suyla çılışıyor melet! Ha ha...

Yani demem o ki, bu olan bitenler prefrontal korteks denilen yerde cereyan eder. Duygular, düşünme yeteneği, problem çözme ve yaratıcılık buradan yönetilir... Sevgilim, bu gece çok uzun olacak... Ay, başım çok ağırıyor, ben uyudum... İşte, baş ağrısını veren yer orasıdır, prefrontal korteks. Bilsen, sevgiline küsmezsin... Ha ha... En önemli cinsel organının prefrontal korteks olduğunu unutma, geri kalan yan sanayi. Das beyin über alles!..

Prefrontal korteks önemlidir. Ama onun kadar önemli bir başka bölge daha vardır beyinde: Hipokampus. Yani hafıza ve yön bulmada bize yardımcı olan beynin küçük bir kısmı. Yön bulma... Sesime gel... Madem sese gelinebiliyor, ses ver yanına geleyim desene. Zor, hipokampus zayıf... Ama bazı insanlarda bu hipokampus normalden büyük de olabiliyor.

Yol soranları cevap veren istekli bir insan tipi vardır. Sözlerine 'bak şimdi' diyerek başlayan google maps'ten hallice dost canlısı bir adamdır: "Bak şimdi, başkasına sormana gerek yok, beni eyi dinle. Bak şimdi, sen çok yanlış gelmişsin kardeş. Bak şimdi, Üçüncü göbekten aşağıya sallan, yirmi metre sonra ver sırtını camiye, girilmez tabelasını göreceksin, oradan içeri gir, kime sorsan gösterir..." Ha ha, gelişmiş hipokampus... Bu noktada akla gelen şu soruyu Sosyal Nörologlarımıza hemen soralım: Acaba normalden büyük hipokampuse sahip biriyle evlenirsem ileride sorun yaşar mıyım?

"Bak şimdi hemşerim, sıralı sistem tüp taktıracaz, bir de beyin tabi... Bu ekolayzır göstergelerinin beyni de hemen bozuluyor be kardeşim..." Precessor'u beyin olarak algılayan hipokampus ne kadar geniş olabilir ki?.. Rezalet puanı: 10/10... Yol tarif edeni tanırım; yol tarif etme dışında özünde melek gibi bir insandır... Ha ha...

Büyük resmi görmek gerek... Holistik parodi... Çok feci...

Beynimizin en tipik özelliği yanılabilir olmasıdır. O kadar nöronu bilgiyle doldurursun ama beyin gider bambaşka bir şey hatırlar. Tuhaftır, ama böyledir. California Üniversitesinden bir meslektaşınız var, Elizabeth Loftus, burada değil sanırım... Hanımefendi öyle bir araştırma deneyi yapmış ki, ağzın açık kalır. İnsanların hatıra yarattığını bulmuş. Yani uydurduğunu... Yok canım!

İnsanlar elbette hatıra uydurabilirler... Hayatım, dün gece bir bardak bir şeyler içtim, dokundu herhalde bana, kendimi kötü hissettim. Allahtan Ebru ile Ayşe bana yardım ettiler, beni evlerine götürdüler dinlenmem için. Sabah olunca oradan işe gittim... Öğleyin aradım, işe gitmemişsin... Sekreterle aram iyi değil biliyorsun, gıcıklığına yapmıştır... Ha ha...

Ama Elizabeth Loftus'un bulduğu şey bu değil. İnsanların durup dururken hatıra yarattıklarını bulmuş. Durup dururken... Şaşırmadın di mi?.. Zoruna da gitmedi!.. Askere gidersin, gelirsin, bir senede yaşananları yetmiş sene anlatırsın. Yahu, bir saatlik sıradan bir içtima nasıl sekiz saat anlatılır?

Bir gün yine savaşıyoruz, etrafımızı sardılar, esir düştük. Sıraya dizdiler. Ya kurşuna dizecez, ya da sizi... öpücez dediler. Ha ha... Eee, n'oldu? Hepimizi öldürdü şerefsizler.

Beyin, enteresan bir organ, gurura önem veriyor. Verileri nasıl işlediği hala bir gizem ama. Senkronizasyon sorunu var... Yüz metre koşucuları üzerinde bir araştırma yapmışlar. Start verilir, yarışçılar koşmaya başlar. Bilirsin o sahneyi. Ses gelir, koşucular fırlar. Sen öyle san. Start veriliyor, ama bizimkiler saniyenin onda ikisi kadar bir süre sonra koşmaya başlıyorlar. Bu süre böyle bir koşu için önemli bir fark. Ama beyin geç tepki veriyor işte... Oğlum nerdesin?.. Abi, çağırdın hemen geldim... Aferin, hep böyle...

Bu senkronizasyon meselesi tuhaf iştir. Beyin veriyi alır, önce motor kortekse, oradan omurilik aracılığıyla kaslara sinyal gönderir. Bu da zaman alır. Saniyenin onda ikisi. Bir şey ifade etti mi?.. Etmedi mi?.. Saniyenin onda ikisi!

Bak şimdi, kırmızı ışıkta durdun, yeşil ışığın yanmasını bekliyorsun. Öyle öküz gibi lambaya bakıyorsun. Işığın yeşil yandığını gördün ve hemen ayağını gaz pedalına doğru harekete geçirdin. O da ne! Arkadan bir korna sesi, Dddüüüüttttt!.. İşte, yeşil ışık yanması ile senin harekete geçmen arasındaki sürede arkadan kornaya basan adam var ya... Saniyenin onda ikisi... O sürücü Hüseyin Bolt'un başaramadığını başaran adamdır. Tam senkronize... Yeşil yanar yanmaz kornaya basan arkadaki o sürücü gibi olmak istiyorsan, İstanbul trafiğinde beş yıl taksicilik yapman gerekir. Kornaya yeşil ışık sensörü ya da fotosel taktırsan bile o sürücünün veri işleme hızına ulaşamazsın. Ha ha...

Beyin... Müthiş organ. Senkronizasyonu bulmak için tüm çabasını kullanır... Bey, deprem oluyor!.. Bey, sana diyorum, deprem oluyor!.. Evin reisi boş gözlerle tavana bakmaktadır: Hanım, sana elli defa söyledim, keşke avizeyi söküp şu spotları takmasaydık. Depremin olduğunu göremiyoruz...

Mesela geçenlerde şöyle bir senkronizasyon türü daha keşfettim akşam yedi haberlerinde. Övünmek gibi olmasın, boş zamanlarımda akşam yedi haberlerini seyrederek nörolojik araştırmalar yaparım... Nörolojiye meraklıysanız siz de yapabilirsiniz. Ne diyorduk, akşam yedi haberleri... Spiker kız amcaya soruyor: Amca, Resmi Gazetede yayınlandı, artık fizik tedaviden para alınacak, ne diyorsun?.. Amca şöyle yanıt veriyor: Gazetelere inanmayın kızım, onlar hep yalan dolan...

Nöronu nörüyon diye anlayan modeldir bu... Senkronizasyon büyük sorun olsa da, beyin, gününün büyük kısmını otomatik pilotta geçirir. Karmaşık konularda sorunu çözmede kullandığı yöntem, bu sorunla ilgili nöronları bütünleştirerek enerji kullanımını asgariye indirmektir. Bir nevi otomatik pilot gibi... Ben yoruldum, uçağı sen kullan!.. Ne diyor bu gavat ya?.. Ciddiye almayın efendim, kendine gelince bir şey hatırlamıyor... Başlarım onun otomatik pilotluğuna; yok mu bunun yarı otomatiği, ondan takalım...

Çalışma şekli çok enteresandır beynin. Herkesin düşündüğü gibi bilgisayara pek benzemez. Omuzüstü bilgisayar değildir yani. Montaj hattı gibi çalışmaz. Veriler A'dan B'ye oradan da C'ye taşınmaz. Eğer böyle çalışsa şu şekilde bir çıktı üretirdi: Hayatım arayan kim?.. Senden gizli buluştuğum sevgilim, canım!.. Allah belanı versin, Fikri!.. Bence de canım!.. Ha ha... Beyin omuzüstü bilgisayar değildir. Veriler C'den A'ya, oradan B'ye, oradan aynı anda hem A'ya hem C'ye, D'ye, E'ye, hatta yumuşak G'ye... Hayatım arayan kim?.. Yanlış numara herhalde canım!.. Baksaydın, belki önemlidir!.. Sanmam, bu saatlerde oluyor böyle hep...

Beyin, gerçekten mükemmel derecede iyi dizayn edilmiş. Hayat kurtarıcı. Her zaman... Beynin sol ve sağ yarımlarının senkronizasyon içinde çalışmasına yardımcı olan sinirlere karpus kallosum deniyor. Mesela üşüdüğünüzde bir eliniz ceketi tutarken diğeri fermuarı çeker. Mükemmel bir karpus kallosum uyumu. Peki ya bu bağlantı koparsa?.. Nörologların yabancı el sendromu dedikleri durum oluşur. Yani bir eliniz fermuara uzanırken diğer eliniz ona tokat atar. Yani beynin her iki yarımı da kendi kafasına göre çalışmaya başlar.

Yabancı el sendromunu aşmak kolay değil ama her şeyin bir çözümü var... Şener Şen'in oynadığı Ne Olacak Şimdi? adındaki filmi hatırlayanlar olacaktır. Kadın kocasını sekreteriyle basar. Sekreter iç çamaşırlarıyla sandalyede otururken adam da yine iç çamaşırlarıyla onun başında durmaktadır. Sonra adam patron edalarıyla konuşmaya başlar ve sekreteri de daktiloyla yazmaya: Yaz kızım, yüz torba çimento, yirmi kamyon çakıl, on beş tane kapı... Ha ha... Aklında olsun, karpus kallosum error verirse, ne yapacağını biliyorsun artık: Yaz kızım, yüz torba çimento...

Karar verme sürecini etkileyen nöronlar kadar bir diğer bileşen daha vardır: Hormonlar. Mesela onlardan biri oksitosindir. Üreme için kritik bir hormondur. Yapılan bir deneyde erkeklere oksitosin verilmiş ve kendi eşlerinin de olduğu bir grup kadın içinden hangisini en çekici buldukları sorulmuş. Erkeklerin tamamı kendi eşlerini çekici bulduklarını söylemiş. Aynı deney oksitosin vermeden yapıldığında ise sonuç hiç de aynı olmamış. Erkekler genellikle başka kadınları çekici bulduklarını söylemişler. Demek ki neymiş, çirkin kadın yokmuş, az oksitosin varmış... Ha ha...

Hayvan herif, beni nasıl aldatırsın?.. Şekerim, çok sarhoştum, hem sana çok benziyordu. Bir an için aramızdaki mesafeyi kaldırayım dedim. Neyse, onu boşver de, sen ne yaptın Paris'te, istediğin şeyleri alabildin mi?.. Aldatan erkek yoktur, az oksitosin vardır...

Beyin önemli. Güzellik kadar... Beyin yansıtma denilen elektriksel etkinliklerle çalışıyor. Mesela karşınızdaki insanın güldüğünü anlamak için gülmenizi sağlayan yüzünüzdeki kasların gerekli elektrik iletimini sağlaması gerekiyor. Aksi takdirde karşınızdaki kişinin güldüğünü anlamıyorsunuz. Hakikaten çok tuhaf.

Yüzlerine botoks yaptıranları görmüşsünüzdür. Yüz kaslarına, Botulinum denilen öldürücü zehri enjekte ettiğinizde ortaya çıkan sonuç budur. Yüz kasları felç olduğu için kırışıklıklar gider, ama aynı zamanda kişi karşısındakinin güldüğünü bile anlayamaz. Öylece bakar. Çünkü anlamayı sağlayan kaslar artık çalışmamaktadır.

Botulinum etkili bir maddedir. Eşiyle birlikte Pamela Anderson ile Gece Aerobiği programını seyreden adama bundan biraz enjekte etsen muhtemelen şöyle diyecektir: Karıcığım, yarım saattir bu saçma şeyi seyrettiriyorsun bana, sıkıntıdan uykum geldi valla!.. Etkili maddedir Botulinum. Elli yaş civarı erkeklere ver, evlilik programlarının reytingi sıfıra iner, seyredeni kalmaz.

Beyin hakkında söylenebilecekler her gün artıyor. Nöroloji her gün insan hakkında yeni şeyler keşfediyor. Gelecekte kendimiz hakkında kim bilir neler öğreneceğiz. Ama şunu da unutmamak lazım. Serdar Ortaç'ı yoran hayat taktir edersiniz ki, sizin... Neyse, kalın sağlıcakla.

18 Haziran 2017 Pazar

Ceymi, yemek yapıyorsa piyasa yorumu da yapabilir mi?

"Stand up Ekonomi" yaptığımızı duyan Knidoslular, "Gösterileriniz için tiyatromuz her zaman emrinizde," diyerek davet etme nezaketi göstermişler.
Büyük tiyatroları seviyorum aslında. Gösterilerimiz seyircisiz olsa da büyük tiyatro her zaman daha iyidir. O nedenle teklifi hemen kabul ettim.
Gösteri için tiyatroya doğru yürürken antik kentte kazı yapan bir ekibe rastladım. Ekip şefi, hala kentin toprak altında su yüzüne çıkmayı bekleyen çok fazla kısmının olduğunu söyledi. "Praksiteles'in Çıplak Afrodit heykeli de buradaymış," dedim. "Kaidesi hala şu karşıdaki tepede," diye yanıt verdi ekip şefi. "Gerçekten çok heyecan verici," dedim. "Size bundan daha heyecan verici bir şey söyleyeyim o halde," dedi ekip şefi ve devam etti: "Sezarın Brutus tarafından öldürüldüğü gün Sezar'ın Knidoslu bir dostunun yazdığı mektup eline ulaşmış. Sezar'ın o mektubu okuyamadığı söylenir tarihte; okuyabilseymiş cinayetten kurtulabilirmiş. Mektupta kendisine suikast düzenleneceği yazıyordur çünkü. İşte, o mektubu yazan kişinin mezarına ulaştık. Henüz resmi açıklama yapmadık."
Herhalde tarihe gerçekten önem verseydik, yarın sanat tarihçileri ve gazeteciler Knidos'u sarmıştı. Çok şükür, böyle olmayacak. iRRasyonel'in muzip laflarındandır deyip geçilecek.
Neyse, tiyatroya vardık, artık gösterimize başlayabiliriz. Ne de olsa gelmeyen binlerce seyirciye saygısızlık etmemek gerekiyor.
Ekonomi tuhaf bir bilim dalı asında. Yemek programlarına benziyor biraz.
Gastronomi... Yiyeceklerle mutluluk yaratma sanatı.
Ekonomi de artık gastronomi gibi... Sözcüklerle parasal mutluluk yaratma sanatı.
Yemek yemenin artık bir bilimi var. Yıllarca bilimden habersiz indirmişiz kebapları, tatlıları...
Ters bir şey olmaz inşallah...
Gastronomi bilimine göre insanın yemek yemesinin üç yolu varmış. İlk yöntem geleneksel olan, atadan kalma tariflerle yemek yeme. Amaç kendini memnun etme. Tıksırıncaya kadar kebapları götürürsün, sonra da kedi gibi yayılırsın. Önemli olan mideni yemekle doldurmaktır.
Yeni aldığı Doblo'yu piknikte mangal yakarak kutlayan amcadır bu tip. E-5 yanı, Florya sahili...
Eskiden ekonomi de bu tür bir ekonomist türünün hakimiyeti altındaydı. Demode ekonomi teorileri, karmaşık matematikli formüller... Birini anlayayım desen bir hafta hasta yatardın.
Doblo'sunu mangalla kutlayan amca gibi bir tek o teoriyi bilen ekonomist mutludur. Amca çevreye ne zarar verdik diye düşünmez.
Ekonomist de ekonominin mangalını yeller durur: Bütçe açığı, dış ticaret haddi, istihdamın doyma noktası, falan filan.
İşte, belki de tarihe yön veren mangalın dumanından rahatsız olan o yandaki adam olmuştur. Eğer Doblolu amcanın kendinden emin hali galip gelmiş olsaydı, her şey değişmeden kalabilirdi. Ama kendilerini güvende hissetmeyen mangal dumanından rahatsız olan yandaki gergin ve yalnız insan halinden hiç hoşnut değildi.
Böylece yemek yemenin ikinci bir yolu icat edildi. Yemeği duyuları okşamanın bir yolu olarak görmek. Mum ışığında baştan çıkarılmak.
Karmaşık formüllerin sıkıcılığından bunalan ekonomistler de o dönemlerde finansı keşfetmişlerdi. Ekonomik teorilerdense borsalar ve hisse senetleri daha çok keyif veriyordu. Spekülatif piyasaların mum ışığında baştan çıkmak ve çıkarılmak harikaydı. Borsaların yarattığı atmosfer herkesin gözünü kör etmişti.
Adete ekonomiye bir Emine Beder dokunuşu gelmişti. O tombul parmaklarıyla, harcı yoğuruyor, yemeği pişiriyor, sofrayı hazırlıyor... Bıraksan zeytinyağını bile ağaçtan zeytinleri toplayıp kendisi yapacak... Ya bismillah deyip...
Yemeğin tadından çok yemeğin yapılışının zevkli olduğunı keşfediyorduk.
Aynı tarihlerde bizim ekonomistler de, borsalar ve hisse senetleri aracılığıyla şirketlerin sıkıcı yapısını zevkli bir hale getirmekle meşguldüler. İnsanları bu haz verici yatırıma yöneltecek bir ekonomist türü belirmişti. Gazetelerde, dergilerde, analizlerle hisse senedi pazarlayan ekonomistler.
İnsanların yemeği yenen bir şey olarak görmemeleri gibi yatırımcılar da ekonomiyi anlaşılması gereken bir şey olarak görmemeye başlarlar; önemli olan para kazanmaktır artık.
"Tandırı Konya'da yiyecen, abi," ya da "Ciğer Edirne'de yenir, hemşerim," gibi bilgileri öğrenen insan tipi ö dönemlerde ekonomide de hakimdir. "Amcaoğlu, tüyo aldım, herkes bu hisse senedine giriyor," ya da "Malı götürdük, enişte, arabayı satalım, yatıralım şu hisseye," gibi.
O Doblolu mangalcı amca yoktur artık. Dumandan rahatsız olan yandaki genç arkadaş, "Ben yemek yapıp yiyorum, istersen sen de yapıp yiyebilirsin," demektedir. Sakin bir hayattan umudu kesmiş insan tipidir bu. Şımartılmaya ve sürprizlere özlem duyan, muzip, kinik ve ironik olmakla farklı bir mutluluk türü arayan bir tiptir.
"Abi, tahtaya baktım, herkes veriyor benim kağıdı, onlar verdi ben aldım, onlar verdi ben aldım; meğer şirket çoktan batmış, haberim yoktu, yoksa büyük para kaldıracaktım..."
Fakat bir süre sonra mangal dumanından rahatsız olan bu yalnız adam yüzeysel mutluluk ile mutsuzluk arasında gidip geldiğini fark eder. Nüktedanlık ve aldırışsızlık gına getirmiştir. Artık yeni bir özlemi vardır: Hayata, kişisel ve özgün bir katkıda bulunmak.
Tüyo vermek adına analiz yapmaktan bıkan ekonomist türü de yaratıcılık denen mutluluk arayışına yönelmiştir. İşte, her şey o anda başlar: Ceymiyle kırk dakika!
Buluş ve ilerleme mangalcı amcaya da mangaldan rahatsız olan yalnız gence de dur demiştir. O ana kadar hiç yan yana gelmemiş düşünceler arasında bağlar kurulmaya başlanmıştır. Yaratıcı olmaya heveslenen insanlar için artık yeni bir dünya başlamıştır.
"Kavunumuzu kızartıp salatamıza koyuyoruz. Mmm, çok lezzetli bir kavun salatası yapmış olduk böylece."
"Ülen, belasını sevdiğim Ceymi, hiç ağız tadına uydu mu?" diye düşünüyorsanız çok üzülürsünüz. Dünyaya daha maceraperest bir ruhla bakma zamanınız çoktan gelmiştir çünkü.
Yaratıcılığın rüzgarlarında kavrulan bizim ekonomist ise artık piyasa yorumcusu olmuştur. Bu piyasa her ne ise, tıpkı Ceymi'nin yaptığı gibi, hiç yan yana gelmemiş düşünceler arasında bağlar kurmakta uzmandır.
"Tabi, Fed'in faiz arttırma kararı, piyasalarda çalkantı yaratmış olup bankaları, esnafı ve Ayşe Teyzeyi etkilemiştir."
Bankalar, esnaf , Ayşe Teyze. Şimdi bunların hepsi yerini bilmedikleri Amerikan Merkez Bankasının kararından mı etkilendiler?
Tabi tabi. Yedi Yumuşak G Kapitalden Araştırma Müdürü Okşan Hanım az önce Penbe Panter ile Piyasa Günlüğü programında böyle söyledi.
Yapılan şey yaratıcılık adı altında bir çeşit pornodor: "Ohh, nefis, harika, biraz da şundan koy!.."
Ceymi, ağzını yediğim, çiğköfteye bal mı konur?
Haha...
Mesela bazı yemek tarifleri basittir.
"Hanımlar bugün Çin usulü portakallı ördek yapacağız. Bunun için gerekli malzemeler: Bir kutu Çin usulü portakallı ördek. Yemeği kutudan çıkarıp baharatları ekliyoruz. İşte bu kadar. Çin usulü portakallı ördek yapmak ne kolaymış di mi hanımlar?"
"Okşan Hanım, Ayşe Teyze Fed'in faiz artışından nasıl korunmalı?"
"Penbe Hanım, Ayşe Teyzenin tasa yapmasına gerek yok. Oldukça kolay şekilde korunabilir. Amerika kısa vadelilerinde kısa pozisyon alıp dolar teleyi şortladı mı endişe duymasına hiç gerek yok. Tabi, tahvil için sidieslerde de uzun pozisyonu mutlaka atlamaması gerekiyor."
"Aaa, o kadarcık mı güzel kızım, aptest alıp hemen geliyorum evladım."
Ceymi ile muhteşem tatlar!.. Ceymi, malının kıymetini bilen bir arkadaştır: "Şimdi tenceremizi alıyoruz, ocağımızın altını açıyoruz, masamızın üstünden meyvelerimizi getiriyoruz."
Ceymi her şeyin sahibidir adeta. İyelik ekleri miz, muz olmadan yaşayamaz.
İpim, kuşağım...
Hayır, çok kötü, iyelik bana göre değil.
"Okşan Hanım, piyasalarımızı bu hafte ne bekliyor?"
"Penbe Hanım, piyasalarımız pozitif görünüyor. Borsamız gayet iyi, hisse senetlerimiz de bu olumlu havadan etkileniyor tabi. Veriler de beklentilerimiz paralelinde geldi çok şükür..."
Sahiplik güzel şeydir. Hayat kadını ile hayatımın kadını arasındaki ince çizgi misali.
Ceymi hassas adamdır. Terazi gibidir eli.
"256 gram unumuza 25 gram şeker ekleyelim. 13 gram zeytinyağını da koyup ölene kadar hafifçe kızartalım."
Tıpkı Okşan Hanım gibi: "92.385 yeni destek noktamız, kırarsa 92.500, kırmazsa 93.800 yeni dirençlerimiz olacak."
Hassas iştir piyasa yorumculuğu. Çookkk... En önemli görev Penbe Panter'e düşer bu programlarda. Bu karmaşayı yönetmek kolay iş değildir.
Ceymi için de partner önemlidir. Ally Mcbeal gibi olmalıdır partner dediğin. Görevini iyi yapmalı. Görevi araya girip basitçe yorumlar yapmaktır ama samimiyet gerektirir: "Ay, ne güzel sardın dolmayı kız!.. Sebze yemek sağlığa çok faydalı... Bu meyve hazmı çok kolaylaştırıyor şekerim..."
Penbe Panter'in de tarzı budur: "Küçük yatırımcıyı da koruduk böylece... Anlamayan kalmamıştır herhalde, Okşan Hanım çok açık anlatıyor... Bizim için Okşan Hanım konuyu çok basitleştirdi..."
Araya girebilme becerisi çok önemlidir bu programlarda: "Etimiz kızarırken siz de bize bu seneki bikini modasını anlatabilir misiniz?"
"Bu sene mayokiniler..."
"Mayokini demişken etimize kekik atmayı da unutmuyoruz di mi hanımlar."
Piyasa yorumcularının da böyle partnerleri vardır. Piyasa yorumları monolog sevmiyor maalesef.
"Okşan Hanım, sadece 30 saniye süremiz kaldı. Acaba bize altın fiyatlarının neden düştüğünü, Çin ile ABD arasındaki kur savaşını ve yarın neler olacağını anlatabilir misiniz?"
"Tabi, volatilitenin artması..."
"Okşan Hanım, volatilite demişken, acaba Ayşe Teyze volatiliteden nasıl korunabilir?"
Yemek programları çıktı çıkalı doğru dürüst yemek yiyemez olduk. Herkes küçük zorba milor!
Piyasa yorumcularını dinleyip yatırım yapan da yoktur herhalde. Küçük zorba milorlar piyasa ekranlarına da hakim durumda. Her şeyi biliyorlar; kendilerini hariç tabi.
Yaratıcı olmak, yeniliği bilinçli şekilde kovalayan şefin derdidir. Gana'nın dağ köyünde 14 ayrı çeşit meyve, 46 çeşit bakliyat ve 47 yeşil sebze türü tüketen köylüler yaratıcılıktan yoksundur şefe göre. Ant Dağları'nda 300 farklı patates çeşidini güçlük çekmeden ayıran ve yemeğini bunların 20-40 kadarıyla dengeli şekilde karıştırarak pişirebilen köylü de...
O nedenle piyasa yorumcusunun son tahlildeki amacı da masum köylünün elindeki üç kuruşu riskli yatırım araçlarına kaydırmaktır. Paramı vadeli hesapta değerlendiriyorum diyen masum köylüye piyasa yorumcusu en kaba organıyla güler. Ama Eİnstein'a sorsan dünyanın en büyük icadı bileşik faizdir der. Yani aslında ortada çözümü zor bir soru yoktur.
Bugün hala açlık duygumuzu, neye açlık duyduğumuzu tam olarak bilemeden yatıştırmaya devam ediyoruz.
Bu, ekonomiye karşı duyduğumuz merak ve onu yatıştırma şeklimiz için de geçerli.
Bugün gastronomi nasıl ki yemek bağımlılıklarımızla değil de keşfedilmemiş yanlarımızla ilgileniyorsa, ekonomi yorumculuğu da aynı yolu izliyor diyebiliriz.
Nasıl ki çatal ve kaşığın insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermeye dönük katkıları, silah ve bombalarla şu güne kadar elde edilenlerden fazla. Benzer argüman piyasa için de geçerlidir. Piyasa mantığı savaşın da barışın da yapabileceğinden daha fazlasını yapar.
Tıpkı şu fıkra da olduğu gibi:
90 yaşında bir ekonomist doktora gider ve "Doktor," der, "18 yaşındaki karım hamile."
Doktor, "Size bir öykü anlatayım," der. "Adamın birisi ava gitmiş ama yanına tüfeğini alacağına dalgınlıkla şemsiyesini almış. Birden bir ayı saldırınca adam can havliyle şemsiyesini doğrultmuş, ateş etmiş ve ayıyı vurmuş."
"Ama imkansız bu, doktor," demiş ekonomist. "Mutlaka başkası vurmuştur."
Doktor yanıt verir: "Ben de onu diyordum."

15 Haziran 2017 Perşembe

Esaretin Bedeli!

Föş Babanın ricası ve Don Corleone'nin talimatıyla ömür boyu evlilik programı izleme cezası verilen iRRasyonel'den uzun süredir haber alınamamaktadır. Tüm gün evlilik programı seyreden iRRasyonel'in düzelebileceği ihtimali belirir. Akıllanmış olabilir ve bundan sonra piyasa yorumcularını eleştirmez diye düşünülür. Bunu öğrenmek için Föş Baba iRRasyonel'i ziyaret eder.

Föş Baba: Otur. Ömür boyu evlilik programı izleme cezasının 20 senesini mi geride bıraktın?
iRRasyonel: Evet.
Föş Baba: Düzeldiğine inanıyor musun?
iRRasyonel: Evet, kesinlikle. Ben dersimi aldım. Dürüstçe söyleyebilirim ki, ben değiştim. Artık piyasa yorumcuları için zararlı biri değilim.

Bu görüşme Föş Babayı tatmin etmemiş olacak ki, iRRasyonel'in evlilik programı izleme cezasının devamına karar verilir.
Aradan 10 yıl geçer ve Föş Baba iRRasyonel'i yeniden çağırır.

Föş Baba: Ömür boyu evlilik programı izleme cezanızın 30 senesini doldurdun. Düzeldiğine inanıyor musun?
iRRasyonel: Evet, kesinlikle. Ben artık dersimi aldım. Dürüstçe söyleyeyim ki, ben artık değiştim. Artık piyasa yorumcuları için zararlı biri değilim.

Bu görüşme de Föş Babayı tatmin etmez ve iRRasyonel'in evlilik programı izleme cezasının devamına karar verilir. Aradan 10 yıl daha geçer ve Föş Baba iRRasyonel'i yeniden çağırır.

Föş Baba:
Ömür boyu evlilik programı izleme cezanızın kırk yılını geçirmişsin. Düzeldiğine inanıyor musun?
iRRasyonel: Düzelmek mi? Bir düşüneyim... Bunun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok artık.
Föş Baba: Yani piyasa yorumcuları arasına katılmaya hazır mısın?
iRRasyonel: Ben bunun ne demek olduğunu biliyorum. Ama bu kelime benim için sadece uydurulmuş politik bir kelime. Bilmek istediğin şey nedir Föş Baba? Ne yapmamı istiyorsun? Yaptığım için pişman olmamı mı?
Föş Baba: Pişman mısın?
iRRasyonel: Pişman olmadığım bir gün bile yok ki...

Tam o anda Föş Babanın aklına "Esaretin Bedeli" adlı filmin bir sahnesi gelir. Orada da memur Morgan Freeman'a aynı soruları sorar ve aldığı yanıtlardan sonra düzeldiğine karar vererek onu salıverir. Benzer yanıtları iRRasyonel de verdiğine göre o da düzelmiştir diye düşünür ve cezasının bitirilmesine karar verir.

Piyasa yorumcuları dünyasında artık herkes mutlu mesut yaşamaktadır. Bir gün Föş Babanın kapısı çalar. Gelen postacıdır. Bir zarf uzatır. Föş Baba zarfı açar, içinden çıkan notu okumaya başlar:

Adamın biri papağan almak için bir dükkana girer. Satıcı en değerli papağanları gösterir ve "Bu," der, "5.000 lira, şuradakiyse 10.000 lira."
"Vay canına," der adam. "5.000 liralık papağan ne yapabiliyor acaba?"
"Doların ne zaman yükseleceğini her zaman doğru biliyor ve söylüyor."
"Ya öteki?"
"Hisse senetlerinin ne zaman alınacağını ve satılacağını tam isabetle buluyor... Yalnız arkada bir papağan daha var, onun fiyatı 50.000 lira."
"Yuh," der müşteri. "O neyi doğru biliyor peki?"
"Valla," der dükkan sahibi, "Ben şimdiye kadar bir şeyi doğru bildiğini hiç görmedim. Ama diğer iki papağan ona Piyasa Yorumcusu diyorlar."
Sevgiler, iRRasyonel.

13 Haziran 2017 Salı

Föş Babanın Don Corleone ile büyük pazarlığı!

En sonunda bu da oldu. Uzun süredir haklarında atıp tuttuğumuz piyasa yorumcuları Föş Baba'ya gidip bizi şikayet etmişler ve yardım istemişler. Bizi bu iRRasyonel belasından kurtar demişler.

Föş Baba: Ne yapabilirim ki?
Piyasa Yorumcuları: Kurtar bizi Föş Baba; yalvarıyoruz sana.
Föş Baba: Valla, benim babalığım bu işlerde sökmez ki.
Piyasa Yorumcuları: Ayşe Teyzeye git.
Föş Baba: Gideyim ama o da bir şey yapamazsa.
Piyasa Yorumcuları: O zaman Baba'ya git.
Föş Baba: Hangi Baba'ya?
Piyasa Yorumcuları: Don Corleone'ye!
Föş Baba: Don Corleone'ye mi?
Piyasa Yorumcuları: Bu iRRasyonel'den bizi kurtarsa kurtarsa o kurtarır.
Föş Baba: Siz istersiniz de ben yapmaz mıyım, kediciklerim?

Föş Baba tası tarağı toplar ve Don Corleone'nin yolunu tutar. Don Corleone ofisinde oturmuş kedisini sevmektedir. Föş Baba içeri girer, bir koltuğa oturur ve anlatmaya başlar.

Föş Baba:
Eknomiye güveniyorum. Servetimi ekonomi sayesinde yaptım. Kediciklerim de (muhtemelen piyasa yorumcularından bahsediyor; mafya dünyasında böyle kinayeli sözler olurmuş deyüler) benim izimden yürümek istiyor. Ekonominin onurunu incitmeden özgürce yorum yapmak istiyorlar. Ama iRRasyonel denilen biri çıktı. Önceleri önemsemedim. Sonra anladım ki bu iRRasyonel kediciklerimin önemsiz şapşallıklarından faydalanmaya kalkıyor. Kediciklerim karşı çıkarak onurlarını korumak istemişler. iRRasyonel eleştirmeye devam etmiş. Kediciklerim yanıma geldiklerinde hepsinin morali çok bozuktu. Çektikleri acı yüzünden ağlayamıyorlardı bile. Ama ben ağladım. Neden mi ağladım? Çünkü ekonomi benim hayatım, kediciklerim de onun en değerli parçası. Bu iRRasyonel olduğu sürece benim kediciklerim asla mutlu olamayacaklar...

Föş Baba daha fazla dayanamaz ve hıçkırarak ağlamaya başlar. Don Corleano'nun adamlarından biri bir bardak viski getirir, Föş Baba teşekkür eder, bir yudum alır ve anlatmaya devam eder.

Föş Baba:
Ben iyi bir ekonomist olarak Güngör Uras Hocamızın asistanı Ayşe Teyzeye gittim. Ayşe Teyze de iRRasyonel'e çok kızdı ama elimden bir şey gelmez dedi. Bir şey gelmez dedi! Yani iRRasyonel'e bir şey yapmadılar. Orada aptal gibi kalakaldım. Oradan geçen iRRasyonel serserisi bana bakıp gülümsedi. O zaman kediciklerim bana dedi ki, "Adalet için Don Corleone'ye gitmelisin."

Don Corleone: Neden Ayşe Teyzeye gittiniz, neden daha önce bana gelmediniz?

Föş Baba: Benden ne istiyorsunuz? Her şeye razıyım ama sizden istediğim şeyi yapın.

Don Corleone: Neymiş o?

Föş Baba yerinden kalkar, Don Corleone'nin yanına gelir, kulağına doğru eğilir ve fısıldar.

Föş Baba: O iRRasyonel serserisinin evlilik programlarında yorumcu olmasını istiyorum Don Corleone.

Don Corleone: Ben bunu yapamam.

Föş Baba: Size istediğiniz her şeyi veririm.

Don Corleone: Seninle yıllardır tanışırız ama sen ilk defa bana bir şey danışmak ya da yardım istemek için geliyorsun. Beni en son ne zaman bir fincan kahve içmek için Para Analize çağırdığını hatırlamıyorum. Karım ilk kediciğinin vaftiz annesi olmasına rağmen. Bence artık dürüst olalım. Sen dostluğumu asla istemedin ve bana borçlanmaktan korktun.

Föş Baba: Başımın derde girmesini istemiyordum.

Don Corleone: Seni anlıyorum. Sen ekonomi yorumculuğunda cenneti buldun. İşin iyiydi, iyi para kazanıyordun. Piyasalardan anlıyordun çünkü ekonominin yasaları vardı ve benim gibi bir dosta ihtiyacın yoktu. Ama şimdi yanıma gelip Corleone adaleti sağla diyorsun. Ama bunu saygıyla yapmıyorsun. Dostluğumu önermiyorsun. Bana baba demek bile aklına gelmiyor. Onun yerine kızımın evlendiği gün evime geliyor ve para karşılığı iRRasyonel'i evlilik programlarına yorumcu olarak çıkarmamı istiyorsun.

Föş Baba: Senden adalet istiyorum.

Don Corleone: Bu adalet değil ki. Senin kediciklerin hala piyasa yorumu yapabiliyor.

Föş Baba: O halde Flash TV izleyerek acı çeksin... Bunun için ne ödeyeceğim?

Don Corleone: Föş Baba! Föş Baba! Bu kadar saygısızca davranman için sana ne yapmış olabilirim. Eğer bana dostça gelseydin, kediciklerini üzen o serseri iRRasyonel hemen evlilik programında yorumcu olarak acı çekmeye başlamıştı. Ve senin gibi dürüst bir adam tesadüfen düşman kazansa bile onlar da benim düşmanım olurdu. O zaman senden korkarlardı.

Föş Baba: Dostum olur musun, Baba?

Föş Baba usulca eğilir ve Don Corleone'nin elini öper.

Don Corleone: Güzel... Bir gün, tabi o gün hiç gelmeyebilir, senden benim için bir şey yapmanı isteyeceğim ama o güne kadar bu adalet meselesini kızımın düğününde bir armağan olarak kabul et.

Föş Baba: Gracias, Gracias Baba.

Don Corleone: Bravo!

Föş Baba odadan çıkar. Don Corleone adamlarından birine yaklaşır ve konuşmaya başlar.

Don Corleone: Bu işi şeye ver, Clamente'ye. Güvenilir adam istiyorum yani heyecana kapılmayacak adamlar. Bizler cani değiliz. Şu cenazeci öyle dese bile.

Baba fiminden aldığımız bu sahneye küçük değişiklikler yapsak da hatırlayanlar olacaktır. Siz filmi anımsarken biz evlilik programı izlemeye başlayabiliriz. Ne de olsa ekonomi yorumculuğunun çivisi çoktan çıktı.


12 Haziran 2017 Pazartesi

Red Kit Ekonomisi!

"Ekonomist ve finansçılar olarak bu yıl yine çok çalıştık. Tahminler, beklentiler, analizler, yorumlar... Sorma anam, çoook yorucuydu gerçekten. Valla, iyi bir tatili hak ettik. En azından kendi namıma böyle."

"Şu an yorgun ekonomistler tatil yeri arıyolardır mutlaka. Güzel bir plajı olacak mesala, kaliteli restoranlar, akşamları kafayı dağıtacak birkaç yer de şart."

"Analiz yapmaktan kafam şişti ayol... Beklenti anketi işaretlemekten ayaklarıma kara sular indi kız... O da bişey mi anam, ben değişen pozisyonlar için piyasa yorumu yapacam diye dizkapaklarım kızardı..."

"Ah be aplam, hangi pozisyonlarda yapıyosun bu yorumları, çok acı çok."

"Ekonomi zor iş. Tatile gitmek gerekiyor. Ben de gideceğim tabi ki. Nereye gideyim diye çok düşündüm. Arykanda'ya gitmeye karar verdim. Duymuşsundur, Arykanda."

"Ekonomistsin, bu kadar başarın var, analiz yapmışın, beklenti duymuşun, yorumları ipe dizmişin... E, haliyle gidişin de kahramanlara yakışır şekilde olacak. Eşyaları bagaja, çocukları arka koltuğa atmayacaksın ölümlü insanoğlu gibi. Bi zerafetin olacak. Üç beş bin liralık salaş, bohem kıyafetlerinle gireceksin havalimanının kapısından içeri. Kimse alınmasın, kıskanmasın, o zor beklentileri sen yaptın. Vücudunun sindirim sisteminden aldığın metan ve nitrojenle ipe dizdiğin yorumlar... O tatil sana annenin sütü gibi helal."

"Ben Arykanda'ya gidiyorum arkadaş. Ama önemli olan ne biliyo musun, nereye gittiğin değil, nasıl gittiğin."

"Atını batan güneşe doğru sürüp giden yalnız kovboyu hatırladın mı, işte gidişin tam öyle olacak.Ne hoştur di mi gidişi, yalnızlığından kurtulma derdine hiç düşmez. Hayran olur, bakarsın arkasından. Atın kıçından anlarsın gidenin o olduğunu. Atın kıçına bakarken o romantik şarkı gelir aklına. I'm a poor lonesome cowboy. Ne güzel di mi? O an düşünürsün, ülen acaba ben de gariban bir ekonomist miyim diye."

"Kafan karışır, cepte bir miktar para vardır, bankadaki hesapta da vardır biraz. Aklından yaptığın yorumlar geçer. Trilyon dolarlık piyasaların ne yöne gideceğini zavallı ekonomiden anlamayanlara söyleyen kişisin sen. 2 trilyon dolarlık Fed'in ne yapacağını senden daha iyi bilen var mıdır şu dünyada? Demek ki gerçeği biliyorsun. O zaman niye iç hatlarda sıra bekliyosun ki, kendi uçağını alman gerekmez miydi? Ama çalıştığın şirketten aldığın maaş dışında hiç gelirin yok. Her gün herkese yatırım tavsiyeleri verirken, o verdiğin tavsiyelerle yatırım yapmayı aptalca bulduğun için tek kuruş yatırım yapmadın..."

"Yoksa hakikaten ben gariban bir ekonomist miyim? Yoksa millet benim kıçıma mı bakıyo? Ülen Luke, Ülen Luke, Allah belanı versin senin! Ne bakıyon len!"

"Raat adamdır Luke. Ekip adamı değildir. Bağımsızlığın getirdiği sıkıntılara metanetle katlanmayı bilir. Denk gelirse takılır, yoksa hiç kasmaz."

"Hiç bana benzemiyo şerefsiz. Ekibe liderlik yapacaz diye çoluk çocuğun ettiği lafların altında kaldık, onca laf işittik ama başardık. Ekip Barcelona orta sahası gibi tıkır tıkır işlemese de efsane Pendikspor gibi maşallah. Luke'un ipinde değil ekip çalışması. İşte, öyle gidersin atınla sürüye sürüye, pis gariban. Bak bana, uçağın rahat koltuklarıyla, ayaklarımın arasında kendi organlarım hariç hiçbir şey hissetmeden gideceğim."

"Ben Arykanda'ya gidiyorum dedim ya. Spor salonunu bulmak için bir saat tırmanman gerekir ama tuvalet sorun değildir. Kolay bulursun."

"Luke'un gidişinde asil bir taraf vardır. Tuvaleti gelmeyecek gibi düşünürsün. Ama gelir. Zor değildir onun için tuvaletin yerini bulmak. Çünkü bu konuda hiçbir şehirlinin, hatta hiçbir ekonomistin yapamayacağı bir şey yapar. Kafasını bir yöne çevirir ve oraya bir tuvalet çizer. Mutluluğun resmini çizmek bu olsa gerek, Abidin Kit. Tuvalet kağıdı mevzuunu hiç açmayalım bence."

"Bak şimdi, ekonomiste sor mesela, üretimin faktörleri nedir diye. Şöyle yanıt verir. Toprak, emek, girişim, sermaye ve tuvalet kağıdı. Ha ha... Luke, rahat adamdır vesselam, ama ekonomiden de iyi anlar. Üretim faktörlerini sorsan Adam Smith'ten daha açık anlatır. Toprak şart der, ama her yerde var zaten. Girişimi yanlış anlamamak lazım, başkalarının ihtiyaçları için değil, kendi ihtiyaçların için yapacaksın. Üçüncü faktör emektir, gün gelir güneşin altında ıkınmak gerekir. Dördüncü faktör sermayendir, dikenlerden koruyacaksın mazallah. Beşinci faktöre gerek yok. Zaten katı olan her şey buharlaşır bu çöl sıcağında."

"Ülen Luke, otele ulaştım, hala kafamdan silemedim seni. Tuvalette bile bi rahat vermedin."

"Her gün yeni yorum, yeni analiz yapacam diye kafa patlatırsın. Üç gram aklını da alırlar. Fakat mesela zor iştir beklenti yapmak. Sorarlar, kaç gelir enflasyon diye."

"Sabah bakkaldan sigarayla, mentollü şekerin fiyatı biraz artmıştı ama... Keşke bi tane de ekmek alsaydım be. Daha isabetli olurdu tahminim. Geçenlerde bi de enerji içeceği almıştım, fiyatı düşük gelmişti bana. Aman yaa, sonunda ölüm yok ya, her ay aynı tırıvırı."

"Düşer dersin böylece. Ama beynine gene o garip düşünce saplanır. Yoksa ben gariban bir ekonomist miyim? Luke, anam avradım olsun, yakalarsam seni..."

"Dedim ya, Luke tatlı adamdır, kafaya takmaz hayatın bazı bilinmezliklerini. Cool'dur. Koskoca senatör, Aman Red, canım Red, şu Daltonları yakala, diye yalvarır. Luke sakince hallederiz der. Çünkü onun ömrü Daltonları yakalamaya, hapse tıkmaya ve sonra, yalnızım dostlarım, yalnızım yalnız, şarkısını söylenmeye adanmış bir ömürdür. Bunun kadar ilginç olan başka bir şey daha vardır. Kasabanın şerifinin ömrü de o yakalanmış daltonları hücrede tutamamakla geçmiştir. Daltonlar allem eder, kallem eder, kaçmanın bi yolunu bulurlar. Luke da hep yakalar. Bi kere bile gıkını çıkarmaz. Şerif, sevdirtme belanı, yakala yakala ömrümü yedin, şu herifleri bi tutamıyosun be içeride, demez. Git kendine başka enayi bul da demez. İşini efendice yapmaya çalışır."

"Dedim ya, Arykanda'dayım bu yaz. Hamamın oralardan manzaraya bakıyorumdur. Akşama gösterim olacak tiyatroda. Tek kişilik Stand up Ekonomi. Gel tabi, beklerim. Ama bir saat sürer tırmanman, şimdiden uyarayım."

"Otelde iyiymiş valla. Bir yılın yorgunluğunu aldı buranın plajı. Şu Luke belasını da aklımdan çıkaramıyorum. Zibidi herif. Ancak kendi gölgesini kurşunlayıp rulo yapsın. Bi yerine sürer. Hahaha... Ben şimdi hazırlanayım da akşam bi kulübe gidip adam akıllı eğleneyim."

"Sen dolar ne olcak diye yorum yaparsın. Tesadüfen tutunca ertesi gün tripten tribe girersin. Aman efendim, piyasaların büyük yorumcusu... Dolara fısıldayan analist... Ahali verdikçe verir gazı."

"Ama Luke öyle değildir. Kasabanın bankasını soyan adamların elinden alır parayı, şerife teslim eder. Greenspan olsa alnından öperdi; parasal gevşemenin anlını karışlayan adam diye. Kabarık etekli kasaba kadınları alkışlayıp öpücükler yağdırırlar Luke'a. Ama Luke batan güneşe doğru sürer atını. Şu etekler neden bu kadar kabarık ve havalı, bi tanesini akşam kaldırıp bakayım diye düşünmez. Ağzındaki otundan saman altından su yürüten biridir diye düşünürsün, ama Luke yalnızlığını şikayetsizce kabul eder. Asil adamdır."

"Ülen, bu Luke'den barda da rahat yok. Şurda rahat rahat etrafı kestirmedi şerefsiz. Arkadaşım Red Kit, kız arkadaşı Or Kit. Huhahaha... Nasıl da geçirdim lafı ama."

"Çok soğuk."

"Dur bi laf daha sokayım Luke'a giderayak. Ohh Red, harikasın Red, Red... Vay şerefsiz gene parayı komodinin üstüne bırakmadan gitti. Huhaha..."

"Hayır. Luke bunları haketmiyor."

"Ülen Luke, tatilimi zehir ettin. Dönüyorum lan şehre, yakalarsam mahvedecem seni. Analiz manyağı edecem."

"Arykanda'nın tiyatrosunda akşama gösterim var. Stand up Ekonomi. Bilmeyenler için söyleyeyim, piyasa ekonomisinin bir türü. Luke'un girdiği kasabanın girişinde ne anlama geldiği yazıyordu: Yabancı, kendine hakim olamıyorsan, biz sana yardımcı oluruz. Yani Stand up Ekonomi bu kadar saçma bir şey aslında.

"Arykanda güzel yer ama tiyatro biraz ufak ve park yeri de maalesef yok. Gelirken imkanınız varsa jeneratör, yoksa fener, ilk yardım malzemesi vesaire de alın. Malum yeri biraz sapada ve elektrik de bulunmuyor. Ha bu arada, başka seyirci de olmayabilir."

6 Haziran 2017 Salı

5 adımda Seküritizasyon ile "Adamlık" yaratma kılavuzu!

Kavramların her gün içlerinin boşaltıldığı ve yerlerine daha boş yenilerinin konulduğu zamanlarda yaşıyoruz. İnsan, J.Derrida, post-modernizmin kutsal teorisi yapısökümü bu ülkede mi buldu acaba diye düşünmeden edemiyor.

Günlük hayatta son zamanlarda en sık karşımıza çıkan boş kavramlardan biri "adamlık" denilen durumdur. Maalesef hiçbir sözlük tanımını tam olarak veremiyor. Ekonomi hayatında ise son dönemlerin popüler kavramı "seküritizasyon" (menkul kıymetleştirme). Sözlükler bu kavramla ilgili çeşitli tanımlar verse de tam olarak ne olduğunu anlayabilen çok azdır herhalde. Öyleyse gelin bu iki kavrama daha yakından bakalım ve nasıl işlediklerini anlamaya çalışalım.

5 adımda Seküritizasyon ile "Adamlık" yaratma kılavuzu:

1- Olayları gözlem yoluyla çözme
Finansal piyasaların sıkıştığı dönemlerde Wall Street'in simyacılarının aklına bütün tekneleri daha yukarıya kaldıracak bir dalga yaratma fikri gelir. Çünkü bu akıllı adamlar neoliberal performansın yani kredi vermenin sonuna gelindiğini gözlemlemişlerdi ve acilen bir şey yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Sistemde tıkanıklığı neyin yarattığı üzerine hiç kafa yormadılar. Gözlemlerine güvenerek kararı verdiler: Kredileri yeniden kredileştirelim; yani seküritizasyon.

İşte, Adamlığın birinci koşulu da budur. Karar vermek ve harekete geçmek için ilk koşul gözlem yapmaktır. Seni eleştiren biri mi var, fikirlerini beğenmediğin biri mi çıktı karşına, tipini sevmediğin birini mi gördün; an o andır, saldır!

2- Tutarlı sorular ve yanıtlar bulmak
Krediler yeterince büyümüştür, yeni kredi vermek mümkün değildir ve tüm ekonomik sistem bu tıkanıklık riskinin yaratacağı güvencesizlik ile karşı karşıyadır. Finansın simyacıları hemen soruyu sorar: "Şimdi hepimiz batsak daha mı iyi?" Ve ardından da yanıtını verirler: "Menkul kıymetleştirdiğimiz bu kredileri toplumsal fayda sağlayan bir unsur olarak kişisel yatırıma dönüştürsek fena mı olur?" Sanki sorulacak başka soru yoktur: Neden bu kadar çok kredi verildi, para politikaları neden bu kadar ucuzlaştırıldı, finansal sihirbazlık ve yaratıcı muhasebeciliğin sonu nereye varacak? İşte, bu ve benzeri sorular asla sorulmaz.

Adamlıkta ikinci adım tutarlı sorular sormak ve onlara yanıtlar vermek ile olur: "Bana nanik attı, ona karşılık vermese miydim, benim yerimde kim olsa böyle yapardı," gibi bir dizi soru cevap ardı ardına yapıştırılır. İnsanlık tarihinin kazanımları pek de önemli değildir. Nanik atılmıştır bir kere ve dönüşü yoktur.

3- Sonuca kendi araştırmaları ile ulaşmak
Finansın simyacıları seküritizasyonu keşfettiklerinde kullandıkları argümanlar kendilerine aitti. Oynaklık ve şans biçimlerini uyarlama, teminat altına alma ve sentezlemeye yönelik verileri kullandılar. Yaygın borç işkencesi, finansal illüzyon imparatorluğu, riskin ve olasılıkların manipüle edilmesi gibi farklı kaynaklardan gelen bilgileri hiç dikkate almadılar.

Adamlıkta da kritik aşama budur. Sana nanik atana karşı harekete geçme zamanı, yeri ve diğer kriterleri kendin belirlersin. Hukukun üstünlüğü, insan hakları, erdemler, ahlak gibi farklı kaynakların bilgisine başvurmak adamlığın doğasına aykırıdır.

4- Gereksiz bilgiyi akılda tutmamak
Teknolojik ve matematiksel soyutlamadan başka göz önüne alınacak bir şey yoktur seküritizasyon mekaniğinde. Yunanistan, İzlanda ve İrlanda gibi ülkelerin temel ekonomilerinde hiçbir gerçek değişim yaşanmaksızın kısa sürede finansal ütopyadan finansal harabeye nasıl dönüştükleri gibi bir bilgi finansın simyacılarının aklında tutmak isteyecekleri türden değildir. İnanç ve bönlük birbiriyle sarmaş dolaş ilerler.

Adamlıkta da gereksiz bilgiler akılda tutulmaz. Dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa neden aklımda tutayım ki mantığı hakimdir. "O hede dedi... ben de hödö dedim... edi, büdü, didi derken daldım... adamlık var kanımda, sapına kadar hem de..." şeklinde giden bilgilendirici bir metindir bu tür vakalarda karşınıza çıkan. Akıl yürütme, görüş alışverişi, uzlaşı ya da reddetme gibi toplumsal kazanımların anlamı yoktur.

5- Kalbi olmayan bir zihin veya tersi
Menkul kıymetleştirme basitçe, riski yönetmek amacıyla varlıkları parçalara ayırma işlemidir. Görünüşte riski, belirsizliği ve oynaklığı yönetilebilir kılmak için varlarken, 2008 krizinde olduğu gibi sistemi ve toplumu daha güvencesiz hale getirerek daha büyük krizlerin zeminini hazırlarlar.

Hani G.Agamben "çıplak yaşam" adlı teorisinde diyor ya, çağdaş sistem ve tasavvurlar kişiyi her türlü aidiyet ve değerden ederek biyolojik varoluşa indirger diye. İşte, adamlık da Agamben'in bu teorisinden beslenir adeta: "Bana eşcinsel dedi, valide hanımın cinsel hayatına dil uzattı, kız kardeşimin çıktığı çocuğu sapıklıkla itham etti," türünden biyolojik gerçekliklerden beslenen adamlık, beyni devre dışı bırakan bir duygusal ivme ile yürür.

Derrida'nın sözleriyle söylersek, aslında finansal araçlar da tıpkı bizim kullandığımız bu içi boş kavramlar gibi bir açıdan dünyayı açıklamaya çalışırlar. Tıpkı bir hisse senedinin bir şirketin değerini temsil ettiğini düşünmemiz gibi. Aslında bu değer tamamen bir hayaldir. Çünkü gerçeklik daha karmaşıktır. Eğer değere ilişkin gerçek bir dünya varsa, finansal araçlar değerin kusursuz ve sorunsuz temsilleri olamazlar.

Adamlık da böyle bir kavramdır aslında. Değere yönelik hayali bir kavrayış yaratır ve hayatın karmaşıklığını algılayamayan insanların temsili parodisini sunar.

Son noktayı en ünlü menkul kıymet spekülatörlerinden Mark Twain'e bırakalım: Kaybettiklerim arasında en çok aklımı özlüyorum!

5 Haziran 2017 Pazartesi

Bizdeki kayda göre şimdi ekonomist!

Demode bir anakronizm ve usandıran bir sarkazm mizah anlayışımızın önemli kısmını oluşturur oldu. Sosyal medya neredeyse tamamen bu iki amaca hizmet eder durumda. Realitenin mizahla sarmaş dolaş yaşadığı zamanlarda hakikati savunmak için bunlardan daha iyi yöntem bulmak zor olabilir. Fakat söz konusu ekonomi ve onun oyun olanı piyasalar ise daha eğlenceli bir mizah türü vardır: Uzmanlar!

Evet, yanlış duymadınız, uzmanlar. Ekonomistten ses uzmanına, CEO'dan şarap tadıcısına aldığı eğitim nedeniyle sahtekarlık yerine dürüstlüğü seçtiğini düşündüğümüz sayısız uzman türü. Onlar karşısında çoğu zaman sessizizdir, eleştirenleri bile kınarız. Sosyolog I.Wallerstein "Bilginin Belirsizlikleri" adlı başyapıtında diyor ya hani, "Abe güzel kardeşim, bilim insanının sahtekarlık yerine dürüstlüğü seçeceğini hangi saf aklınla varsaydın" diye. İşte, hikaye tam olarak bu minvalde ilerler gerçek dünyada. Uzmanların gerçekten uzman olduğunu düşünür ve onlara inanırız.

Neyse, biz ciddi konuları bırakıp biraz mizah yapalım. Uzmanların ne uzmanlıklar yaptıklarına yakından bakarak biraz eğlenelim. Üstelik anlatacaklarımızın tamamı bilimsel gerçekler. Yalnız iRRasyonel olarak ilk kez farklı bir şey yapacağız ve yazdıklarımıza mizah katmadan saf gerçekliği ile yazacağız.

Hazırsanız eğlenceye başlayalım.

Ekonomistler
Böyle bir yazıya ekonomistlerle başlamasak mizah yaratma kapasitelerine büyük hakaret yapmış olurduk herhalde. Ekonomistler P.Ferraro ve O.Taylor 2005 yılında bir deney yaparlar. Üniversitelerde Ekonomi dersleri veren 199 anlı şanlı profesörü toplarlar ve onlara üniversite öğrencilerine ilk öğretilen ekonomi kavramlarından biri olan "fırsat maliyeti" ile ilgili şu basit soruyu sorarlar:

"Diyelim ki Eric Clapton konserine bedava bilet kazandınız. Fakat o gece bir de Bob Dylan konseri var ve siz bir Dylan hayranısınız. Dylan konserinin biletleri ise 40 dolara satılıyor. Bu tutar size makul geliyor. Çünkü normal bir zamanda Dylan konserine 50 dolara kadar para verebileceğinizi düşünüyorsunuz. Nihayetinde kararınızı verdiniz ve Eric Clapton konserine gitmeyi seçtiniz. Böyle bir durumda fırsat maliyetiniz ne olur?"

Soruya ilave olarak 0, 10, 40 ve 50 olmak üzere de 4 adet şık verirler. Profesörlerin yapacağı doğru şık olan 10'u seçmektir. Ama maalesef ekonomistlerin %79'u bu basit sorunun yanıtını bilememişlerdir.

Kime sordumsa seni doğru cevap veremediler!

Degüstatörler
Bugün dünyada ekonomistler kadar kolay ve bol para kazanan bir meslek grubu varsa hiç şüphesiz şarap tadıcılığı yapan degüstatörlerdir. Mesleğin özü koklama, tatma ve görme duyuları ile duyusal analiz yapmaya dayanır. Bordeaux Üniversitesinden Psikolog F.Brochet mesleğinin zirvesindeki 57 degüstatörü bir araya toplar ve bir deney yapar. Onlara bir bardak beyaz ve bir bardak kırmızı şarap tattırır ve görüşlerini sorar. İşin hilesi her iki bardakta da beyaz şarap vardır ve bardaklardan biri kırmızı görünmesi için renklendirici eklenmiştir. 57 uzmandan hiçbiri şarapların ikisinin de beyaz şarap olduğunu anlayamaz.

Mizahı seven bir bilim insanı olacak ki, aynı uzmanlarla bir deney daha tasarlar. Pahalı bir şarap şişesine ucuz şarap koyar ve tadının nasıl olduğunu sorar. Uzmanlardan sadece 12'si şarabın ucuz şarap olduğunu anlar. %80'i şarabı çok üst kalite bulurlar.

Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler!

Müzisyenler
Dünyanın en iyi kemanı hiç şüphesiz Stradivarius'tur. Bugün bile onun ses kalitesini yakalayabilen keman yapılamadığı söylenir. 17.yüzyılın Cremona'sında, aynı sokaktaki esnaf dostları Amati ve Guarneri en büyük iki rakibidir. Hikaye odur ki, rakabet o günlerde başlamıştır. Guarneri'nin dükkkanının girişinde "Avrupa'nın en iyi kemancısı", Amati'nin dükkanının girişinde ise "Dünyanın en iyi kemancısı" yazılıdır. Bizim "gariban" Stradivari'nin dükkanının girişinde ise şu mütevazi yazı vardır: "Bu sokağın en iyi kemancısı."

Akustik uzmanı C.Fritz, 17 büyük yetenekli kemancıyı bir araya toplar ve önce "dandik" bir kemanla sonrada bir Stradivarius ile aynı parçayı çalar. Müzik çalınırken kemanları göremeyen kemancılara hangisinin Stradivarius olduğu sorulur. Sadece 3 müzisyen doğruyu bilir. 14 müzisyen bir Stradivarius'u dandik bir kemandan ayırt edememiştir maalesef.

Künyeni almak için "kuruma" açtım telefon!

CEO'lar
Dünyayı CEO'lar yönetiyor desek herhalde yanılmış olmayız. Hem işlerini en iyi onlar bilir, hem de dünyanın ne yöne hareket ettiğini. Tıpkı Perrier North America şirketinin kurucusu B.Nevins gibi. Yıllardır Amerika'nın en iyi ve en lezzetli suyunu ürettiğiyle öğünen bu CEO'ya birgün güzel bir sürpriz yaparlar. Önüne yedi bardak su koyarlar ve suları içerek hangi suyun kendi suyu olduğunu seçmesini isterler. Nevins beşinci tahminde kendi suyunu bulabilmiştir.

Bizdeki kayda göre, şimdi "uzman" dediler!

İşte, kerameti kendinden menkul uzmanların uzmanlıkları ya da komiklikleri. Karar size kalmış. Uzmana güven düşüncenizin yeniden elden geçirilmesi zamanın en önemli entelektüel gereksinimlerinden biri gibi gözüküyor. Bunu nasıl yapacağımızın cevabını ise Stanford Üniversitesinden M.Neale'ın müthiş deneyi veriyor. Neale şu bilgiyi veriyor:

"Bir kişi belli bir miktar değişim ve çeşitliliği tercih eden bir yapıda, ancak sınırlar ve kısıtlamalarla fazlaca sıkıştırıldığında hoşnutsuz oluyorsa eleştirel düşünmeyi biliyor demektir."

Neale, yaptığı deneyde şu çarpıcı sonuca ulaşır: Bu tür bir enformasyonu akılda tutmaya çalışarak doğru olduğunu düşünenlerin, bu tür bir enformasyonun gereksiz olduğunu düşünenlerden %50 daha fazla saçmaladığını görmüştür.

Yani olay aslında sana uzman bilgi diye sunulan bilginin büyük kısmının saçmalık olması gerçeğidir.

Neyse burada artık duralım ve uzmanlarımızı anlattığımız bölümlerin sonunda yer alan cümleleri birleştirerek ulaştığımız Neyzen Teyfik'in hafifçe çarpıttığımız dörtlüğünü yeniden hatırlayarak son noktayı koyalım: (Enformasyon bolluğunda arada kaynamasın üstadın deyişi.)

Kime sordumsa seni doğru cevap veremediler!
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler!
Künyeni almak için "kuruma" açtım telefon!
Bizdeki kayda göre, şimdi "uzman" dediler!

3 Haziran 2017 Cumartesi

Ekonomik açıdan bakıldığında şerefsizleri de severim!

Dünya Bankası Baş Ekonomisti Paul Romer, rapor yazan analistlere, "Ülen, az bi anlaşılır yazın, insan okuyacak bunu" kabilinden şeyler dediği için maalesef işinden oldu. Keşke söylemeseymiş de işinden olmasaymış, zavallıcık. Çünkü bunun için artık çok geç. Ekonominin dilinin düzelmesi artık mümkün değil. Bundan sonra yapacağımız şey, anlıyormuş gibi yapıp kafa sallamak.

Hani, Pablo Neruda demiş ya, "dünya tümüyle başka bir şeyin metaforu" diye. İşte, piyasalar da aynen böyle, başka bir şeyin metaforu; ama neyin?

Metaforlar bir şeyi başka bir şeye göre düşünme imkanı sağlayan dil araçlarıdır. Doğaları gereği kavramsaldırlar. Mesela "vakit nakittir" aşina bir metafordur; ama kelime anlamları açısından bakıldığında vakit ne nakittir ne de nakit vakit olabilir. Kelimelerin ötesinde başka bir anlam vardır burada. Adeta yeni bir kavram yaratır. Emek, ücret, maaş, saatlik ücret, mesai gibi kavramların zamanı paraya çevirme mekaniğinden yola çıkarak zamanın para anlamına geldiğini söyler ve bunu dikte eder. İşte, ekonominin dili metaforların yarattığı bu dildir. Özü, bir tür şeyi başka bir tür şeye göre anlama ve tecrübe etmeye dayanır. Doğrudan bir anlatım yoktur. Böyle olunca da herkesin anladığı farklı olacaktır elbette.

Paul Romer'i işinden eden bu metafor dünyasının nasıl işlediğini anlamak için gelin küçük bir araştırma yapalım. Raporlar yerine ekonomi haberlerinin başlıklarını kullanalım. Örnek olarak da piyasa kavramını ele alalım. Haberleri okuyarak piyasanın ne demek olduğunu anlamaya çalışalım.

Piyasa nedir dersiniz?

Piyasa evdir!
Bir ev için kullanılan sözcüklerin piyasalar için de aynen geçerli olduğunu aşağıdaki başlıklardan görebilirsiniz: (Evle ilgili kavramlar tırnak içine alınmıştır.)

Piyasaların "temel" göstergeleri düzeliyor.
Piyasalar Opec verisinden "destek" aldı.
Piyasalar için büyük "çöküş" başladı mı?
Suçlamayı bırakalım, piyasaları yeniden "inşa etmeye" başlayalım.
Üç borsa tek "çatı" altında toplanıyor.

Piyasa insandır!
Yukarıdaki ifadelerden piyasanın ev olduğunu düşünebilirsiniz ama bu biraz erken bir karar olabilir. Piyasalar aslında insandır.

Yastık altı altın piyasası servet "doğurdu".
Serbest piyasanın "babası" Friedman'dır.
Daha çok kazanmak için piyasalara "kafa tutmak" gerekiyor.
Anapara korumalı fon piyasası "öldü".
Türev ürünler piyasası "emekleme" döneminde.

Piyasa bitkidir!
İnsanla ilgili bazı kavramlara bakarak piyasanın insan olduğunu düşünüyorsanız yine yanılıyorsunuz. Çünkü piyasa bitkidir.

Yeni düzenlemeler ile istihdam piyasası "meyve vermeye" başladı.
Piyasalara yönelik Merkez bankası tedbirleri daha "dalındayken" öldü.
ABD emlak piyasası yeniden "filizleniyor".
Faiz indirimi piyasalarda ümitleri yeniden "yeşertti".
Fed piyasalara ümit "ekti".

Piyasa modadır!
Piyasalar bitki de değilse o zaman kesin modadır.

Tahvil piyasasının "modası geçti".
Opsiyonlar bu ara "revaçta".
Piyasalarda yeni "trendler".
Yerli incir piyasada "rağbet" gördü.
Yellen'in politikası "eski moda" mı?

Piyasa hastalıktır!
Piyasalar moda değil, hastalıktır.

Yunanistan krizi tipik bir "hasta" ekonomisi.
Mortgage krizi "bulaşıcı hastalık" gibi yayılıyor.
Fed sonrası piyasalar "iyileşiyor".
Piyasalarda "gergin" bekleyiş.
Kriz "mikrobu" tüm piyasalara sıçradı.

Piyasa deliliktir!

Hayır hayır, piyasa hastalık değil deliliktir.

Dolar "çıldırdı".
Piyasaların "aklını başından alan" faiz kararı.
Emlak piyasası "çılgına döndü".
Veriler kötü gelince piyasa "çıldırdı".
Cari açıktaki genişleme "çılgınca".

Piyasa duygusaldır!
Piyasa bazen de kahraman bir savaşçı gibi duygusaldır.

Dolarda "şiddetli" yükseliş.
Piyasaları "şaşkına çeviren" tombul parmak iddiası.
Merkez dik durdu, dolar "çarpıldı".
Altın ve gümüş kazandırdı, dolar "nakavt".
Güçlü dolar haftaya "damgasını vurdu".

Piyasa kumarhanedir!
Ve nihayetinde bilindiği üzere kumar oynanan yerdir.

Piyasalar Trump'ın "kumarına" katıldı.
Faiz kararı piyasalara "koz" verdi.
Piyasa oyuncuları "kartları doğru oynamalı".
Rusya enerji piyasasına "blöf mü yapıyor"?
Piyasalar "casino" gibi.

Yukarıdaki ifadelerden basit bir kavram olan piyasanın ne olduğunu bile tam olarak anlayamazken, koskoca bir ekonomiyi bu haberleri okuyarak anlamak mümkün olabilir mi? Elbette ki hayır. Çünkü metaforsuz, doğrudan anlayabileceğimiz hiçbir kavram ekonomi haberciliğinde artık mevcut değil.

Ne diyelim, anlamasak da mecburuz okumaya; ekonomisiz olmuyor çünkü. Tek üzüntümüz Paul Romer'in işini kaybetmesi. Keşke 54 yıl önce bugün kaybettiğimiz şair Nazım Hikmet'in şu dizelerini analistleri azarlamadan önce hatırlayabilseydi:

Her zaman doğru değildir elbet seçimlerim.
Zaman gelir "şerefsizleri" de severim.

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Arkadaşını aslan yerken "mal mal" bakan zebra; veya ekonomist!

Ekonomi hocaları son zamanlarda ekonomi bilimini eleştirmeye fazla zaman harcar görünüyorlar. Boş laflar, içerikten yoksun bakış açısı ve zaten bilinen bilinmişlikleri bir kere daha ileri sürerek ekonomi biliminin eleştirilemeyeceği ortada. Aslında kendilerinden beklenen de bu değil. Yapmaları gereken ekonomiyi insanların anlayabileceği bir forma dönüştürerek tekrar insanlara hizmet eder hale dönüştürmek. Ekonomi bilimini kim eleştirecek derlerse, merak etmesinler, iRRasyonel olarak biz gerekeni yaparız.

Ekonomi bilimi her zaman teorilerine güvenir ve şöyle der: "Nokta nokta teorisine göre şöyle olur, onun sonucunda da böyle olur..." Falan filan. Gerçeğin o teoride olmadığı apaçık ortada olsa da teoriye karşı gelenin deli sayıldığı bir dünyada yaşadığımız için kolay kolay karşı çıkan olmaz. Öyleyse gelin hep beraber farklı bir şey yapalım ve bilime bilimle karşılık vererek ekonomi biliminin yasalarını birer safsataya dönüştürelim.

Ekonomi biliminin safsataya dönüştürülen 10 yasası:

1- Harcama
Ekonomi bilimi size şöyle buyurur: "Harcanabilir gelir artarsa tüketim harcamaları da artar." Gayet mantıklı aslında; gelir artmazsa harcama nasıl artacak?

Kanada Winnipeg Üniversitesinden iki araştırmacı daha farklı bir şey bulmuşlar. İnsanlara buruşuk ve yıpranmış paralar verildiğinde harcamaların %82 arttığını görmüşler. İnsanlar, başkalarından hastalık bulaşma ihtimalinden ötürü, yıpranmış banknotlardan tiksiniyor ve bir an önce ellerinden çıkarmak istiyorlar.

Ama ekonomi, ben sana güvenemeyecek miyim?

2- Ücretlerin düşüşü
Ekonomi biliminin kayınçosu Keynes şöyle buyuruyor: "Ücretler ya doğrudan nominal ücretlerin düşürülmesi ya da genel fiyat düzeyinin yükseltilmesi ile düşürülebilir." Hakikaten doğru gibi, bence kayınço haklı!

Memphis Üniversitesinden A.Hussey yaptığı araştırmada, yüksek ahlaki değerlere sahip olduğunu belirten erkek çalışanların diğerlerine göre %3,4 daha az ücret aldıklarını tespit etmiş.

Ama sana güvenmiştim kayınço!

3- Kredi
Ekonomi bir başka yasasında şöyle buyuruyor: "Faiz oranları düşerse kredi alanlar artar." Çok net!

Minnesota Üniversitesinden V.Griskevicius bir deneyde, bir toplulukta bekar kadınlardan sayıca daha fazla olduklarını düşünen erkeklerin kredi alma eğilimlerinin bir yılda 372 dolar arttığını belirlemiştir.

Gül gibi teoriyi yaktın be Grişko!

4- Ücretlerin artışı
Ekonomi bilimi şöyle buyuruyor: "Emek artarsa ücretler de artar." Buna da bir kılıf bulun hadi!

Cleveland Üniversitesinden V.Kosteas yaptığı araştırmada, sıklıkla spor yapan kadınların yapmayan kadınlara göre %12 daha fazla ücret aldığını tespit etmiş.

Vre Kostas, görürsem öpezeğim seni!

5- Vergi
Ekonomi vergi konusunda şöyle buyuruyor: "Gelir artarsa vergi de artar." İşte, yasa gibi yasa!

Arizona Üniversitesinden D.Christensen yaptığı araştırmada, muhafazakar insanların diğerlerine göre yılda ortalama %2,2 daha fazla vergi ödediğini ortaya çıkarmıştır.

Sana ben şimdi ne yapacağı söylerdim XXXtensen ama neyse!

6- Ev fiyatları
Ekonominin en temel yasası şöyle buyurur. "Malın fiyatını arz ve talep belirler. Mesela evlere olan talep artarsa fiyat yükselir." Budur işte; hadi konuşsana!

Tulane Üniversitesinden S.Leguizamon yaptığı araştırmada, geylerin liberal semtlerde konut fiyatlarını %1 arttırdığını, tutucu semtlerde ise %1 azalttığını tespit etmiştir.

Çok sert!

7- Kurumlar vergisi
Yüce Ekonomi bir başka kutsal metninde şöyle buyuruyor: "Şirketlerin yabancı kaynak gereksinimi özkaynak seviyesi ile ayarlanır." Hay ağzını sevdiğim!

Claremont McKenna Üniversitesinden H.Cronqvist yaptığı araştırmada, mortgage ile konut alan CEO'ların, konut kredisi borcu olmayan CEO'lara göre şirketlerini %7,2 daha fazla borca soktuklarını tespit etmiştir.

Yazıklar olsun sana verilen mortgage kredisine!

8- Şirket karı
Ekonomi şöyle buyurur: "Şirketlerin karı gelir ve giderlerine bağlıdır." Ne kadar da basit, ne kadar da tatlı!

Wisconsin Üniversitesinden E.Wong bir araştırmasında, geniş yüzlü erkek CEO'ların dar yüzlü CEO'ların firmalarından 16 milyon dolar daha fazla varlık getirisi elde ettiğini tespit etmiştir.

Hadi ordan, yüzsüz herif!

9- Hisse senedi fiyatı
Ekonomi bilimi şöyle buyurur: "Hisse senedinin fiyatı, arz ve talep, gelecekte gelir yaratma potansiyeli, varlıkları vs. sonucu belirlenir." Herılt yani, benim dememle olmayacağı kesin!

Houston Üniversitesinden S.Tirunillai bir araştırmasında, internette canlı sohbet odalarında en çok konuşulan senetlere yapılan yatırımların SP500 endeksinden %8 daha fazla getirdiğini tespit etmiştir.

Yıkıl karşımdan, boş boş konuşma!

10- Ekonomi dersi
Ekonomi bilimi her zaman şununla öğünür: "Ekonomi bilimini öğrenirsen ekonomiden anlarsın." Ya ne olacaktı!

Washington Üniversitesinden Y.Bauman bir araştırmasında, temel düzeyde ekonomi dersi alanların %2, orta derecede ekonomi dersi alanların ise %8 oranında daha cimri olduklarını tespit etmiştir.

Başka da tespit edilen bir şey yok maalesef!

Ekonomi hocaları artık arkadaşını aslan yerken "mal mal" bakan zebra olmayı bırakıp işlerine daha dikkatle sarılsınlar lütfen; yoksa ahali ekonominin yasalarını öğreneyim derken gülmekten ölecek!

25 Nisan 2017 Salı

Oeconomicus'tan Ekonomi'ye 20 değişmeyen kural!

Herhangi bir sosyal bilimler dalında, mesela 50 kitap okusanız, belli bir bilgi birikimine sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz ama söz konusu ekonomi ise durum biraz farklıdır. Ekonomi konusunda 500 kitap da okusanız belli bir bilgi birikimine sahip olduğunuzdan emin olamayacağınız gibi bildiklerinizden de şüphe duyar bir bakış açısına sahip olursunuz. Şüphenizi biraz olsun azaltmak için 501. kitabı alır ve okumaya başlarsınız.

Önceki 500 kitapta olduğu gibi 501. kitapta da yazar size ekonomiden hiç anlamayan bir aptal muamelesi yaparak konuya girer ve yine önceki 500 kitapta yer alan şu cümleyle konuya başlar:

"Şimdi bu ekonomi var ya, sen bilmezsin evladım, Yunanca oeconomicus sözcüğünden gelir; oikos aile, nomos yönetim anlamına gelir ki, yani evin idaresi demektir."

Hadi ya; sen söylemesen ben maymundan geliyor sanacaktım... Madem konuyu açtın sonra ne olmuş peki?

İşte, yazar bu noktada keser ve tam 2500 yıl sonraya, Adam Smith'in zamanına atlar. İyi de Yunanlılar evi nasıl idare ediyordu, hangi teorileri kullanıyordu, faiz ve gecikme faizi neydi diye sorsan yanıt alamasın. Sahi Antik Yunanlılar evlerini hangi ekonomi kurallarıyla idare ediyordu?

Bu sorunun yanıtını bugüne kadar veren derli toplu bir ekonomi kitabı yoktur. Merak edenler önce Ksenephon'un Oeconomicus adlı yapıtına başvururlar. Ne de olsa kavramı ilk kullanan odur. Ama orada karşılarına çıkan şey istenilen şey değildir. Çünkü o çağlarda ekonomi diye ayrık bir şey yoktur aslında. Araştırmayı biraz daha ileri götürenler muhtemelen Moses Finley'ın çığır açan başyapıtı "Odysseus'un Dünyası"na, oradan da David Graeber'in "Borç- İlk 5000 Yıl" adlı eksiksiz çalışmasına başvurabilirler. Ama yine de pek bir şey bulamazlar. Peki ama eğer ekonomi sözcüğü oeconomicus'tan geliyorsa bazı kuralların benzerlik göstermesi gerekmez mi?

İşte, tüm bu kitapları ve diğer antik çağ metinlerini de inceleyerek ekonominin atası olan oeconomicus'un bazı temel ilkelerini ortaya çıkardık. Bugüne kadar bu yönde bir araştırma yapılmadığı için konunun ayrıntılı düzenlemesini ekonomi tarihçilerine bırakarak oeconomicus'un temel ilkelerini maddeler halinde aktarmaya başlayalım:

Oeconomicus'tan Ekonomi'ye 20 değişmeyen kural:

1- Oicos'un tüm fertlerine ait tüm mal mülk oeconomicus'un konusudur.
2- Oikos'u idare etme, aile içinde barışçıl bir idare sağlamak değil, oikos'u her bakımdan çekip çevirmek demektir.
3- Hiçbir oikos özünde birbirinden farklı değildir.
4- Kendine ait bir oikos'u olmayan biri, seçim ve hareket özgürlüğünden yoksun olmaya adaydır.
5- Emeklerinin karşılığında bir oikos edinenler, onun verdiği aidiyet hissiyle hem maddi güvenliklerini sağlarlar, hem de psikolojik değerlere ve doyuma kavuşurlar.
6- Oikos içerisindeki en temel yönetim ilkesi, oikos halkının tüketim ihtiyaçlarını karşılamak ve maddi isteklerini tatmin etmektir.
7- Oikos'un ihtiyaçlarının giderilmesinde oikos'un kendi kaynakları kullanılır; bu kaynaklar gerektiğinde ganimetle desteklenir.
8- Ekip-biçme, öğütme, dokuma, avlanma gibi getirisi olan tüm işler, bireyler tarafından üstlenilse de, sağlanan yarar oikos'un bütünü içindir.
9- Tüketim oikos'un reisinin planlamasında yürür.
10- Oikos içinde ticaret imkansızdır.
11- Erkek çocuklar baba evinden ayrılıp kendi oikos'larını kurmadıkları sürece, kişisel eşyalara sahip olmaları zaruri değildir. Kız çocuklar elbise ve takı gibi özel eşyalara sahip olabilirler.
12- Yokluklar bireyin değil, oikos'un sorunudur.
13- Yararı olan her çeşit eşya bir ödeme aracı olarak görülmelidir.
14- Yirmi sığır karşılığında bir köle satın alınabilir, ama sığırlar satılmak istendiğinde bunun bedelinin bir köle olamayacağı iyi anlaşılmalıdır.
15- Diğer oikos'larla karşılıklı ilişkilerde değişmez tek ilke eşitlik ve karşılıklı kazançtır. Başka bir oikos'un zararına sağlanan çıkar, sadece savaşlar için geçerlidir.
16- Temel ürünler için yapılan takas, geleneksel olarak belirlenmiş oranlarda eşitlik ilkesine göre yapılmalıdır.
17- İlkelere sadık kalınmadığı görüldüğünde, oikos'un reisi alışverişi yarıda kesebilir.
18- Ahlaki kurallar, takasın mesleğe dönüşmesini engellemek için konulur.
19- Kendi emek özgürlükleri üzerindeki haklarını gönüllü olarak başkalarına terk edenler kadere kurban gitmişlerdir.
20- Özgür biri olmak, bir başkasının buyruğu altında yaşamamak demektir.

Bugün ekonominin kuralları sıradan insan için artık anlaşılmazdır. Eğer ekonomiyi anlamak istiyorsanız oeconomicus'un 20 kuralı belki faydalı olabilir.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Ekonomi yorumculuğunun ahırını hep Wittgenstein mı temizleyecek?

Ekonomiyi ekonomi yorumcularından finansı finansal analistlerden öğrenmek mantıklı bir karar olabilir; tabi mantık biliyorsanız.

Ekonomi yorumculuğu giderek ekonomiyi içerikten yoksun hale getirip içini boşaltırken sıradan insan için de anlamsız bir hale getiriyor. Kullanılan bol retorikli dil ile mantıklı insanlar için bolca mantıksızlık üretiliyor. Her gün saatlerce dinlenilen yorumlar ile küçük yatırımcı hiçbir yere ulaşamıyor, mantıklı bir karar veremiyor. Hatta sıradan yatırımcı ekonomi yorumcularını dinlerken ne olup bittiğini bile anlamıyor.

Gelin bu karmaşık soruna, bize göre 20. yüzyılın en önemli mantık filozofu Ludwig Wittgenstein ile yanıt bulmaya çalışalım. Daha doğrusu yorumcularımız anlatsın, Wittgenstein sorsun. Wittgenstein'ın sorularına bakalım ekonomi yorumcularımız yanıt verebilecek mi? Eğer ekonomi yorumlarını takip eden biriyseniz belki bu sorulara siz de yanıt verebilirsiniz. Bu arada dikkatli ve bilgili okuyucular Wittgenstein'ın sözlerinin kendi düşüncelerinden (ağırlıklı olarak başyapıtı Tractacus Logico-Philosophicus'tan) alındığını ve yer yer küçük çarpıtmalara uğratıldığını fark edeceklerdir.

Son birkaç gündür okuduğumuz haber ve yorumları bir de Wittgenstein'a anlatalım. Bakalım o bunlardan ne anlayacak?

Ekonomi Yorumcusu: Sevgili Wittgenstein hocam, "Çin’den açıklanan bir dizi pozitif ekonomik veri piyasaların beklentileri üzerinde gelse de yatırımcıların zaten pozitif beklenti içerisinde olmalarından dolayı çok büyük bir etki yaratmadı."
Wittgenstein: Cancağızım, piyasa beklentisi, pozitif beklenti, büyük bir etki gibi kavramlar kullanmışsın. İyi güzel de, dilin herkes için tek bir anlamı olması gerekmez mi? Sen bu söyledeğin cümleyi anladıysan benim şu soruma da rahatlıkla yanıt verebilirsin: "Halının üzerinde bir kedi yok" resmi ile "Halının üzerinde bir köpek yok" resmi birbirine ne kadar benzerdir?
Ekonomi Yorumcusu: Pek anlamadım hocam...
Wittgenstein: Bazen bir dile getiriş, önce temizleyiciye gönderilmeli, ancak bundan sonra yeniden dolaşıma sokulmalı.

Ekonomi Yorumcusu: Çok şakacısın hocam! Devam ediyorum: "Beklentilere paralel artan işsizlik oranı piyasalara olumlu yansıdı."
Wittgenstein: Genç kardeşim, işsiz kalan insanların sayısı arttığı halde birileri buna seviniyor mu diyorsun yani? Öyleyse bana cevap verir misin: "Kolumu yukarı kaldırdım" olgusundan "Kolum yukarı kalkar" olgusunu çıkarırsan geriye ne kalır?.. N'oldu, apıştın mı? Ben söyleyeyim, insan kalır. İnsan!
Ekonomi Yorumcusu: Yani...
Wittgenstein: Nasıl da zor oluyor gözünün önünde duranı görmek değil mi?

Ekonomi Yorumcusu: Ama hocam, biz de insanlar için yapıyoruz bu yorumları. Neyse, devam ediyorum: "Düşük işsizlik ve gerileyen enflasyon iyi bir yatırım ortamına zemin hazırladı."
Wittgenstein: Çocuğum, insanlar ya da olaylar "iyi"ye doğru götüremezler, ancak oraya buraya götürürler. İyi, tüm olguların dışındadır. Daha bunu bile anlamamışsın.
Ekonomi Yorumcusu: Anladım hocam.
Wittgenstein: Sadece doğaüstü olan doğaüstünü anlatabilir. Çok zorlama bence.

Ekonomi Yorumcusu: Peki hocam... Şuna ne diyeceksin bakalım: "ABD’de perakende satışlar Mart ayında beklentilerin üzerinde düşerken, yıllık çekirdek enflasyon yüzde 2’ye düştü."
Wittgenstein: En temel mantık kuralını bile bilmiyorsun çocuk! İyi dinle, hem beklentiler üzerinde düşen hem de %2'ye düşen bir şeyler var diyorsun. Öyleyse şuna cevap ver: "Anahtar elimden düştü" ile "İçime bir fenalık düştü" cümlelerindeki "düştü" sözcüğü hem soyut bir şeyi hem de anahtar gibi somut bir şeyi nasıl anlatıyor?
Ekonomi Yorumcusu: Bilemedim, nasıl?
Wittgenstein: Tüm dünyaya öğrettiğim şeyi sana da öğreteyim: "Üzerinde konuşulamayan şeyler üzerinde susulur."

Ekonomi Yorumcusu: Tamam hocam, anladım!.. "Dolar, Kuzey Kore ile yükselen gerilimin yene olan güvenli limanını devam ettirmesiyle beraber beş ayın en düşük seviyesini gördü."
Wittgenstein: Evladım, sinirlenmeye başlıyorum ama. Bir şey oldu diye başka bir şeyin de olması gerektiği yollu bir zorlama nerede var?
Ekonomi Yorumcusu: Biliyorum hocam, 99 kere yazı gelen para 100.de de yazı gelir.
Wittgenstein: Aferin, öyleyse kendini aldatmamaktan daha zor bir şey olmadığını da anlamışsındır.

Ekonomi Yorumcusu:
Tabi ki hocam, "herıld yani"!.. Devam ediyorum: " Yendeki güvenli liman talebiyle beraber euro ve sterlin beş ayın en düşük seviyesine geriledi."
Wittgenstein: Bu nasıl bir varsayım böyle? Bu mantığa göre şu soruma cevap ver: Neden eski insanlar güneşin dünya etrafında döndüğünü doğal bir varsayım olarak kabul etmişlerdi?
Ekonomi Yorumcusu: Güneş dünya etrafında dönüyor gibi göründüğünden herhalde.
Wittgenstein: Haklı olabilirsin. Peki dünya güneşin etrafında dönüyor gibi görünseydi nasıl göreceklerdi?.. N'oldu, sustun!

Ekonomi Yorumcusu: Peki hocam!.. "Haftaya alıcılı başlamasını beklediğimiz endekste geçen haftaki seviyesi olan 90.800'ü ilk ara direnç olarak takip edeceğiz."
Wittgenstein: Tarihin benimle ne işi var evladım; benimki ilk ve tek dünya!
Ekonomi Yorumcusu: Ama hocam, teknik analizde teori önemlidir.
Wittgenstein: Evladım, ekonomi bir teori değildir, aktivitedir. Dikkat et, düşüncelerin sürekli olgunlaşmadan ağaçtan düşüyor.

Ekonomi Yorumcusu: Hocam, çok bunaldım. Son yorumumu da verip ayrılacağım: "Açılış sonrasında güçlenebilecek alımlar ile 90.800'ün aşılması halinde ise sırası ile 91.400 ve 91.800 seviyeleri, onların da kırılması halinde 93.000 üst dirençler olarak hedef alınabilir."
Wittgenstein: Bu mudur gördüğün yani? Bak evladım, bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir.”
Ekonomi Yorumcusu: Ama hocam, başka nasıl öngörebiliriz ki?
Wittgenstein: Bir uzunluğu ölçmek için hem metre hem de adım hesabı varsa senin endeksin için de olmalı. Bu rakamlarla ölçebiliyorsan, mesela okkayla da ölçebilirsin.

Ekonomi Yorumcusu: Hocam, sen öyle diyorsun ama biz yatırımcılara yıllardır bu açıklamaları yapıyoruz. Onlar da dinliyorlar.
Wittgenstein: Ekonomi yorumculuğunun üzerinde, atın üstündeki kötü bir binici gibi oturuyorsun. Hemen şimdi yere çalınmamanı atın iyi huyuna borçlu olmalısın.
Ekonomi Yorumcusu: İyi huyludur bizim küçük yatırımcılar... Hocam, ekonomi yorumculuğu nedir öyleyse?
Wittgenstein: Ekonomi yorumculuğunun amacı şişeye düşen sineğe çıkış yolunu göstermektir. Unutma, sinek dışarıyı hep görür, ama asla çıkamaz.
Ekonomi Yorumcusu: Ne yapmalıyız bu durumda?
Wittgenstein: Başkasına sunduğun yiyeceği, ona ağzının tadına uygundur diye değil, ağzının tadını değiştirmek için vermelisin.
Ekonomi Yorumcusu: Yardımların için teşekkürler hocam.
Wittgenstein: Sorun değil, birinin ekonomi yorumculuğunun ahırlarını temizlemesi gerekiyordu; bu işi yapmak bana düştü. Ama anladım ki, ekonomi yorumculuğunda şundan daha iyi bir şey söylemek zor: Hiçbir şey!


13 Nisan 2017 Perşembe

Yetişkin bir kızı olan dul bir kadınla evlenen kim?

ABD ile Kuzey Kore arasındaki gerilim gündemin önemli konusu. Sebebini herkes biliyor; nükleer silahlar. Peki ama ekonomisi bu kadar zayıf olan, hiçbir güçlü sektöre sahip olmayan, bilim ve teknolojide önemli bir başarısı bulunmayan bir ülke nasıl olur da nükleer silaha sahip olabilir?

Dünya ekonomi tarihinin tartışmasız en tuhaf hikayesi bu sorunun yanıtını fazlasıyla veriyor. Pek bilinmeyen ve anlatılmayan bu hikayeyi bilmeyenler için bir kere daha anlatalım.

Her şey 1989 yılında Filipinler'de başladı. Ülkenin Merkez Bankasında çalışan bir memur dokunduğu 100 dolarlık bir banknotta yanlış bir şeyler olduğunu fark etti. Fakat makineler parada yanlış bir şey görememişlerdi. Şüphesini sürdüren banka parayı Japonya'nın en ünlü sahte para uzmanı Yoshihide Matsumura'ya gönderdi. Matsumura gördüğü paradan oldukça etkilenmişti. Tıpkı ABD doları gibi %75 Amerikan pamuğundan ve %25 ketenden üretilmişti. Genelde sahte para üretirken kullanılan ofset baskı ile değil, Fourdrinier makinesi ile üretilmişti. Sadece hükümetlerin kullandığı en pahalı yöntem olan Intaglio ile basılmıştı. Matsumura kararını vermişti: Para sahteydi.

Matsumura parayı derhal CIA'ye gönderdi. Yapılan ileri tetkiklerde parada üç tür hata tespit edildi. Fakat uzmanları şaşırtan başka bir şey daha vardı: Hatalar bilerek ve isteyerek yapılmış gibiydi. Yani kalpazanlar kendi paralarını gerçek paradan ayırt etmek için 100 dolarların üzerine işaret koyuyorlardı. Peki ama bu paraları kim basıyordu?

Yıllar süren araştırmalar sonucunda ulaşılan tek ipucu, Bekaa Vadisinde ele geçirilen sahte paralarla olan seri benzerliğiydi. Bundan daha öteye gidilememişti ama sahte dolarlar basılmaya da devam ediyordu. ABD bu tehlikeyi önlemek için 1996 yılında 100 dolarlık banknotların tasarımını değiştirme kararı aldı ve eski paraları piyasadan çekti. Tam tehlikenin geçtiği düşünülürken 1998 yılında Londra'da yeni banknotların üç hatalı sahtesine rastlandı. Kabus geri dönmüştü.

CIA araştırmayı derinleştirdi. 1970'lerde Kuzey Kore'de sırra kadem basan Yoshimi Tanaka adındaki bir Kızıl Ordu askerine ulaşıldı. Oradan IRA lideri Sean Garland'ın Moskova'ya ziyaretlerinde dört kez Kuzey Kore elçiliğini ziyaret ettiği öğrenildi. Tüm ipuçları aynı yerde birleşiyordu: 39.Oda! Yani Kuzey Kore'nin suç faaliyetlerini organize eden kuruluş.

Ajanlık dünyasının tüm bilgeliği devreye sokuldu; uydu fotoğrafları, rüşvetler, köstebekler, tehdit, şantaj ve diğerleri. Sonunda Kuzey Kore'de dolar basan üç adet makina olduğü tespit edildi. Biri Kuzey Kore ordusunda, diğeri Komünist Partide, üçüncüsü ise Başkanın evindeydi. Bu üç makine ile her yıl birkaç milyar dolar rahatlıkla basılabilirdi.

Dünyanın her yanına dolar ihraç eden Kuzey Kore ABD'ye de ihracata başlayınca hükümet 100 dolarlık banknotları 2003 yılında yeniden değiştirme kararı aldı ve eskileri piyasadan çekti. Fakat Kuzey Kore'nin sahteleri piyasaya sürmesi uzun sürmedi. 2005 yılında yakalanan ilk örnekler CIA'ya gönderildi. İnceleme raporu bu kez farklı bir şey söylüyordu: "İyi de bunlar gerçek!" Yani kalpazanlar artık kendi paralarını diğerlerinden ayırt etmek için bastıkları sahte dolarların üzerine işaret koymamaya başlamışlardı.

İşte, Kuzey Kore'nin bugünkü nükleer gücünü yaratan hikaye bu sahte 100 dolarlardan başka bir şey değildir. Peki ama ABD kiminle savaşıyor öyleyse?

Yukarıdaki hikayeden bu sorunun yanıtını çıkaramayanlar varsa Mark Twain'in sözleriyle yeniden açıklayalım:
"Yetişkin bir kızı olan dul bir kadınla evlenmiştim.
Babam da üvey kızımla tanışınca, ona aşık oldu ve sonunda da kandırdı ve evlendiler.
Böylece babam damadım oldu. Üvey kızım da annem durumuna geldi.
Karım bir oğlan doğurdu.
Çocuk tabii ki babamın kayın biraderi ve üvey annemin kardeşi olarak benim dayım sayıldı,
Üvey annem de bir oğlan doğurdu. Böylece kardeş sahibi oldum.
Ama üvey kızımın çocuğu olduğundan, aynı zamanda da torunum sayıldı.
İş bu kadarla da bitmedi.
Karım annemin annesi olduğu için, benim büyük annem sayıldı.
Ben de babamın babası oluyordum.
Sonunda kendimin dedesi olmuştum."

19 Mart 2017 Pazar

Okuduğumuzu neresinden anlıyoruz 4.0?

Hollanda ile yaşanan diplomatik kriz sonrasında kitlelerin verdiği tepkilere bakınca insanın aklına şu soru takılıyor: Acaba okuduklarımızı gerçekten anlayabiliyor muyuz?

Eylem, gösteri, sosyal medya mesajı veya diğer iletişim şekilleri ile diplomatik krize verilen yanıtlara göz attığınızda gerçekten şaşırıyorsunuz. Medyanın sunduğu yazılı kaynakları okuyarak edindiğimiz bilgileri yorumlama şeklimiz gerçekten çok acayip. Dünya Sanayi Devrimi 4.0'ı konuşurken bizim hala okuduklarımızı anlama noktasında sıkıntılarımız var gibi görünüyor.

17. yüzyılın en yaratıcı filozoflarından İngiliz John Wilkins, kriptografi üzerine yazılmış en eski kitaplardan biri olan "Mercury, or the Secret, and Swift Messenger"da son derece çarpıcı bir hikaye anlatır. Hikaye, yazı sanatının ilk icat edildiğinde nasıl anlaşıldığı ile ilgilidir:
Efendisi kızılderili kölesini bir sepet incir ve bir mektupla arkadaşına gönderir. Köle yolda incirlerin bir kısmını yer, kalan kısmını gönderildiği kişiye verir. Bu kişi mektubu okuyup sözü edilen sayıda inciri bulamayınca, köleye mektupta yazanları anlatıp onu incirleri yemekle suçlar. Ancak kızılderili köle kendinden emin, gerçeği inkar edip, sahte ve yalancı bir tanık olduğunu ileri sürdüğü mektuba lanet okur. Hayatında yazı diye bir şeyle daha önce hiç karşılaşmamış olduğundan kafası karışık şekilde geri döner.
Birkaç gün sonra, efendisi köleyi yeni bir sepet incir ve yeni bir mektupla aynı arkadaşına yeniden gönderir. Köle yine yolda incirlerin bir kısmını yer fakat bu defa mektubu alıp büyük bir taşın altına saklar. "Mektup incirleri yediğimi görmezse, beni asla suçlayamaz" diye düşünür. Ancak bu defa daha ağır bir suçlamayla karşılaşınca, suçunu itiraf edip mektubun kutsallığına saygısını dile getirir. Fakat bir kağıdın konuşabileceğine hala inanmıyordu.

Hollanda krizine gösterilen kitle tepkileri düşünüldüğünde acaba insanlar hala yazılanları ve okuduklarını, bu kızılderili kölenin yorumladığı gibi mi yorumluyorlar diye düşünmeden edemiyor. Okuduklarını anlama dönüştürme sürecinde kitlelerin hangi düşünce ve mantık hatalarına düştüğünü öğrenmek için konuya biraz daha yakından baktık ve en önemli 7 düşünce ve mantık hatasını ortaya çıkardık.

Okuduğunu anlayamayan kitlelerin en önemli 7 düşünce ve mantık hatası:

1- Intentio lectoris
Okuduğu bir haberi ne yapıp edip kendi amacına hizmet eder şekle sokan insan tipine bazı popüler sözlüklerde "anadolu çomarı" dense de işin mantıksal boyutu intentio lectoris (okurun niyeti) kavramında yatar. Bu tür insanlara göre o metnin geçerli yegane yorumu kendi yorumlarıdır. O nedenledir ki, Phillips'ten değil Samsung'tan televizyon alanlar mutlu sonla biten bir halüsinasyona saplanırlar.

2- Modus ponens
Bir gerçeği ya da okuduğumuz bir metni doğru anladığımızı gösteren temel mantık ilkesi modus ponens doğrulama yöntemidir. Romali şair Horatius bu ilkeyi güzel özetler: "Her şeyde öyle bir sınır vardır ki, bir şey o sınırın bu yanında ve öbür yanında doğru olamaz." Hollanda'da protesto gösterisi yapan iki Türk'ün aralarındaki şu diyalog modus ponens mantık ilkesinin nasıl tedavülden kaldırıldığını çok güzel anlatıyor: Şahıs A: "Abi dur, bizi de içeri atacaklar." Şahıs B: "Ne atacaklar, burası Türkiye mi?"

3- Çelişmezlik ilkesi
Bir şeyin aynı anda hem A olup hem de olmaması imkansızdır. Okuduğumuz bir konuyu doğru anladığımızın en basit göstergesi budur aslında. Bir grup vatandaş Hollanda polisinin polis köpekleri kullandığı haberini okuyup doğru anladıklarını sanmışlar ve şu eylemi gerçekleştirmişler: Kangal köpeklerini alarak Hollanda Konsolosluğu önünde dikilmek. Yani bir şeyi hem A olarak anlamışlar hem de A olmayarak. Hakikaten mantık devrimi!

4- Tertium non datur
Bu mantık ilkesine göre, A ya A'dır ya da A değildir, tertium non detur yani üçüncü bir hal yoktur. Fakat bizim kitle toplumumuzda bu ilkenin hatalı olduğunu söyleyenlere rahatlıkla rastlarsınız. Popüler kültürde bu ilkenin hatalı olduğunu savunanlara "denyo" denildiğini görüyoruz. Şöyle ki: Ekonomik yaptırım yapıyorum diye portakal yemeye ara veren adam bu ülkeye en büyük dış yatırımın Hollanda tarafından yapıldığını biliyor mu acaba? Cem Yılmaz'ın dediği gibi: Ne yaptırayım abime?

5- Alea iacta est
Olmuş bir şeyin olmamış hale getirilemeyeceği ilkesine mantıkta alea iacta est yani zarlar atıldı, karardan geri dönülemez deniyor. Bu aynı zamanda söz diziminin de temel kuralıdır. Fakat kitleler için pek bir anlamı yoktur. Diplomatik bir krize ekonomik yaptırımla karşılık verilmesi gerektiğini düşünenlere bakalım mesela. Hollanda ineklerini sınır dışı edip Nutelle'ya fındık yerine nota verirler. Zarlar atılmıştır bir kere; Hollanda'nın Türkiye'ye 22 milyar dolar ile en büyük yatırımı yaptığının ne önemi var ki; ben Hollandalı kız arkadaşımı terketmişim, şimdi onlar düşünsün artık.

6- İskenderiye kitaplığı gereksiz!
Hani efsaneyle anlatılır ya, İskenderiye kütüphanesini yakan adamın düşünce şekli: "Şimdi bu kütüphanedeki kitaplarda yazanların hepsi benim düşüncelerimin aynıysa, bu kitaplar gereksiz; eğer düşüncelerimden farklı bir şeyi söylüyorlarsa, bu durumda da yanlış ve zararlıdırlar. Öyleyse her iki durumda da kütüphaneyi yakmak en doğru seçenek." Bizim kitleler de bu seviyede bir mantık anlayışına sahiptir. 1.2 milyon turist geliyor, yüzlerce şirketin 22 milyar dolar yatırımı var, ekonomik yaptırım aleyimize sonuç doğurur diye anlatmaya çalışsan şu yanıtı alır oturursun: Biz Osmanlı'nın torunlarıyız, bize birşey olmaz!

7- Little Jack Horner
Eleştirmen Northrop Frye'ın eski bir tekerlemenin adını verdiği Little Jack Horner düşünce hatasına göre kişi bir metni okuduğunda kasıtlı olarak kendini iyi hissedeceği görüşleri alıp diğerlerini önemsememesi durumudur. Sistematik eleştiri yokluğu nedeniyle ortaya çıkan yaygın bir cehalet türüdür. Diplomatik bir krizin yine diplomasi ile çözüleceğini umursamadan çok sevdikleri bu ülke için Hollanda'da gösteri yapan kişilerin, yine bu çok sevdikleri ülkeye dönmeyi kabus olarak görmeleri durumudur.

Özetle söylemek gerekirse, "okuduklarımızı neresinden anlıyoruz" sorunu başlı başına bir sosyolojik araştırma konusudur ve hatta son dönemlerde dünya Sanayi Devrimi 4.0'ı konuşurken aldığı boyut gerçekten iyi analiz edilmelidir.